Enes Gündoğdu İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü lisans öğrencisidir.
Savaşların tarihteki önemini anlatarak başlamayacağım bu yazıya. Herhalde bu konuda hepimiz mutabıkız. Hatta savaşların değişimdeki rolünü abartma eğiliminde olduğumuz bile söylenebilir. Bu abartı tarihçiliğin kronik sorunu olan dönemlendirme probleminden kaynaklanır. Savaşların azameti ve dehşeti o denli göz alıcıdır ki tarihi dönemlendirirken başka bir milat, nirengi noktası aramayız. Dönemleri savaşlarla başlatır savaşlarla bitiririz. Osmanlı’nın yükselişi İstanbul’un fethiyle başlar, İnebahtı (veya II. Viyana) kaçınılmaz sonun başlangıcıdır. Yükselme, gerileme gibi iddialı konseptler çağdaş tarihçilikteki saygınlıklarını yitirmiş olsa da dönemlendirme yaparken savaşlara referans vermeyi sürdürüyoruz. Osmanlı’nın kuruluş tarihinin genel kabulün aksine (1299 değil) 1302 olduğunu söylerken Halil İnalcık’ın dayanak noktası Bafeus savaşıydı. 1299 yılında bir beyliğin miladı olmaya değer bir olay kayıt altına alınmamıştır. Bir beyliğin miladı olmaya değer bir olay tabii ki bir savaştır.
İstanbul Üniversitesi Kamu Hukuku Bilimdalı’ndan yüksek lisans mezunudur.
Tüm kavramların önce cilalanıp sonra eritilerek birbirine lehimlendiği günümüzün “füzyon” hastalığından hukuk da nasibini aldı. Nasıl almasın ki? Vecdi Aral Hoca’nın hukuk felsefesine giriş notuyla, “Hukuk, adalete yönelmiş bir toplumsal yaşama düzeni” değil artık. Ne yazık ki hukuk, ayrıcalıklı bir kesimin kullanışlı aparatı halini aldı. Üstelik bu, pek de yerel bir sorun değil. Yani, eşitsizlikte eşitiz.
Bu yazıda, girişteki tiradıma tezat olarak bir kavramlar kokteyli irdeleyeceğim: Bilim, Hukuk ve Etik. Bu üçlünün merkezinde üreme teknolojileri ve bu teknolojilerin köleleştirdiği kadınlar var.
Tarihçesine göz atmak istersek, 1980’li yılların başından itibaren dünya kendini hızlı bir biyoteknolojik devrimin içerisinde buldu. Biyoteknoloji şirketi Genentech’in halka arzıyla biyolojik ürünlerin artık borsada işlem gören bir meta haline gelmesi ve ilk kez canlı bir organizmaya patent verilmesi (Diamond v. Chakrabarty) 1980 yılına tekabül eder. 2000 yılında İnsan Genom Projesi’yle insan genetik haritası çıkarılarak bunun kamuya ifşası sağlandıktan sonra “Kutsal Kâse” de kendi kırılımını yaratmaya başladı. Bir açıdan biyolojik yazılımımız olan genler, dokunulmazlık alanından çıkalı yıllar oluyor. Artık bu yazılım üzerindeki ufak bir dokunuş, o genin bir şirketin güdümüne patent yoluyla girmesine el veriyor.
Peki, bu gelişmelerin kadınlarla ne ilgisi var? Çok ilgisi var! Doğal ürünün bir emtia olarak pazarda işlem görmesiyle, teknoloji, hızını “paraya tahvil edilen” her olasılığı mümkün kılmaya adadı. Burada üreme teknolojilerinin de oldukça önemli bir payı var. Çocuk sahibi olmak isteyen çiftler için yeni olanakların sağlanması oldukça müspet bir alan açsa da; madalyonun karanlık tarafı, bu teknolojilerin bir “gen pazarına” dönüştüğünü de gösteriyor.
Artık laboratuvar ortamında sperm ve yumurta saklanabiliyor. Kadınların yumurtaları dondurularak çocuk sahibi olmak istedikleri zaman vücutlarına nakledilebiliyor. Sperm ve yumurta laboratuvarda döllenip donduruluyor ve istek üzerine annenin karnına nakledilebiliyor. Dahası da var; sperm bankalarından sperm, yumurta bankalarından yumurta satın alınabiliyor. Kendi yumurtasını kullanmak isteyen bir kadın, sperm satın alabileceği gibi bir kadın bedenini de “sözleşme” ile kiralayabilir. Üç farklı insanın iç içe girdiği bir ebeveynlik gibi görülse de burası meçhul. Zira hamilelik sona erdikten sonra doğan bebeğin -sözleşmeye göre “ürünün”- annesi, sözleşmesel ilişkide ödemeyi yapan taraf oluyor. Duruma göre kiraladığı anneye yumurtasını veren kadın, duruma göre de kendi bedeninde başka bir kadının yumurtasını kullanan kadın, çocuğun annesi olmaya hak kazanmaktadır. Hatta kişi isterse yumurta ve spermi de marketten satın alabilir ve kiralık bir kadın bedeninden çocuk sahibi olabilir. Bu çoklu gen haritasında ebeveynlik hakkı sadece “ödemeyi” yapana verilebilir. Zira “sözleşmesel hak ve sorumluluklar” zincirine göre ücretini ödediği takdirde bunların hepsine sahip olmaya hakları var.
Bir çift, annenin hem bedenini hem de yumurtasını kullanabilir ve taşıyıcı anne ajansına parasını ödediği takdirde kiralık anneyi kontrol altında tutabilir. Ola ki, bedeni o bebeğe yuva olmuş kiralık anne bebek üzerinde hak iddia etmek için mahkemeye gitsin, burada da müspet bir düzen tayin edilmiyor. “Çocuğun üstün yararı” gözetilerek verilen mahkeme kararları, çocuğun (ürünün) sahibine, hakkını genelde teslim ediyor. Her ne kadar sosyal medya reaksiyonunu eşcinsel erkek çiftlerin bir çekirdek aile olması alkışları üzerinden alsa da düpedüz ticari bir ilişki alttan yürütülüyor.
Sperm ve yumurtanın, raf ömrü sınırlı tüketim ürünlerine dönüşmesi, arz ve talep döngüsü içerisinde kendi standartlarını yarattı. Danimarkalı, yüksek lisans bitirmiş, boyu 1.85’ten uzun sperm bağışçıları bu marketin en lüks tüketim ürünü olarak talep görüyor. Enteresan bir biçimde yumurta bağışçılarının ürünlerinde duygusal kodlara hitap eden özellikler de var. Yani yumurta bağışçısının; yumuşak kalpli, iyi huylu, neşeli bir karaktere sahip olduğu özellikleri de marka değerini belirliyor[1]. Herhalde yumuşaklık anneden, güç babadan geçer inanışını reklamcılar kullanmaya devam ediyor. Yumurta bağışçılığı, sperm bağışlamaktan farklı medikal prosedürleri gerektirmektedir. Yumurtaların büyümesi için yapılan enjeksiyon hormon dengesini değiştirirken yumurtaların vücuttan alınması da bir operasyonla gerçekleştiriliyor. Bu komplikasyonlar kalıcı etkiler de yaratabilir ancak ajanslar elbette bunlardan bahsetmiyor. Donör kadınların sağlık durumu, bahsettiğimiz satış sözleşmesinin dışında kalıyor.
Kiralık annelik ise bambaşka bir boyut! Kiralık anneyle sözleşme yapan “ebeveynler”; kiralık anneyi 9 ay boyunca bir çeşit hapis hayatına mahkum edebiliyor. Örneğin bebeğin sağlığı için, kiralık anneye takılan izleme cihazlarıyla günlük sporunun takibi, beslenme hakkında talim alma gibi uzun listeler dayatılabilir. Kiralık annenin, bebek hakkında hak iddia edemeyeceği akitte yer alıyor. Kiralık anneye ödemeler taksit halinde yapılıyor; bebek sağ doğmazsa son taksit ödenmiyor. Doğum sırasında annede gerçekleşen komplikasyonlara ilişkin bir maddeye ben rastlamadım.
