Av. Yıldız Tuğçe Erduran
İstanbul Üniversitesi Kamu Hukuku Bilimdalı’ndan yüksek lisans mezunudur.
Tüm kavramların önce cilalanıp sonra eritilerek birbirine lehimlendiği günümüzün “füzyon” hastalığından hukuk da nasibini aldı. Nasıl almasın ki? Vecdi Aral Hoca’nın hukuk felsefesine giriş notuyla, “Hukuk, adalete yönelmiş bir toplumsal yaşama düzeni” değil artık. Ne yazık ki hukuk, ayrıcalıklı bir kesimin kullanışlı aparatı halini aldı. Üstelik bu, pek de yerel bir sorun değil. Yani, eşitsizlikte eşitiz.
Bu yazıda, girişteki tiradıma tezat olarak bir kavramlar kokteyli irdeleyeceğim: Bilim, Hukuk ve Etik. Bu üçlünün merkezinde üreme teknolojileri ve bu teknolojilerin köleleştirdiği kadınlar var.

Tarihçesine göz atmak istersek, 1980’li yılların başından itibaren dünya kendini hızlı bir biyoteknolojik devrimin içerisinde buldu. Biyoteknoloji şirketi Genentech’in halka arzıyla biyolojik ürünlerin artık borsada işlem gören bir meta haline gelmesi ve ilk kez canlı bir organizmaya patent verilmesi (Diamond v. Chakrabarty) 1980 yılına tekabül eder. 2000 yılında İnsan Genom Projesi’yle insan genetik haritası çıkarılarak bunun kamuya ifşası sağlandıktan sonra “Kutsal Kâse” de kendi kırılımını yaratmaya başladı. Bir açıdan biyolojik yazılımımız olan genler, dokunulmazlık alanından çıkalı yıllar oluyor. Artık bu yazılım üzerindeki ufak bir dokunuş, o genin bir şirketin güdümüne patent yoluyla girmesine el veriyor.
Peki, bu gelişmelerin kadınlarla ne ilgisi var? Çok ilgisi var! Doğal ürünün bir emtia olarak pazarda işlem görmesiyle, teknoloji, hızını “paraya tahvil edilen” her olasılığı mümkün kılmaya adadı. Burada üreme teknolojilerinin de oldukça önemli bir payı var. Çocuk sahibi olmak isteyen çiftler için yeni olanakların sağlanması oldukça müspet bir alan açsa da; madalyonun karanlık tarafı, bu teknolojilerin bir “gen pazarına” dönüştüğünü de gösteriyor.
Artık laboratuvar ortamında sperm ve yumurta saklanabiliyor. Kadınların yumurtaları dondurularak çocuk sahibi olmak istedikleri zaman vücutlarına nakledilebiliyor. Sperm ve yumurta laboratuvarda döllenip donduruluyor ve istek üzerine annenin karnına nakledilebiliyor. Dahası da var; sperm bankalarından sperm, yumurta bankalarından yumurta satın alınabiliyor. Kendi yumurtasını kullanmak isteyen bir kadın, sperm satın alabileceği gibi bir kadın bedenini de “sözleşme” ile kiralayabilir. Üç farklı insanın iç içe girdiği bir ebeveynlik gibi görülse de burası meçhul. Zira hamilelik sona erdikten sonra doğan bebeğin -sözleşmeye göre “ürünün”- annesi, sözleşmesel ilişkide ödemeyi yapan taraf oluyor. Duruma göre kiraladığı anneye yumurtasını veren kadın, duruma göre de kendi bedeninde başka bir kadının yumurtasını kullanan kadın, çocuğun annesi olmaya hak kazanmaktadır. Hatta kişi isterse yumurta ve spermi de marketten satın alabilir ve kiralık bir kadın bedeninden çocuk sahibi olabilir. Bu çoklu gen haritasında ebeveynlik hakkı sadece “ödemeyi” yapana verilebilir. Zira “sözleşmesel hak ve sorumluluklar” zincirine göre ücretini ödediği takdirde bunların hepsine sahip olmaya hakları var.
Bir çift, annenin hem bedenini hem de yumurtasını kullanabilir ve taşıyıcı anne ajansına parasını ödediği takdirde kiralık anneyi kontrol altında tutabilir. Ola ki, bedeni o bebeğe yuva olmuş kiralık anne bebek üzerinde hak iddia etmek için mahkemeye gitsin, burada da müspet bir düzen tayin edilmiyor. “Çocuğun üstün yararı” gözetilerek verilen mahkeme kararları, çocuğun (ürünün) sahibine, hakkını genelde teslim ediyor. Her ne kadar sosyal medya reaksiyonunu eşcinsel erkek çiftlerin bir çekirdek aile olması alkışları üzerinden alsa da düpedüz ticari bir ilişki alttan yürütülüyor.
