Hazal Selçuk
Psikoterapist ve Müzisyen
“Böyledir akşamları İstanbul’un, bir efkâr basar içini çoğu zaman” diye başlar şair. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın kaleminden dökülen sözler önce şiir, sonra şarkı olur. Timur Selçuk’un Paris’te yaşarken bestelediği zamansız şarkılarından. Çaresizliğe kafa tutan, aynı zamanda hayal kırıklığını en zarif şekilde anlatan, armonik yapıyı şiirin atmosferine hizmet etmek ve onu dönüştürmek için kullanan, isyankâr ve hüzünlü bir şarkı. Siz yıllandıkça bambaşka anlamlar kazanan şarkılardan. İstanbul’da yaşamış bir Türk besteciden çıkan ve dünyadaki herkesin yüreğine dokunabilecek bir eser. İyi dinlendiğinde şarkının sonunda, o efkârın umuda dönüşebileceğini bile hissedebilirsiniz. Kim bilir daha başka neler bulursunuz içinde.

Müzik böyle bir şey. Yüz yıl geçse de üzerinden, hangi kuşaktan olursanız olun fark etmez, sizi insan olmanın tam göbeğinde karşılar iyi müzik, iyi resim, iyi şiir, kısaca sanat. Kendinizle buluşursunuz. Anlaşıldığınızı, var olduğunuzu hissedersiniz. Müzik beynin mantık berisindeki alanlarına çabucak tesir ettiği için güvenli bir duygusal dışavurum imkânı yaratır. Tertemiz bir denize atlar gibi suya dalar ve orada adeta rahat bir nefes alabilirsiniz iyi müzik sayesinde.
Türkiye’de yüz yıl önce kurulmuş Cumhuriyet de iradeyi millete vermek üzere yapılan büyük bir devrim, yüzünü çağdaşlaşmaya, bilime, sanata, eğitime, üretime, araştırmaya, reforma, fırsat eşitliğine dönen yapının adıdır. Cumhuriyet ilelebet içinde soluklanılabilecek, var olunabilecek engin bir deniz olma niyetiyle kurulmuştur. Kalkınmanın sadece ekonomiyle değil; bilim, kültür, felsefe, eğitim ve en önemlisi sanatla olacağını öngörmüş dünya üzerindeki ender yapılanmalardandır.
Türkiye’de Cumhuriyet’le beraber başlayan müzik devrimi, müzisyenlerin, müzik öğretmenlerinin ve müzik öğrencilerinin yerel müzikle birlikte Batı’da icra edilen çok sesli müziği öğrenmelerini, bu bilgileri eserlerine ve müzik eğitimine dahil etmelerini sağlamaya yöneliktir.
Cumhuriyet müzik devriminin özü, çok sesli müziği hayatın içine katarak opera, operet, koral müzik, senfonik müzik, oda müziği gibi besteci ve yorumcuların ifade araçlarını çeşitlendirecek farklı müzikal formları repertuara dahil etmek ve halkın çok sesli müzik dinleme kapasitesini geliştirmektir. Niyet, müzisyenlerin çok sesli müziğin bileşenlerini öğrenmeleriyle müzikal anlatım olanaklarını genişletmek, bu sayede yeni müzikal yollar, yeni ifade dilleri yaratmanın öncüsü olmak ve Türk müziğini dünyayla paylaşmaktır.
İşte Timur Selçuk bu devrimin özünü yakalamış bestecilerin en önemlilerindendir. Selçuk, halk müziği ve klasik Türk musikisinin “Yaradan’ın bu topraklara verdiği eşsiz hediyeler” olduğunu her fırsatta hem eserlerinde hem de sözleriyle vurgulamış, “Yarı beline kadar Batı’nın penceresinden aşağı bakarken kafa üstü düşmemek gerekir” diyerek Batı’nın müzik yapma araçlarından faydalanılarak müzikal ifadenin çeşitlendirilip geliştirilebileceğini, ancak Anadolu topraklarına ait Halk müziği ve klasik Türk musikisinin özellikle Batı müziği eğitimi veren tüm konservatuarlarda öğrencilere öğretilmesi gerekliliğini savunmuştur.