Peki bebeklere ne oluyor? Sağlıklı doğmayan bir bebek olursa, kiralık anne kusuru halinde tazminat doğuyor mu? En nihayetinde borçlar hukukundaki “ayıplı mal” satıcının sorumluluğu hükümleri doğabilir. Peki, sağlıklı bebeğin, alıcılar tarafından “beğenilmemesi” hakkında bir genel uygulama var mı? Bunların hiçbirinin cevabı yok. Üstelik bu bebekler nüfusa geçirilmediği için “vatansız” statüsünde koruma altına alınabileceği bir devlet babaya da sahip olmuyor. İşte bu düzene uygun olarak sadece kasanın kazandığı bir sistem dizayn edilmişken buna olumlu bir tablo olarak bakmak pek içimden gelmiyor.
Eşcinsel çiftlerin aile olmak istemesi elbette kimsenin el uzatamayacağı ve haddinin olmayacağı bir talep. Ancak kendi biyolojik materyalleri ile bir kadının köleleştirilerek üremesi bir hak mıdır? Bu hakkın kullanımı için bir kadının bedeninin köleleştirilmesine göz yumulmalı mıdır? Ben buna tamamen karşıyım. Aynı şey, hamile kalmayan/kalamayan kadınlar için de geçerli. Kantsal argümanla okursak, insan bedeni asla araçsallaştırılmamalı. Nasıl ki, böbrek satmak istisnasız her ülkede yasaksa, aslında kiralık annelik de bundan farklı değil. Bilakis, hamilelik ve doğum vücutta kalıcı değişimler bırakan bir süreç. Zaten bu sebeple, üremek bir hak öznesi olarak cilalanmaya çalışılıyor. Üstelik Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 4. maddesinde öngörülen kölelik tamamen yasakken herkesin kendi biyolojik ürününe “sahip olma” arzusunun bir hak olarak görülmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, üremek bir hak değildir.
Hukuki açıdan taşıyıcı annelik yasal değil ancak yasak da değil. Gri bir alanda varlığını sürdürüyor. Yasaklı ülkeler haricinde taşıyıcı annelik sözleşmeleri uygulanıyor. Ancak yasal olmadığı için standartları, ihtilaflardaki çözüm yöntemlerinde bir birlik yok. Sorunlar genelde “çocuğun üstün” yararı altında, esasen alıcının lehine çözümleniyor. Ancak uygulama birliğinden söz edemeyiz. Şimdilerde Hindistan, İngiltere gibi ülkelerde en azından hukuki standartların getirildiği görülmektedir. Ülkemiz, taşıyıcı anneliği tanımıyor. Ticari yolla anne kiralamak yasak. Bu açıdan içim rahat.
Kıssadan hisse: Teknoloji, hukuk ve etik disiplinlerinden daha hızlı ilerliyorsa da bence sosyal bilimcilerin en önemli görevi bu yenilikleri yere sağlam basan bir formda toplumun kullanımına sunmak. Aksi halde teknolojiye erişebilir ayrıcalıklı kesimin yeni bir sınıf yaratması işten bile değil. Görünen o ki, biz kadınlar yaklaşan bu canavarın ilk kurbanları olacağız. Bu sebeple erken dönemde şerhimi koymak istiyorum.
[1] Rene Almeling, Sex Cells The Medical Market for Eggs and Sperm, 2011, University of California Press.
Boğaziçi Üniversitesi Asya Araştırmaları Merkezi yüksek lisans mezunudur.
Günümüzde küresel siyasette başlangıç evresinde olan ve uzun dönemde de en belirleyici olacak hadise, Amerika Birleşik Devletleri’yle (ABD) Çin Halk Cumhuriyeti arasında başlamakta olan Pasifik Soğuk Savaşı’dır. Bu yeni çatışma –bir önceki halinden bildiğimiz gibi– her şeyden önce ekonomik kuvvetlerin ve siyasi/ekonomik modellerin çatışması şeklini alacaktır. Bu iki küresel devi birbirine bağlayan Asya-Pasifik coğrafyası ise kaçınılmaz olarak ana sahne olacaktır. Bölgesel dinamiklerin büyük bir çoğunluğu hâlâ belirsiz ve değişim halinde olmakla beraber, ABD’nin bölgesel politikasında kilit rol oynayacak iki ülkeye şimdiden işaret edebiliriz: Kore Cumhuriyeti ve Japonya. Geleneksel olarak ABD’nin müttefiki olan bu iki ülke arasındaki ilişkiler günümüzde oldukça gergin seyretmekte ve bölgesel dengelerin nasıl şekilleneceğine dair belirsizliği arttırmaktadır.
16-17 Mart 2023’te Kore Başkanı Yoon Suk-yeol ve Japonya Başbakanı Kishida Fumio’nun ikili zirvesi on iki yıllık bir aradan sonra büyük bir gelişme olmuş, ancak Kore halkının verdiği reaksiyonla birlikte ilişkilerin ne kadar engebeli olduğu bir daha gözler önüne serilmiştir. Kore-Japonya ilişkilerinde halihazırda mevcut olan sorunlar ve bu sorunların tatmin edici bir şekilde çözümlenip çözümlenememesi, bu ülkelerin ekonomik ağırlıkları ve stratejik önemleri de düşünüldüğünde, bölgedeki dengeleri derinden etkileyecektir.
Dikkat Yüksek Gerilim Seul-Tokyo Arası Diplomasi
Kore ile Japonya arasındaki gerilim iki ülke arasındaki tarihin günümüze bıraktığı bir mirastır. Ancak, bu miras iki ülke arasında asırlarca devam etmiş olan ilişkilerin değil, aksine geçtiğimiz yüzyılın başında Japon emperyalizminin Asya-Pasifik bölgesindeki yükselişinin bir eseridir. Kendi emperyal ve kolonyal genişlemesi çerçevesinde, Japon İmparatorluğu Kore’yi 1910’da ilhak etmiş ve 1945’te İkinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisine kadar Kore’yi kendi ekonomisinin ve savaş makinasının entegre bir parçası olarak yönetmiştir. Bu dönemin Kore’de açtığı maddi ve manevi yaralar ise 1945’te Kore’nin bağımsızlığını kazanmasıyla açığa vurulmuş ve iki ülke arasında kesintisiz denebilecek bir gerilimli diplomasi havası başlamıştır.
Bu yaraların en önemlisi, Kore’nin ilhak edilip sömürgeleştirilmesi ve bu süreçte Japonların Kore’nin insanını ve kaynaklarını kullanıp kültürünü yok etmeye çalışmış olmasıdır. Japon İmparatorluğu, Kore’yi yönettiği dönemde Korece yerine Japoncanın kullanılması politikasını gütmüş, Korelilerin Japonca isimler almalarını ve Japon kültürüne uygun olarak her gün Tokyo’daki imparatoru selamlamalarını zorunlu kılmış, birçok tarihî dokümanı ve yapıyı yok etmiş, Korelileri Japon adalarında işçi olarak çalıştırmış ve yarımadanın ekonomisini tamamen imparatorluğun ihtiyacını karşılayacak şekle sokmuştur. Tarihi boyunca kendi yüksek kültürüne sahip olmuş, Japonya ile Çin arasında köprü görevi görmüş ve emperyalizmin Uzak Doğu’ya tam anlamıyla el attığı 19. yüzyıla kadar bağımsızlığını korumuş olan Kore halkı için bu yaşananlar büyük bir millete karşı işlenebilecek en fena bir suçu teşkil etmiştir.