Sperm ve yumurtanın, raf ömrü sınırlı tüketim ürünlerine dönüşmesi, arz ve talep döngüsü içerisinde kendi standartlarını yarattı. Danimarkalı, yüksek lisans bitirmiş, boyu 1.85’ten uzun sperm bağışçıları bu marketin en lüks tüketim ürünü olarak talep görüyor. Enteresan bir biçimde yumurta bağışçılarının ürünlerinde duygusal kodlara hitap eden özellikler de var. Yani yumurta bağışçısının; yumuşak kalpli, iyi huylu, neşeli bir karaktere sahip olduğu özellikleri de marka değerini belirliyor[1]. Herhalde yumuşaklık anneden, güç babadan geçer inanışını reklamcılar kullanmaya devam ediyor. Yumurta bağışçılığı, sperm bağışlamaktan farklı medikal prosedürleri gerektirmektedir. Yumurtaların büyümesi için yapılan enjeksiyon hormon dengesini değiştirirken yumurtaların vücuttan alınması da bir operasyonla gerçekleştiriliyor. Bu komplikasyonlar kalıcı etkiler de yaratabilir ancak ajanslar elbette bunlardan bahsetmiyor. Donör kadınların sağlık durumu, bahsettiğimiz satış sözleşmesinin dışında kalıyor.
Kiralık annelik ise bambaşka bir boyut! Kiralık anneyle sözleşme yapan “ebeveynler”; kiralık anneyi 9 ay boyunca bir çeşit hapis hayatına mahkum edebiliyor. Örneğin bebeğin sağlığı için, kiralık anneye takılan izleme cihazlarıyla günlük sporunun takibi, beslenme hakkında talim alma gibi uzun listeler dayatılabilir. Kiralık annenin, bebek hakkında hak iddia edemeyeceği akitte yer alıyor. Kiralık anneye ödemeler taksit halinde yapılıyor; bebek sağ doğmazsa son taksit ödenmiyor. Doğum sırasında annede gerçekleşen komplikasyonlara ilişkin bir maddeye ben rastlamadım.
Peki bebeklere ne oluyor? Sağlıklı doğmayan bir bebek olursa, kiralık anne kusuru halinde tazminat doğuyor mu? En nihayetinde borçlar hukukundaki “ayıplı mal” satıcının sorumluluğu hükümleri doğabilir. Peki, sağlıklı bebeğin, alıcılar tarafından “beğenilmemesi” hakkında bir genel uygulama var mı? Bunların hiçbirinin cevabı yok. Üstelik bu bebekler nüfusa geçirilmediği için “vatansız” statüsünde koruma altına alınabileceği bir devlet babaya da sahip olmuyor. İşte bu düzene uygun olarak sadece kasanın kazandığı bir sistem dizayn edilmişken buna olumlu bir tablo olarak bakmak pek içimden gelmiyor.
Eşcinsel çiftlerin aile olmak istemesi elbette kimsenin el uzatamayacağı ve haddinin olmayacağı bir talep. Ancak kendi biyolojik materyalleri ile bir kadının köleleştirilerek üremesi bir hak mıdır? Bu hakkın kullanımı için bir kadının bedeninin köleleştirilmesine göz yumulmalı mıdır? Ben buna tamamen karşıyım. Aynı şey, hamile kalmayan/kalamayan kadınlar için de geçerli. Kantsal argümanla okursak, insan bedeni asla araçsallaştırılmamalı. Nasıl ki, böbrek satmak istisnasız her ülkede yasaksa, aslında kiralık annelik de bundan farklı değil. Bilakis, hamilelik ve doğum vücutta kalıcı değişimler bırakan bir süreç. Zaten bu sebeple, üremek bir hak öznesi olarak cilalanmaya çalışılıyor. Üstelik Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 4. maddesinde öngörülen kölelik tamamen yasakken herkesin kendi biyolojik ürününe “sahip olma” arzusunun bir hak olarak görülmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, üremek bir hak değildir.
Hukuki açıdan taşıyıcı annelik yasal değil ancak yasak da değil. Gri bir alanda varlığını sürdürüyor. Yasaklı ülkeler haricinde taşıyıcı annelik sözleşmeleri uygulanıyor. Ancak yasal olmadığı için standartları, ihtilaflardaki çözüm yöntemlerinde bir birlik yok. Sorunlar genelde “çocuğun üstün” yararı altında, esasen alıcının lehine çözümleniyor. Ancak uygulama birliğinden söz edemeyiz. Şimdilerde Hindistan, İngiltere gibi ülkelerde en azından hukuki standartların getirildiği görülmektedir. Ülkemiz, taşıyıcı anneliği tanımıyor. Ticari yolla anne kiralamak yasak. Bu açıdan içim rahat.
Kıssadan hisse: Teknoloji, hukuk ve etik disiplinlerinden daha hızlı ilerliyorsa da bence sosyal bilimcilerin en önemli görevi bu yenilikleri yere sağlam basan bir formda toplumun kullanımına sunmak. Aksi halde teknolojiye erişebilir ayrıcalıklı kesimin yeni bir sınıf yaratması işten bile değil. Görünen o ki, biz kadınlar yaklaşan bu canavarın ilk kurbanları olacağız. Bu sebeple erken dönemde şerhimi koymak istiyorum.
[1] Rene Almeling, Sex Cells The Medical Market for Eggs and Sperm, 2011, University of California Press.