Müzik, yaşamın tüm renklerinin ve seslerinin aynasıdır. Duygusal olarak yaslanılabilecek en emniyetli alan olmakla birlikte zihinsel olarak denge, uyum, hatta uyumsuzluk ve katmanlı anlatımın deneyimlenebileceğini, farklı seslerin aynı anda var olabileceğini gösteren en güçlü araçlardan biridir. Müzik dinleme kapasitesi geliştikçe, duyma, anlama ve yaşama farklı açılardan bakabilme olanakları da genişler. İyi bir sanatçı bize insan olmanın aşkın yanını hatırlatır.
Çok sesli icra Türkiye Cumhuriyeti’nin, Osmanlı’nın kültürel mirası dahil olmak üzere içinde barınan müzikal kültürden kopması değil, tam tersine, o kültürün ve ruhun daha da ortaya çıkartılabilmesi ve dünyayla paylaşılabilmesi için bir fırsat olarak görülebilir.Bunu Timur Selçuk’un İstanbul Oda Orkestrası albümünde Kemençeci Nikolaki, 3. Sultan Selim Han, Dilhayat Hanım, Şerif Muhittin Targan, Refik Fersan, Hasan Ferit Alnar, İsmail Baha Sürelsan, İsmail Dede Efendi, Hacı Arif Bey’in eserlerine yaptığı orkestrasyonlarda duyabilirsiniz. Ayrıca oyun müziklerinden piyano müziklerine, orkestra eserlerinden chanson, opera, bale müziği ve Lied formuna varan eserlerine kadar hem makamsal hem de Türk müziğine has ritmik öğelerin melodi ve armoniyle ustaca buluşmasına tanık olursunuz. Türk müziği enstrümanlarının orkestraya dahil edilerek sergilendiği bu çalışmalar bestecinin kendine özgü, yeni, zengin, Türkiye’den çıkan, yine Türkiye’ye ve aynı zamanda dünyaya ait bir dil yaratmasını sağlamıştır.
“Aydın olmanın son evresi müzikten anlamaktır” diyen Timur Selçuk’un eserlerini tek bir piyanoyla icra ederken enstrümanını çoğu zaman bir bağlama gibi kullandığını, yorumunu lirik şarkı söyleme sanatı ve ancak halk müziği ve klasik Türk müziği icra yelpazesinde bulunacak nüanslarla birleştirdiğini duyarsınız.
Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Orhan Veli Kanık, Ümit Yaşar Oğuzcan, Uğur Mumcu, Rıfat Ilgaz, Oktay Arayıcı başta olmak üzere Cumhuriyet devri şairleri, yazar ve oyun yazarlarından bestelediği eserleri hem sıcak hem sade, hem saf hem isyankâr hem de teatral yorumla birleştirebilmesi, Timur Selçuk’u Cumhuriyet devrimini müzikal olarak gerçekleştirmiş Türk bestecilerinin en önde gelenlerinden yapmaktadır.
Bir başka devrimci sanatkâr, Türk musikisini ayağa kaldıran adam olarak bilinen Münir Nurettin Selçuk’tur. Şarkı formunda verdiği eserlerini lirik şarkı söyleme sanatı ve klasik Türk müziği icra teknikleriyle harmanlamış, ilk defa ayakta, frak giyerek, kendisi solist olarak önde, sazlar ve koro arkada olacak şekilde bestelerini icra etmiştir. Bugün alıştığımız konser formu klasik Türk müziğinde ilk defa Münir Nurettin Selçuk tarafından 1930 yılında bugünkü Ses Tiyatrosu’nda gerçekleştirilmiştir.