Sömürgeleştirilmiş – ya da bu akıbetten kendini tüm benliği pahasına kurtarabilmiş – her milletin bilincine yerleşen sömürgeci nefreti, ezilen ve kullanılan Kore halkının da bilincinde yer etmiştir. Bağımsızlığın üzerinden neredeyse seksen yıl geçmiş olmasına rağmen bu yaralar tam anlamıyla kapanmadığı gibi, Kore’nin yaşamış olduğu tahribatın milli bilinçte bıraktığı iz, Kore ile Japonya arasındaki ilişkileri kaçınılmaz olarak etkilemektedir. Diplomasiyi ve insan ilişkilerini her daim etkiler durumda olmanın yanı sıra, iki ülke arasındaki tarihin özellikle Japonya’da okul kitaplarına sterilize edilmiş bir şekilde sokulmaya çalışılması Kore (ve Çin’in) tepkisini çekmekte ve iki ülke arasındaki tarihî “revizyonizm” kavgalarına sebep olmaktadır.
Kim Haksun (ortada) 1991’de kendi hikâyesini anlatan ilk Koreli “konfor kadını” idi. (Korea Economic Institute Facebook hesabından (www.shorturl.at/cU456) 24 Nisan 2023 tarihinde alınmıştır.)
Bu dönemde Korelilere karşı işlenmiş olan suçlardan biri, suçun boyutu ve Kore halkında yaratmış olduğu manevi etkiyle diğerlerinden sıyrılmakta ve iki devlet arasında başlı başına bir anlaşmazlık kaynağı teşkil etmektedir: “konfor kadınları”[1]. 1991’de Kim Hak-sun’un başlattığı adalet arayışı ile Kore ve dünya kamuoyunun gündemine giren “konfor kadınları”nın bu talepleri Kore’de hem devlet kademelerinde hem de halkta karşılık bulmuştur. Japon İmparatorluk Ordusu’nun elinde cinsel, bedensel ve zihinsel olarak şiddete maruz kalmış Koreli kadınların hikâyeleri, Kore’nin milli bilincinde halihazırda Japonya’ya yönelik var olan rahatsızlığa yeni bir boyut katmış ve iki ülke arasındaki ilişkilerde de büyük bir tartışma konusuna dönüşmüştür. Bugün, hayatta olan Koreli “konfor kadınlarının” sayısının giderek azalıyor olması da bu konu üzerinde yaşanan sorunların çözülmesi için özellikle Kore tarafında aciliyetten doğan bir baskı yaratmakta ve bu sorunun çözülmesine verilen önemi arttırmaktadır.
Seul-Tokyo İlişkilerinde Normalleşme Döngüleri
Emperyalizmin ve sömürgeciliğin gölgesi, iki ülke arasındaki ilişkileri zedelemiş olsa da ilişkileri düzeltmek ve normalleştirmek adına çeşitli adımlar da atılmıştır. 1965 yılında yapılan bir anlaşma ile iki ülke arasında ilişkiler normalleştirilmiş, Japonya’nın Kore’yi ilhakı ve işgal dönemi için tazminat ödemesi kararlaştırılmış ve iki devlet arasındaki sorunların “nihai” bir şekilde çözüldüğü ilan edilmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus, Kore tarafının bu anlaşmayı Park Chung-hee diktası sırasında, ekonomik kaynaklara ihtiyaç duyduğu bir dönemde Japonya’ya açılmak motivasyonuyla da yapmış olduğudur. Japon İmparatorluk ordusunda subaylık yapmış olan Park Chung-hee’nin, bu anlaşmayı yakın ilişkiler kurduğu Japon Başbakanı Kishi Nobusuke’nin kardeşi olan Başbakan Sato Eisaku ile oluşturduğu da gözden kaçmamalıdır. Burada kurulmuş olan diplomatik düzen, 1990’larda Kore’nin demokratikleşmesi ve “konfor kadınları” hikâyelerinin ortaya çıkması ile bozulmuştur. Kore halkının sesinin devlet tarafından bastırılamaz olduğu noktada, iki ülke arasında kamuya mal olmuş hislerin ve rahatsızlıkların da kontrolü zorlaşmış, gerilimler daha da açığa çıkmıştır.
Taraflar, 2015’te “konfor kadınları” sorununu çözmek amacıyla özel bir anlaşma imzalamış ve bu anlaşma ile konunun “tamamen ve geri çevrilemez” şekilde çözüldüğü açıklanmıştır. Ne ilginçtir ki, bu anlaşma yapıldığında Kore’de başkanlık koltuğunda oturan Park Geun-hye, 1965 anlaşmasını yapan Park Chung-hee’nin kızı, Japon Başbakanı Abe Şinzo ise Kişi Nobusuke’nin torunu ve Sato Eisaku’nun yeğeniydi. Ancak 1965 anlaşmasında kurulmuş olan düzenin kaderinden 2015 anlaşması da kaçamamıştır. Kararlaştırılmış olan tazminat, içten bir özür bekleyen ve çoğu artık ileri yaşta olan Koreli “konfor kadınları”nın bu basit ama önemli taleplerine cevap ver(e)mediği için, anlaşma Kore’de pek de karşılık bulamadı. 2019 yılına gelindiğinde, özellikle Kore’de halkın desteğini alamayan ve eski “konfor kadınları”nın bir kısmı tarafından beklentileri karşılamadığı gerekçesiyle lanetlenen anlaşma, Başkan Moon Jae-in’in aldığı bir kararla yürürlükten kalkmış oldu.
Kore-Japonya ilişkisinin temel sorunlarını teşkil eden bu konuda huzursuzluğun ve anlaşmazlığın tam anlamıyla çözülememiş olması, iki ülke arasındaki ilişkilerin tamir edilemeyecek düzeyde sorunlu olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Kore’de 2022 seçimlerinde iktidara gelen Başkan Yoon Suk-yeol’un kabine üyeleri ve danışmanları arasında, Kore-Japonya (ve ABD) arasındaki ilişkilerin ve iş birliğinin arttırılması konusunda açıkça taraftar olan kişiler vardır. Japonya’nın ise Liberal Demokrat Parti iktidarda olduğu sürece, Kore ile olan tarihî defterlerin kapatılması şartıyla, ikili (ya da ABD’yi ekleyerek çoklu) ilişkileri güçlendirmek konusunda hevesli olacağını söyleyebiliriz.
Mayıs 2023’te gerçekleşmiş olan Yoon-Kishida zirvesinde, iki ülke arasında iş birliğinin yeniden sağlanması ve bölgesel bir güç merkezinin tesis edilmesi için önemli kararlar alınmıştır. Ancak, özellikle Kore halkının alınan kararlara tepkisi ve uzmanlarla vatandaşların tarihe dayanan sorunların çözülmesinde Japonya’nın üstte olmasına karşı çıkması, normalleşmenin kolay olmayacağının bir göstergesidir. Kore halkının bilincine işlemiş olan, Japonya’ya yönelik olumsuz imge ve duygular tatmin edici bir şekilde çözümlenemediği sürece, iki ülkede devletlerarası kararlar istenen şekilde alınabilir; ancak toplum desteğinin olmadığı durumda ilerleme kaydetmek mümkün olmayacağı gibi, Kore’de her iktidar değişiminde ilişkiler sıfırlanma riski yaşayacaktır. Japonya, Kore halkının gönlünü kazanmayı başardığında iki tarafın ilişkilerini ileri taşımak için ortada pek bir engel de kalmayacaktır.
Yeni Soğuk Savaşta Seul-Tokyo Hattı
Kore Cumhuriyeti ve Japonya ilişkilerinde yaşanacak her iyileşme, ABD-Çin arasındaki potansiyel çekişmede, Asya-Pasifik coğrafyasında ABD ve bloğunun hanesine yazılacak bir artı olacaktır. Bu iki kuvvetin iş birliği kurabilmesi ve sorunlarını çözme (ya da kenara koyma) başarısını göstermesi durumunda, bölgede ekonomik ağırlık, stratejik konum, erişim ve diplomatik anlamda güçlü bir odak oluşturmak da mümkün olacaktır. Bu hem Kuzey Pasifik ve Doğu Asya’da stratejik üstünlük sağlanması konusunda, hem de Asya-Pasifik’te ekonomik kuvvet kullanılarak ilişkiler kurulmasında ABD tarafını avantajlı bir yere getirecektir. Bu noktaya gelmek için iki tarafın ihtiyacı olan tek şeyse, tarihin kendilerine miras bıraktığı çekişmeleri dürüst ve samimi bir şekilde çözmektir.
Cumings, Bruce. “Korea, a Unique Colony: Last to Be Colonized and First to Revolt.” The Asia-Pacific Journal: Japan Focus, 1 Nov. 2021, apjjf.org/2021/21/Cumings.html.
Gramer, Robbie. “As Security Threats Mount, Japan and South Korea Begin (Carefully) Mending Fences.” Foreign Policy, 30 June 2022, foreignpolicy.com/2022/06/30/japan-south-korea-bilateral-relations-north-korea-china/.
In-hwan, Jung, et al. “Korean Experts Call Yoon-Kishida Summit a One-Sided Win for Japan.” English.hani.co.kr, 17 Mar. 2023, english.hani.co.kr/arti/english_edition/e_national/1084090.html. Accessed 25 Apr. 2023.
Laufer, Jessie. “Hitting Reset on Japan-South Korea Relations.” Thediplomat.com, 9 Aug. 2022, thediplomat.com/2022/08/hitting-reset-on-japan-south-korea-relations/.
Megerian, Chris. “US Seeks United Front in Asia despite Korea, Japan Tensions.” AP NEWS, 28 Sept. 2022, apnews.com/article/taiwan-technology-japan-asia-united-states-ebbc0ee4cbf31d4d0b78a783e831a6a3.
[1] Bu terim için ufak bir not düşelim. İngilizcesi “comfort women” olan bu terimin tatmin edici bir çevirisi maalesef yok. Birebir çeviri çok elverişli olmasa da alternatiflerinin yokluğunda kullanmayı tercih ediyorum. Bu terimin tırnak içinde kullanılması üzerinde bir uzlaşı var.
Türkiye’de 14 Mayıs 2023 günü gerçekleştirilen Cumhurbaşkanlığı ve yeni dönem TBMM seçimleri sonrası, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının iradesiyle seçimler, 28 Mayıs 2023 gününe ertelenmiştir. Bu seçime kadar Yarının Kültürü olarak seçim sürecinin sağlıklı bir şekilde tamamlanması amacıyla bu hafta, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı‘mızı, Atatürk’ümüzün çeşitli hatıralarıyla kutlarken, önümüzdeki hafta da Türkiye’yi direkt ilgilendirmeyen bir konu ile tamamlayacağız. Seçim değerlendirmelerimiz ise Haziran ayı itibariyle başlayacaktır. İlginize teşekkür ederiz. Tekraren,
19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’mız kutlu olsun!
Yarının Adamı Olmak
Mustafa Kemal, Çerkezlerin oturduğu Kutaytara’nın doğusundaki köye gitti. Çerkezler onu ve yanındakileri soygunculardan sanarak iyi karşılamadılar. Bir müddet sonra anladılar ki, bunlar dertlerini dinlemeye, kendilerine iyilik yapmaya gelmişlerdir, hemen anlaştılar. Köy ileri gelenlerinden biri dedi ki:
“Siz ne derseniz yaparız. Fakat bizi ezen devletin istediğini yapmayız.”
Bir gün bu köye hücum eden bir kolağasıyla kuvvetlerini köylüler kuşatmışlar, öldürmek üzereydiler. Mustafa Kemal biraz arkadaydı. Tam zamanında yetişti. Köylüler onu görünce etrafını sardılar, kolağasını ona bağışladılar. Birlik başındakiler yine bir hayli para toplamışlardı. Mustafa Kemal’e de bir hisse vermek istiyorlardı. Onun için ya şerefli gelecek zamanlara doğru yükselerek gitmek veya o yaşta para uğruna lekelenmek vardı. Maddi çıkarlar karşısında küçülenlerden büyük yetişmez. Mustafa Kemal kararını vermişti. Vurgundan pay alıp almamakta tereddüt eden bir arkadaşına sordu:
“Bugünün adamı mı olmak istiyorsun, yoksa yarının mı?”
“Elbette yarının adamı olmak isterim.”
“Öyleyse hisse alamazsın, ben de almadım ve alamam.”
O sırada alayında bulunanlara da şöyle seslenmişti:
“Arkadaşlar, ben namuslu askerim. Benimle arkadaş olmak isteyenlerin de namuslu olmaları gerekir.”
Falih Rıfkı Atay, Babamız Atatürk, İstanbul 1966, s. 18-19.
Atatürk bir torpido ile seyahat ediyordu. Gece olmuş ve geminin bütün ışıkları yakılmıştı. Bir adanın önünden geçerken Atatürk, gemi süvarisini çağırdı ve ona şu emri verdi:
“Geminin bütün ışıklarını söndürünüz.” Emrin niteliğini kavrayamayan kaptan:
“Aman Atatürk’üm, bu ancak savaş ilan edilmiş memleketlere karşı yapılmaz mı?” diye karşılık verince, koca Atatürk gürleyiverdi:
“Bilmiyor mu zannediyorsun? Sana verdiğim emri yap. Düşmanın önünden düşman gibi geçmek isterim.” Geminin ışıkları hemen söndürülmüştü. (Faik Türkmen’den alınmıştır.)
Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıraları, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973, s. 65.
Fikirlere Saygı
Akşam Konya Valisi İzzet Bey, Köşk’te bir ziyafet vermiş, yemeğe Konya milletvekilleri de davet edilmişti. O zamanlar Gazi’nin özel kalem müdürü olarak gezide bulunan Hasan Rıza (Soyak) Bey’in bu yemekle ilgili bir hatırası şöyledir:
Konya’da Gazi’ye, halk tarafından hediye edilmiş olan konaktaki milletvekillerinin bazılarının da davetli olarak bulunduğu bir akşam yemeğinde, Millî Mücadeleden söz açılmıştı. Sofrada bulunanlar, o zamana ait hatıralarını anlatıyorlardı. Gazi çok neşelenmişti. Bu tatlı sohbet en hararetli noktasına geldiği bir sırada milletvekillerinden Refik Bey (Koraltan) Gazi’ye hitaben uzun bir nutuk vermeye koyuldu; konuşma özet olarak şöyledir:
“Her şeyi yapan sensin, bütün varlığımızı sana borçluyuz; sen olmasaydın, başka hiç kimse, hiçbir şey yapamazdı, bundan sonra da yapamaz. Allah seni başımızdan eksik etmesin” diyordu. Gazi’nin neşesi kaçmış, bunalmaya başlamıştı, bahsi kapatmak istedi:
“Beyefendi, bütün yapılanlar, herkesten evvel büyük Türk milletinin eseridir. Onun başında bulunmak bahtiyarlığına ermiş bulunan bizler ise, ancak onun bilinçli fedakârlığı sayesinde fikir ve iman birliği içinde birlikte görev yapmış, bu şekilde başarı kazanmış insanlarız. Gerçek bundan ibarettir.” Fakat Koraltan, alkolün tesiriyle coşmuştu, susmak niyetinde değildi, atıldı:
“Paşam bu kadar alçak gönüllüğünüze katlanamıyoruz.” Gazi artık iyice sinirlenmişti; sesini biraz yükselterek cevap verdi:
“Efendim; izin veriniz… Ortada alçak gönüllük falan yok… Gerçeğin ifadesi vardır. Size bir şeyi hatırlatacağım; elbette dikkat etmişsinizdir; ben önümüze çıkan meseleler hakkında, her zaman uzun uzadıya konuşur, görüş alışverişinde bulunurum; herkesi söyletir ve dinlerim. İtiraf edeyim ki, konuşulacak konuların çözüm şekilleri hakkında net bir fikre sahip olmadan görüşmelere girdiğim olmamıştır; bu konularda, ancak arkadaşlarımı yani sizleri dinledikten sonradır ki karara varmışımdır. Bunun için tatbik ettiğimiz gibi, verilen kararlarda da hepimizin payı vardır, bunu bilesiniz.” Biraz sustuktan ve düşündükten sora devam etti:
“Şimdi konumuzun asıl önemli noktasına geliyorum; beyefendi; içeride ve dışarıda şahsıma karşı suikastlar tertip edilmesinin sebep ve hikmeti nedir; hiç düşündünüz mü? Bu tertiplerin peşinde koşanların benimle bir şahsi alıp veremedikleri mi vardır? O da değil… Sizin sözlerinizin de onların sakat yargınıza uygun olduğunu bilmem fark edebiliyor musunuz?