Münir Nurettin Selçuk, yalnızca divan şiiri değil, divan şiiri ve Cumhuriyet dönemi arasındaki geçişi en güzel sergileyen şairlerden Yahya Kemal Beyatlı başta olmak üzere Faruk Nafiz Çamlıbel, Ümit Yaşar Oğuzcan, Vecdi Bingöl gibi Cumhuriyet dönemi şairlerinin şiirlerini bestelemiştir. Halk türküleri, tangolar, gazeller seslendirmiş, gerek bestecilik gerekse icrada Osmanlı kültür mirası ve Cumhuriyet’in devrimci ruhunu eşine rastlanmayacak bir incelik ve ustalıkla sanatına yansıtmış, Türk müziğini evrensel boyuta taşıyan bir devrimci olarak müzik tarihine geçmiştir. Yazının son kısmında Münir Nurettin Selçuk’un eserlerinin dinleyiciler üzerinde bıraktığı etkiyi iki gerçek hayat hikâyesinden derlemeyle ayrıca tasvir edeceğim.
Türk beşleri olarak adlandırılan Adnan Saygun, Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Hasan Ferit Alnar, Necil Kazım Akses piyano eşlikli halk türküleri, opera, operet, müzikal, film müziği, konçerto, koro için eserler vermişler, Muammer Sun, Nevit Kodallı, Ruhi Su, Aşık Veysel, Sadettin Kaynak, Vecdi Seyhun, Mesut Cemil, Refik Fersan, Neveser Kökdeş yeni dil yaratırken seçtikleri alana göre, halk ve/veya klasik Türk müziği öğelerini Cumhuriyet’in değerleriyle birleştirmiş önemli besteci, yorumcu ve eğitmenlerden bazılarıdır. Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı memleketin eğitim yoluyla kalkındırılması, İsmet İnönü, Hasan Âli Yücel, İsmail Hakkı Tonguç önderliğinde geliştirilmiş köy enstitüleri projesiyle Cumhuriyet tarihinde fırsat eşitliğini uygulamaya koymak üzere gerçekleştirilmiş dünya üzerinde örnek gösterilen bir yapılanmadır. Köy enstitüleri pek çok çocuğun erken yaşta enstrüman çalmasını, birlikte müzik yapmasını, müzik teorisi bilgisi ve müzikal deneyimle yurdun pek çok yerinde görev yapan değerli müzik öğretmenleri yetişmesini sağlamıştır.
Cumhuriyet devrimine şahit olmuş, Cumhuriyet Türkiye’sini yaşamış pek çok önemli müzik insanının eserlerini ürettiği ve emanet ettiği Türkiye Cumhuriyeti’nde bugün bulunduğumuz noktada, Cumhuriyet’in 100. yılında, müziğin ve genel olarak sanatın durduğu yeri düşünmeye başlayabilmek için aklımdaki soruları paylaşmak isterim:
Artık hayatta olmayan değerli müzik insanlarının eserleri bugün ne sıklıkta halkla buluşabiliyor? Köylerde müzik eğitimi nasıl sağlanıyor? Müziğin kalite kontrolünün algoritmanın insafına göre organize edildiği içinde bulunduğumuz bu zamanda, çok beğeni eşittir kalite denklemi bize genel olarak nasıl bir sanatsal çerçeve çizmekte?
Bugün, sanatçı veya sanatkâr kime deniyor, bu kelimeler nasıl tarif ediliyor? Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan sanatçılar maddi manevi verdikleri emeğin karşılığını aldıklarını hissediyorlar mı? Ancak reklam gücüyle halka ulaştırılabilen ve böylelikle büyük firmaları zengin eden, gücün üretende değil, kazanç ve kâr sağlayanda olduğu sistemde popüler olmayan, müziğiyle para kazanamayan yetenekli müzisyenler üretmeye nasıl devam ediyor? Müzik yaşamın yansımasıysa, hayatın, bugün dijital ortamda fazla gösterilmeyen yanları nasıl ses bulabiliyor? Orijinal işler yapmak, keşfetmek, araştırmak ve öğrenmeye zaman ayırmak ne kadar mümkün? Türkiye’de bir zamanlar devlet bursuyla desteklenen müzik öğrencileri şimdi desteklenmekte mi? Ekonomik sıkıntıların en önce işçi, emekçi ve sanatçıları vurduğu ülkelerde sanatsal üretim nasıl sürdürülebilir? Hayatını müziğe adamış müzisyenlerin müzik yaparak geçinememeleri onların üretimini ve öğrencilerine verdikleri tavsiyeleri nasıl etkiliyor? Çabuk tüketilen, birbirine benzer müziklere maruz kaldığımızda, farkında olmadan dağarcığımıza yerleşen müzikal diller bize ne veriyor? Yaratıcılığın spontanite ve oyun oynama kapasitesinin artmasıyla, oyun oynamanın da emniyet ve güvenle mümkün olduğunu düşündüğümüzde yayılan yargılayıcı linç kültürü bireysel yaratıcılığın ifade bulmasına nasıl etki ediyor? Talep ne ise onu karşılamayı ilke edinen sistemde, içinde kaliteli müzikal ve sözel malzeme olan eserlere kolaylıkla ulaşmamız ne derece mümkün? Kalite ve onun zıttı olanı birbirinden ayırt etme kapasitemizi geliştirmek ne derece kolay?