Çok rica ederim beyefendi. Eğer samimi iseniz; bu fikri kafanızdan çıkarınız. Hatta böyle düşünenlere rastlarsanız, onlara da aynı şekilde uyarınız. Herkes milli görev ve sorumluklarını bilmeli ve memleket meseleleri üzerinde o zihniyetle, düşünüp çalışmayı alışkanlık edinmelidir.” Sonra sofradakilere döndü:
“Efendiler” dedi; “Size şunu söyleyeyim ki, devrimci Türkiye Cumhuriyeti’ni benim şahsımla var olduğunu sananlar çok aldanıyorlar, Türkiye Cumhuriyeti; her anlamıyla, Büyük Türk Milleti’nin öz ve aziz malıdır. Kıymetli evlatlarının elinde daima yükselecek, sonsuza kadar devam edecektir. Şimdi rica ederim artık bu konuyu kapayalım, bir daha da tekrar etmeyelim.”
Mehmet Önder, Atatürk Konya’da, Ankara 1989, s. 100-101.
İtalyan Sefirine Verilen Ders
Atatürk’e karşı gelenler, onun birçok konuyu içki sofrasında sonuçlandırdığını iddia ederler. Yalnız aşağıda nakledeceğim bir olay bile bu düşüncenin ne kadar yanlış olduğunu kanıtlar:
“Gün, İtalya’nın Rodos’a askerî yığınakta bulunduğu ve Habeşistan savaşının başlamasından önce günlerdi. Bir akşam yine Atatürk’ün sofrasına çağrılanlar onu ayakta ve balkonda gezinmekte buldular. O sordu: “Tevfik Rüştü Bey nerede?”
“Ankara Palas’ta, bazı elçilere bir ziyafet veriyor.”
“Biz de oraya gitsek olmaz mı?” dedi. Arkadaşları boşuna Atatürk’ü buna protokolün izin vermediğine inandırmaya çalışıyorlardı. Fakat onun kesin karar verdiği bir konudan kimse geriye çeviremezdi. Otomobiller, Ankara Palas’a vardığı zaman Atatürk’ün otelin merdivenlerini sallana sallana ve yanındakilerin yardımı ile çıktığını görenler hayret ettiler. Çünkü Çankaya’da Atatürk’ün bir yudum bile içmediğini herkes biliyordu.
Elçiye ziyafet verilen salona giren Atatürk, Arnavutluk Elçisi Asaf Bey’in yakınında ve giriş çıkış kapısını iyi görebilecek bir yere oturuyor. O dakikadan itibaren salondan içeri ve dışarı kimsenin geçmesi mümkün değildir. Şimdi konuşulanları takip edelim. Atatürk:
“Asaf Bey, gazetelerde bir takım resimler görüyorum, Arnavutluk’ta operet mi oynanıyor?” diyor. Bu sözleriyle o zamanlar yeni kral olan Zogo’nun sorguçlu resimlerini kastettiğini anlamakta gecikmeyen elçi ne söyleyeceğini şaşırıyor. Atatürk devam ediyor:
“Cumhuriyet’ten ne zarar görüldü ki, Arnavutluk’ta krallık ilan edildi? Hem, takip edilen politika da tehlikelidir. İtalya’nın Arnavutluk’u Balkanlarda bir basamak yapması ihtimali uzak değildir.” Bunu duyan İtalyan elçi, savunmaya kalkınca Atatürk:
“Haber aldığıma göre, Roma’da bazı öğrenciler elçiliğimizin önünde gösteri yapmışlar. Antalya’yı istemişler. Antalya sigara paketi midir ki, elçi cebinden çıkarıp atsın. Antalya buradadır. Buyurun alın! Hem benim bir teklifim var. Eğer hakikaten böyle bir şey düşünülüyorsa, Mussolini Hazretlerine izin verelim. Antalya’ya asker çıkarsınlar. Bütün çıkarma tamam olunca savaşırız. Mağlup olan hakkına razı olur.”
Elçi atılıyor: “Ekselans bu bir savaş ilanı mıdır?”
Atatürk: “Hayır” diyor. Ben burada bir fert olarak konuşuyorum. Türkiye’de savaş ilanı ancak Büyük Millet Meclisi kararıyla olur. Fakat unutmayınız ki, gerektiği zaman Büyük Meclis, Türk Milleti’nin duygularına tercüman olmakta gecikmez.” Konuşmasının bu hal çerçevesinde olması üzerine, İsmet Paşa’ya telefon edilir ve Ankara Palas’a çağrılır. Atatürk de bunu haber alınca etrafındakilere: “Hükümet geliyor, biz gidelim.” diyerek Ankara Palas’ı terk eder. Çankaya’ya dönüldüğü zaman herkes Atatürk’ün gayet normal olduğunu hayretler içinde seyrederken Atatürk: “Artık İtalya ile savaş tehlikesi yok. Rodos’a yapılan yığınak Habeşistan’a dönecektir.” Hakikaten kısa bir süre sonra Habeşistan savaşı başladı.”
Münir Hayri Egeli, Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar, Ankara 1959, s. 74-75.
Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü yüksek lisans öğrencisidir.
Yüzyılımızın ilk 22 yılı, dünyayı şekillendiren ve dünya karşısında şekillenen insanlığın tarihî eşikleri teker teker geçmesine sahne oldu. İnsanlık, karanlık bir galaksi denizinin içinde bazen yanan bazen yüzen ışık kümeleri olan yıldızların arasında yalnızlığıyla yürüyen bir dünyanın düşünebilen sakinleri. Yaşadıklarımızı tasvir ve yaşayacaklarımızı tahmin etmeden önce önemli bir noktayı hatırlayalım. Bir kelimenin köküne inmek, bir kaleyi temelinden kuşatmak gibidir. Kelimelerin köküne doğru indikçe, kelime kendi kabuğundan sıyrılır, kavuşmak için soyunur. Bir kelimenin kökünü anladığımız an zihnimiz kelimeyle evlenir. Kale kilidini, kelime kendisini sunar. İnsan kelimesinin kökü ise “unutmak” (nisyan) fiili. Latincedeki bir tabir de bu tanımı tamamlar: “Nomen est omen” yani ismin senin işaretin. Bu anahtar kelime sanki şunu hatırlatır: “İnsan” kelimesi unutmaya işaret eder ve belki de insanlık unutmamak için dünü yazar, bugünü yaşar ve yarına yürür. Bu sebeple insan, “geçmiş zamanın” selinden bir avuç hatırayı elinde tutar ve yarına uzatır. Bu denemede benim teşebbüsüm unutmamak için dünyamızın son 22 yılının ruhunu anlatmak ve “yarının kültürünü” anlamaya çalışmak. Bu deneme, yazarının yaşadığı yurdu ve kenti ihmal ediyor. Vatan ve şehir kümelerini aşarak bu kümelerin hepsini içine dolduran dünya çuvalını ele alıyor.
Turan Farajova’nın Asırlık Botter Han’ın açılışına tanıklığını yayınlarken Sn. Farajova’nın fotoğraflarını yayın izni için Yarının Kültürü olarak teşekkür ediyoruz. Bu yazının devamında tüm fotoğraflara ulaşabilirsiniz.
Asırlık Botter Han, 30 yılı bulan uykusundan nisan ayında uyanarak tekrar şehrimize döndü!
FreIe UnIversItat BerlIn, Fizik Bölümü’nde araştırmacıdır.
İflah olmaz bir sonbahar romantiği olduğum için ekinoksun gelişi ile Nat King Cole’dan Autumn Leaves dinlemeyi severim, öyle ki kimileri için ilkbahar gelmişçesine çocuklar gibi şenim; çünkü bilirim ki sonbahar beni daha neşeli ve çalışkan yapar. Daha ne isterim? İneceğim durak ve evimin kapısı arasındaki süre ise kritik. Adımlarımı ve seçeceğim parçaları öyle ayarlamalıyım ki kapıya vardığımda parçanın da sonu gelmeli. Gelmeyeceğini hissettiğim noktada süratimi düşürmek ya da yolumu uzatmak gerekebilir. Tabii müziği durdurmayıp direkt odama çıkmayı da tercih edebilirim; ama ev arkadaşınızın küçük bir kızı var ve anahtar sesini duyar duymaz sizi kapıda karşılıyor ise bunu yapmak büyük kabalık. Yürümeyi, müzik dinlemeyi ve bu ikisini aynı anda yaparken düşünmeyi çok seviyorum. İşbu yazının konusu da sonbaharın olabilecek en güzel haline geldiği bir ekim günü, West Lafayette’in kırmızıya dönmüş akçaağaçları arasında, sık kullandığım müzik platformunun hazırladığı liste kulağımda, evime doğru yürürken ortaya çıktı. Bu listede Nat King Cole yok. Hayatta sadelikten ve sakinlikten yana olan ben, sanatta Barok döneme bayılıyorum ve o gün, Antonio Vivaldi’den Autumn I Allegro ile yere düşen yaprakları kutluyorum ve diyorum: “Ne de güzel düşmüşsünüz, turuncudan kırmızıya dar bir spektrum ama hoş bir renk paleti.” Demiştim ya, çocuklar gibi şenim. Fakat şu dikkatimi çekiyor; bu listedeki bestecileri çok iyi tanıyorum ama içlerinde tanıdığım bir kadın besteci yok. Orta Çağ’ın buhranında kendini hezarfen olarak var edebilmiş Hildegard von Bingen’i biliyorum, tamam. Fakat bu liste gerek Barok gerek Klasik ve Romantik dönem bestecilerinden oluşuyor ve listede kadın besteci göremiyorum. Kapının önündeyim, müziği durduruyorum ve anahtarı çeviriyorum.
“Kendi kapımın basamaklarına vardığımda, dahası, bir yüz yıla kadar kadınlar korunan cins olmaktan çıkmış bulunacaklar, diye düşündüm. Sonuçta bir zamanlar kendilerinden esirgenen tüm eylemlere ve etkinliklere katılacaklar.” (Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf, Eylül 1929)
O sırada Virginia Woolf da nehir kıyısındaki evine dönüyor. Viktorya döneminin kadına dikte ettiği toplumsal rollere inat, Kendine Ait Bir Oda adlı eserinde edebiyatta neden kadın yazarların sayıca az olduğunu sorgulayıp yazar olabilenlerin de eril tahakküm altında var olabilme çabasını bize oda metaforu üzerinden açıklıyor. Ben de Woolf’tan bir yüz yıl sonra odamın kapısındayım, laboratuvardan eve dönüşlerimde vaktimin çoğunu geçirdiğim, okuduğum, yazdığım, çizdiğim, önünde kırmızıya dönmüş akçaağacı olan odam. Çemberi daraltıyorum, yol üstünde başlayan sorgulamalarım merdivenden çıkarken “Neden kadın opera bestecileri az ve besteci olanlar ne şartlar altında başarılı olabilmiş?” sorularına evriliyor, penceremi hafif aralıyorum, güzel bir esinti var ve bilgisayarımı açıyorum.
Size bu yazıda, bugüne dek karşıma çıkmış tüm kadın opera bestecilerine kısaca yer vermek yerine, odaklandığım iki isimden bahsetmek istiyorum. İlki 17. yüzyıldan Francesca Caccini, diğeri ise Woolf’a da ilham vermiş Ethel Smyth. Tabii önce yaşadıkları dönemde kadın olarak var olabilmeyi ve toplumun kadına bakış açısını açıklamak daha yerinde olur diye düşünüyorum.
Opera, ilk olarak Jacopo Peri ile Rönesans’ın sonunda Floransa’da ortaya çıkıyor ve Barok Dönem boyunca Medici ailesinin de desteği ile gelişmeyi sürdürüyor. “Concerto delle donne” adı verilen kadın vokal grupları sayıca artmaya başlıyor. Bu önemli; çünkü Erken Barok Dönemi’ne dek yalnızca erkekler ve rahibeler müzik eğitimi alabiliyor. 1600’lerde Venedik’te yetim çocukların öğrenim gördüğü “ospedale” adı verilen manastırlardan da bahsetmek istiyorum, zira varlıkları beni bir nebze mutlu ediyor. Yetim kız çocuklarına din eğitiminin verildiği bu okullar aynı zamanda konservatuar işlevi görüyor. Örneğin, Ospedale de Medicanti’den, yazdığı bir mektupta kadınların sanatsal duyarlılığını ve zekasını aşağılayan J. J. Rousseau’yu hayran bırakacak sesler çıkıyor, çevre ülkelerden besteciler bu kız çocuklarını dinlemek için Venedik’i ziyaret ediyor. Bir nebze diyorum, çünkü kız çocuklarının bazı enstrümanları çalması hoş karşılanmıyor. Çellonun prototipi diyebileceğimiz “lirone” ya da diğer adı ile “lira da gamma” toplumun nezdinde onları ahlaksız yapan enstrümanlardan yalnızca biri.
Francesca Caccini (1587-1641) (Kaynak: Wikimedia)
Venedik’in zat-ı muhteremleri toplumun kurallarını yazarken Floransa’da Francesca Caccini ilk kadın opera bestecisi olarak ortaya çıkıyor. İlk sahne deneyimini aile üyelerinden oluşan Concerto Caccini topluluğu ile 1. Ferdinando de Medici’nin önünde elde ediyor. Jacopo Peri’nin, Maria de Medici’nin ve 4. Henry’nin düğünü onuruna bestelediği Euridice operasında koroda yer alıyor. Ardından Fransa’dan gelen davet üzerine Concerto Caccini ile turneye çıktığında kendisine 4. Henry tarafından “La Cecchina” adı veriliyor. Saray orkestrasında müzisyen olması için 4. Henry’den davet gelse de ailesi ile Floransa’ya, Riccardi Sarayı’na dönüyor. Burada tanışıp evlendiği müzisyen eşi ile turnelere çıkıyor ve 1625’te, Polonya prensi 4. Ladislaus’un ziyareti üzerine librettosunu Saracinelli’nin yazdığı La liberazione di Ruggiero dall’isola d’Alcina’yı (Ruggiero’nun Alcina Adasından Kurtuluşu) besteliyor. Caccini’nin bu operası günümüze dek ulaşabilmiş tek eseri. İlk operalar mitolojiden beslenirken Caccini’nin eseri, konusunu Rönesans şairi Ludovico Ariosto’nun epik şiiri Orlanda Furioso’nun (Çılgın Orlando) 6., 7. ve 8. kantosundan alıyor. Operanın başlığından anladığımız üzere eserin protagonisti Ruggiero, antagonist olarak ise Alcina’yı görüyoruz. Melissa ise Ruggiero’yu Alcina’dan kurtarmaya çalışan büyücü rolünde karşımıza çıkıyor. Caccini’nin başarısında müzisyen babasının rolü de mutlaka önemli ama hangi dönem olursa olsun klasik müzikte adınızı duyurmak istiyorsanız turnelere çıkmak, çevrenizi genişletmek zorundasınız. Kadının yerinin evi olduğu bir dönemde, erkek egemen bir mesleği icra etmek kolay olmasa gerek. Barok Dönem’de kadınları daha çok operalarda ve madrigallerde vokal olarak görebiliyoruz. Caccini’nin asıl başarısı ise besteci kimliğiyle öne çıkmış olması. Aşağıda, Caccini’nin en sevdiğim aryasını bulabilirsiniz. (Acaba neden?)