Tüm bu soruları sorduktan sonra, eğer müzik bir insan olsaydı ve ona Cumhuriyet’in 100. yılında “Nasılsın?” diye sorabilseydim, bana ne cevap verirdi diye düşündüm.

Bu noktada bu soruyu nasıl bir insana/müziğe sorduğumu netleştireyim:
Çalışkan, üretken, gönlü açık, insanın derdiyle dertlenen, kendini tanıyan, haksızlığa ses çıkaran, ülkesinin ve dünyanın insanını seven bir insan/müzik. İnsanın ince duygu ve düşüncelerine hitap etmek isteyen, emekle, tecrübeyle, farkındalıkla gelişmiş, ait olduğu, kendini ait hissettiği kültür ya da kültürlerin insani değerlerinden beslenirken büyük resmin ve dünyanın da bir parçası olduğunun farkında bir insan/müzik. Cumhuriyet’in 100. yılında nasılsın?
Bir bağlama gibi hüzünlü, bir ud gibi narin, bir ney gibi derin, bir senfoni orkestrası gibi zengin, elektrogitar gibi distorsyonlu, bir davul gibi coşkulu ve öfkeliyim. Cumhuriyet’in 100. yılında Türkiye’de gerçek sanatçı, işçi, emekçi, öğrenci, çocuk, genç, yaşlı, ağaçlar, nehirler, denizler, hayvanlar, ekonomi, adalet nasılsa ben de öyleyim.
Çalışanın hakkını alamadığı, dürüst olmanın zayıflık olarak görülebildiği, saf, doğal, temiz olanın korunmadığı, hazinelerin harcandığı, bilginin değer görmediği, nehirlerin kuruduğu, ormanların yakıldığı, seslerin kısıldığı, geleceğe dair umut beslemenin oldukça zorlaştığı bir ortama rağmen benden çıkan sesler Türkiye’den yayılan seslerin en güzellerinden olduğu için gururluyum. Ben Türkiye’nin ruhuyum.
Sanatçının yasaksız ve otosansürsüz üretebildiği, dinleyicinin gerçek sanat eserlerini hak ettikleri yere koyabildiği, popülaritenin her zaman kaliteyi yansıtmadığının bilindiği, her çocuğun kolaylıkla bir müzik enstrümanına sahip olabildiği, bir müzik öğrencisinin istediği okula gidebildiği, ülkesinde, kendi kültüründe de üretebildiği, hayatını idame ettirebildiği, maddi manevi desteklendiği, kendi toprağından akan müzik nehirlerinden beslenebildiği ve dünyaya açılabildiği bir gelecek hayal ediyorum. Her şeye rağmen umutluyum. Glissando gibi, 9/8’lik gibi, Cumhuriyet gibi umutluyum.