Bu yazıda yer vermek istediğim bir diğer isim ise Ethel Smyth (1858-1944). Smyth’in hayatının büyük bir kısmı Londra’da, Viktorya Dönemi’nde geçiyor. Önce Viktorya Dönemi’nden biraz bahsetmek istiyorum. Smyth’in çocukluğunda kızların her zaman daha aşağıda olduğu kabul edilirken oğlanlar bağımsızlıklarını geliştirmeye teşvik ediliyordu. Öyle ki bu dönemde kız çocuklarının yetiştirilmesine dair makaleler ve kitaplar literatüre girmişti. Örneğin; Sara Stickney Ellis’in The Daughters of England (İngiltere’nin Kızları) adlı kitabı ebeveynlere tavsiye niteliğinde idi. Kız çocuklarına ev işleri öğretilir, bilim ya da mühendislik gibi alanlarda eğitim görmelerinin feminenliklerine zarar vereceği düşünülürdü. Ellis’e göre bir noktaya dek entelektüel uğraşlar kabul edilebilirdi, en azından gelecekteki eşini dinlerken konuya yabancı kalmamak için. Toplum için güçlü kadın; dobra, küstah, kibirli, inatçı, topluma aykırı olan demekti. Bilgili ve başarılı olmak ise yalnızca erkeklere atfedilirdi. Buna rağmen bir kadının sanata ve müziğe aşina olması, bilime ve mühendisliğe ilgi duymasından daha kabul edilebilirdi, ne de olsa çocuklarını ve eşini eğlendirebilirdi; ancak yine de sanatta profesyonel düzeyde ilerlemek istemese iyi olurdu çünkü evini, eşini ve çocuklarını aksatırsa toplumun dayattığı ideal kadın imajından aforoz edilirdi.
Ethel Smyth (1858-1944) (Kaynak: Metmuseum)
Ethel Smyth böyle bir ortamda çocukluğunu ve gençliğini geçirdi. Her ne kadar ailesi istemese de 17 yaşında Leipzig Konservatuarı’nda müzik eğitimine başladı. Brahms ve Clara Schumann ile tanıştı. Grieg, Dvorak ve Tchaikovsy ile aynı havayı soludu. 1878’de bestelerini kendi ismi ile yayımlatmak istese de reddedildi. 50 yıl önce Fanny Mendelssohn’un erkek kardeşi Felix’in adıyla, Clara Schumann’ın ise eşiyle bestelerini yayımlatabildiği bir dönem için Smyth’inki oldukça marjinaldi. Shakespeare’in Antony ve Cleopatra’sına bestelediği uvertür olumlu eleştiriler aldı, daha sonra bestelediği Mass in D ise Beethoven’ın Missa Solemnis’i ile karşılaştırıldı. 1890’da İngiltere’ye dönüp bir süre ailesi ile yaşadı. Sonrasında Frimhurst yakınlarındaki küçük kulübesinde çalışmalarını sürdürdü. İlk operası Fantasio 1898’de prömiyer yaptı ve sonrasında 2. operası Der Wald, 1902’de Berlin Operası tarafından sahnelendi. Kadınlara en fazla iyi bir eş ve anne rolünün biçildiği bu dönemde, Smyth’in kendi odasını inşa edip yetişkinliğinde bestelediği Der Wald operası, New York Metropolitan Opera tarafından sahnelenen, bir kadın tarafından bestelenmiş ilk opera olacaktı.
Operalarının librettoları Henry Brewster tarafından Almanca yazılmıştı; çünkü Royal Opera, yeni bestecilerin eserlerini sahnelemekten imtina ediyordu. En azından Almanca librettolar ile Kıta Avrupası’nda tanınabilirdi. Başarıyı yakaladığı 3. operası The Wreckers’ın librettosu ise yine Smyth’in Cornwall kıyısında yaptığı bir geziden aldığı notları dostu Henry Brewster’a göndermesi üzerine Fransızca yazıldı, sonra İngilizceye çevrildi. The Wreckers, Musical Times tarafından “Müzikteki harika eserler arasında sayılması gereken, çok az modern operadan biri” olarak nitelendirildi. Tüm bunlar olurken maestrolar ile sorunlar yaşıyordu. Leipzig’teki maestronun, The Wreckers’ın 3. perdesini oldukça karmaşık yönettiğini fark etti. Ertesi gün, birlikte çalıştığı şeflere bu konu ile ilgili notlar gönderdi; ancak geri dönüş alamadı. Bunun üzerine bir sabah partisyonlarını orkestradan geri aldı ve konserini iptal ederek Prag’a geçti. The Wreckers’ın Londra’da sahnelenmesini çok istiyordu. Birkaç arkadaşının araya girmesi ile sahneleyebildi. Londra’daki konserinden etkilenen arkadaşı Mary Dodge’un, daha rahat çalışabilmesi için hediye ettiği evde ölümüne dek yaşadı. 1913’te duyma yetisini kaybetmeye başladı, buna rağmen Fete Galate ve Entente Cardiale ismini verdiği iki opera daha besteledi. Bu süreçte süfrajet hareketinde aktifti. Oy kullanma hakkını isteyen kadınlar için bestelediği The March of the Women (Kadınların Yürüyüşü), süfrajet hareketinin marşı oldu. Bakan Lewis Harcourt’un penceresine taş attığı için tutuklandı ve hapse atıldı. Orkestralarda daha fazla kadının istihdam edilmesi için makaleler yazdı, kampanyalar yürüttü. Besteciliğinin yanında kadın yazarların ve müzisyenlerin biyografilerini yazdı. Woolf’un dostluğundan oldukça etkileniyor ve onunla sürekli fikir alışverişinde bulunuyordu. Özetle Smyth, döneminin “kadın” anlayışına meydan okudu.
Smyth’in The Wreckers operasının uvertürünü bu linkten dinleyebilirsiniz:
Latincede “boş zaman” anlamına gelen sevdiğim bir kelime var: “otium”. Otiumu en verimli şekilde kullanmanın yolu; kişinin, yapmakla mükellef olduğu işlerden arta kalan zamanını entelektüel uğraşlarına ayırabilmesi. En azından benim için. Fiziksel ya da zihinsel emeğin gerektiği bir alanda kendini var edebilmek de otiumu en verimli şekilde kullanabilmekten geçiyor. Francesca Caccini ve Ethel Smyth kendi odasını var edebilenlerden ve Woolf haklı; kadının kendine ait bir odası olabilmeli ki entelektüel uğraşına ayırabileceği otiumu olsun. Yukarıda alıntıladığım cümlelerde bir yüz yıl sonrasından umutlu, kadınların kendilerinden esirgenen tüm eylemlere ve etkinliklere katılabileceğini düşünüyor. Kırmızı yapraklı akçaağacı gören odamda, oturduğum noktadan Eylül 1929’a baktığımda iyimser olmakta da haklı. Çalıştığım alanın en iyi okullarından birinde, kimilerinin “erkek mesleği” olarak gördüğü havacılık mühendisliğinde araştırma yapıyorum, kendime ait bir odam var, otiumumu kendimce en doğru şekilde kullandığıma inanıyorum. Fakat içinden geldiğim toplumun nezdinde fikirlerimin, merakımın ve literatüre katkımın bir ehemmiyeti olmadığını gördüğüm anlar da oldu. Naif, sakin, sade ve “erkek gibi kadın” değilseniz hoş geldiniz, Hugovari bir sefilliğin içindesiniz, belki de Sefiller’de bir yan karaktersiniz. Bunun yanında toplumun kadına yüklediği sorumluluklar, onları kendilerini gerçekleştirmekten, kıyıda köşede bulduğu otiumunda çevreye kulak tıkayarak ilerleyebilmekten alıkoyuyor. Toplumun nesilden nesile çeyiz gibi taşıdığı sıfatlar sandığından payıma düşenler de kibirli, ukala ve asi oluyor. Bilgisayarımı kapatıyorum, West Lafayette’de güneş batıyor, odamın içi serinlemiş. Ben penceremi kapatana dek kırmızı bir akçaağaç yaprağı masama düşüyor.
Not: Okuyucuya ipucu vermeyi pek tercih etmem; ancak bu yazıda vermek istiyorum. Sonbahar boyunca akçaağaç yaprağı sarıdan kırmızıya renk değiştiriyor. Kırmızı akçaağaç yaprağı ise Japon kültüründe sabrı ve dayanıklılığı sembolize ediyor.
Kaynaklar
Woolf, V. (2022), Kendine Ait Bir Oda, İstanbul, İletişim Yayınları.
Gorham, D. (1982), The Victorian Girl and The Feminine Ideal, London, Routledge Library Editions: Women’s History.
Cusick, S. G. (2009), Francesca Caccini at the Medici Court, Chicago, IL, The University of Chicago Press.
Clements, E. (2005), Virginia Woolf, Ethel Smyth, and Music: Listening as a Productive Mode of Social Interaction, Baltimore, MD, The John Hopkins University Press.
Moon, M. S. (2014), The Organ Music of Ethel Smyth: A Guide to Its History and Performance Practice, Bloomington, IN, Indiana University Press.
Beer, A. (2016), Sounds and Sweet Airs: The Forgotten Women of Classical Music, London, Oneworld.
Letzter, J., Adelson, R. (2000), French Women Opera Composers and the Aesthetics of Rousseau, Feminist Studies Inc.
McVicker, M. F. (2011), Women Composers of Classical Music, London, McFarland.
Colin, C. A. (1994), Exceptions to the Rule: German Women in Music in the Eighteenth Century, Los Angeles, CA, UCLA Historical Journal.
Alexander, R. J., Savino, R. (2004), Francesca Caccini’s Il Primo Libro Delle Musiche of 1618, Bloomington, IN, Indiana University Press.
Tonelli, V.M. (2013), Women and Music in the Venetian Ospedali, East Lansing, MI, Michigan State University.
Wiley, C. (2013), Music and Literature: Ethel Smyth, Virginia Woolf, and “The First Woman of Write an Opera”, Oxford, Oxford University Press.
Koç Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü doktora öğrencisidir.
“Modern toplumlar ne kadar çok çöp üretirse, bu toplumların fertleri de çöp konusunda o kadar az kafa yormak isterler. Bu nedenle de kültürel anlatılarda büyüme ve kirlilik arasındaki bağlantıyı yok etme eğilimi gittikçe artmaktadır.” (Luis I. Pradanos, Postgrowth Imaginaries: New Ecologies and Counterhegemonic Culture in Post-2008 Spain (2018), s. 165.)
BBC Türkçe’nin 18 Mayıs 2021 tarihli haberine göre, dünyanın en büyük plastik atık ithalatçılarından biri olan Çin’in 2017 yılında atık ithalatını yasaklaması sektörde yeni ülkelerin yükselişine neden oldu. Bu ülkelerden biri de Türkiye. Statista’nın BM Comtrade veri tabanından derlediği bilgilere göre Türkiye, 2019 yılında dünyanın en büyük plastik atık ithalatçısı oldu (BBC Türkçe). Bu yazıda, dünya plastik atık ticaretini ve Türkiye’nin nasıl dünyanın en büyük plastik atık ithalatçısı haline geldiğini anlamaya çalışacağım. Hem Avrupa Birliği (AB) ülkeleri hem de Türkiye gibi AB dışı ülkeler tarafından çevrenin korunması için geliştirilen politikaların ve denetim mekanizmalarının etkinliğini sorgulayarak Norveçli filozof Arne Næss tarafından ortaya koyulan ‘sığ ekoloji’ kavramıyla çöp ve plastik atıkları düşünmeye çalışacağım. Çöpün (atığın) görünmezliğinin çevresel ve politik sonuçları nelerdir? Türkiye’nin, dünyanın en büyük plastik atık ithalatçısı olmasının sonuçları nasıl yorumlanmalı?
GRENOBLE-ALPES ÜNİVERSİTESİ SCIENCES PO GRENOBLE yüksek lisans öğrencisidir.
Size böylesine hâkim olan kişinin iki gözü, iki eli, bir bedeni var ve herhangi bir insandan daha başka bir şeye sahip de değil. Yalnızca sizden fazla bir şeyi var: O da sizi ezmek için ona sağlamış olduğunuz üstünlük. Eğer siz vermediyseniz, sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu? (Étienne de La Boétie – Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev)
En basit ifadesiyle kolektif bir eylem biçimi olarak tanımlanan toplumsal hareketler, 20. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde var olan uluslararası ve ulusal konjonktürlerin etkisi altında bir dönüşüm geçirmiştir. Yeni toplumsal hareketlerin amaçları, katılan eylemcilerin profilleri, eylemlerin stratejileri, kazanımları ve sonuçları eski toplumsal hareketler ile karşılaştırıldığında başka bir nitelik ve yön kazanmıştır. Bir diğer deyişle, 1970’li yıllar itibariyle gelişmiş sanayi ülkelerinde yaşanan kolektif eylemlerin biçimi ve niteliğindeki değişim, toplumsal hareketlerin o zamana değin var olan özüne dair bir değişimi veyahut dönüşümü beraberinde getirmiştir. Bu değişiklik özellikle kıta Avrupası literatüründe “Yeni Toplumsal Hareketler” olarak kavramsallaştırılmıştır. Kendisinden önceki toplumsal hareketlerin aksine yeni toplumsal hareketler, “devlet” olgusunun dönüşümüne de eşlik etmekte ve post-modernitenin etkisi altında devlet ve toplum arasındaki yeni ilişkileri de göz önüne alarak yeni bir paradigma yansıtmaktadır.[1] Nitekim bu paradigma, modernleşme sürecinin ve 20. yüzyıl refah devletinin ortaya koyduklarına dair bir eleştiridir: post-endüstriyel toplum yapısı ve ortaya koyduğu çelişkilere karşı bir duruştur. [2] Var olan toplumsal düzende maddi ve somut taleplerin yanı sıra, post-modernitenin sebep olduğu bir kimlik buhranıyla bir hak arayışı ortaya çıkmıştır. Yeni toplumsal hareketler artık ideolojik bilinç ya da sınıf bilinci ile açıklanamayacaktır. Nitekim bu hareketleri oluşturanlar tek bir talep veya tek bir gruba aidiyet belirtmemekte ve heterojen bir yapı sergilemektedir. Bir diğer deyişle, yeni toplumsal hareketlerin talepleri arasında tek bir odak yoktur; gündelik olan siyasete dâhil edilmek istenir. Genel çerçevede karşımıza “hayatı anlamaya yönelik yeni bir paradigma arayışı”, yaşam kalitesi ve kültürel değişim[3] talepleri çıkar.
Boğaziçi Üniversitesi (Yeni) Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Yüksek Lisans Öğrencisidir.
Basın özgürlüğünün Türkiye yolculuğu, Cumhuriyet öncesi yıllara kadar uzanıyor. Hatta Şinasi’nin Tercüman-ı Ahval gazetesini çıkardığı 1860 yılına kadar gidebiliriz. Söz konusu deneyim önemlidir çünkü halkın yaşananlarla ilgili fikir sahibi olması gerektiği ilk kez Şinasi’yle ortaya koyulur. Birinci sayıda, Osmanlı’da padişahın mülkü olarak görülen insanları nitelemek için kullanılagelmiş “tebaa” kelimesi yerine “umum halk” ifadesinin bilinçli tercihi dikkate değerdir.[1] Yüzyıllar boyunca süregelen topluma dönük edilgenlik beklentisi, yerini etken olmayı teşvike bırakır. İtaat eden, emri uygulayan, sorgulamayan kişi arzusu; fikir sahibi, uyanık, aydınlanmış, farkındalığı yüksek bireylerin ortaya çıkması isteğine dönüşür. Ne var ki, çabası cezalandırılır: Belli bir zaman sonra, Şinasi’nin gazetesinin yayımlanmasına son verilir; Genç Osmanlılar hareketi içinde de yer alan yazar sürgüne gönderilir.