İnsanı eşyalaştıran ve suni gruplara ayıran sistem, büyük şirketler yoluyla kendi müzik kültürünü yaydıkça, orijinal sesler ve kelimelere ulaşmak zorlaşıyor. İşte tam bu noktada, yaptığı müziğin kültüründe yetişmiş, geçmişini bilen, sazına emek vermiş, ustalarından feyz almış ve yeni eserler üreten yetenekli müzisyenlere duyulan ihtiyaç bir o kadar fazla.Hem köklü kültürel mirasının hem de Cumhuriyet devriminin bir sonucu olarak, Türkiye sanat ve özellikle müzik konusunda gerek yurt içi gerek yurt dışında pek çok yetkin müzisyene sahiptir. Ancak günümüzde çoğu müzisyen hayatını idame ettirebilmek için ya başka işlere yönelmek ya da kapasitesinin altında çalışmalarla yetinmek durumunda kalmakta ya da yaptığı özgün işleri dinleyiciyle buluşturmakta zorlanmaktadır. Türkiye’nin 100. yılla birlikte atabileceği en önemli adımlardan biri Cumhuriyet değerleri ve kazanımlarına geri dönerek eğitim ve üretim olanaklarını çoğaltmak, Türkiye’de halen hayatta olan değerli müzik insanlarının ve genel olarak sanatçıların üretip eserlerini paylaşabilmeleri için bazı batı ülkelerinin kendi sanatçılarına uyguladığı çeşitli ayrıcalıkları devreye sokmak olabilir. Bunların başında üstün hizmet veren sanatçılara üretmeleri için ödenek verilmesi hatta vergi ile ilgili yapılabilecek düzenlemeler gelebilir. Şahsiyetli eserler üretmek için yapılan mesai ve bu eserlerin nesiller boyu ülkenin kültürel mirasına yapacağı katkı göz önünde bulundurulduğunda sanatçıların üretebilmeleri için onlara kolaylık sağlanması ve o üretimlerin dinleyiciyle buluşmasına destek verilmesi Türkiye’ye yapılacak en büyük yatırımlardandır. Tıpkı bir zamanlar yetenekli öğrencilerin okumasına destek olduğu gibi, devletin kaliteli eser veren sanatçılara gözü gibi bakması gerekir. Öte yandan sanat öylesine güçlü bir ihtiyaçtır ki sanat eserleri insanlık tarihi boyunca, dünyanın her yerinde zorluk ve imkânsızlıklara meydan okuyarak doğmaya devam etmiş ve edecektir.
Depresyon ve kaygının arttığı, emniyet duygusu ve huzurla bağlantı kurmanın zorlaştığı bu zamanda, başta bahsettiğim gibi, temiz sanat denizlerinde soluklanmaya, sanatın sağladığı güce çok ihtiyacımız var. Yazının devamında böylesi engin bir deniz olan, besteleri ve icrası adeta devâ olarak nitelendirilen, Münir Nurettin Selçuk’un sanatının bıraktığı etkiyi iki gerçek hayat hikâyesinden uyarlanmış derlemede bulacaksınız.
DEVÂ
Aşağıda okuyacağınız iki bölüm gerçek hayat hikâyelerinden uyarlanmıştır.
I.
“Beni Münir Nurettin’e götürün!”
Emel Hanım
Yıl 1950. Eski İstanbul’un göbeğinde bir kâgir ev. Emel Hanım’ın baş ağrısı artmış.
Kocası Özcan Bey telaşlı.
“Ne yapsak, doktoru arayalım mı?”
“Yok istemem.”
“Eczaneden ilâç alsın çocuklar bir koşu o zaman?”
“Yok, Özcan, ilâç bir işe yaramaz. Uyuşturuyor beni, sevmiyorum.”
Özcan Bey balkona çıkıyor. Bakıyor evin önündeki yemyeşil bahçeye, ıhlamurların kokusunu içine çekiyor. Karısının acı çekmesine üzülüyor, dışarının sessizliğinde huzur bulamıyor. İçerden Emel Hanım’ın sesi: “Vay başıııım vay, vay, vay!” Özcan Bey’in iki oğlu ve gelini de endişeli. Bugüne kadar Emel Hanım’ın böyle başının ağrıdığını duyan olmamış.
Özcan Bey içeri giriyor hemen.
“Ne yapayım sana peki Sultanım? Nasıl geçireceğiz bu baş ağrını? Doktorsuz olmaz ki bu.” Emel Hanım dik bir bakış atıyor Özcan Bey’e.
“Doktor lâkırdısı istemem dedim Özcan. Beni Münir Nurettin’e götürün!
Akşama giyeceğim entarimi çıkarın dolaptan, havalansın.”
Özcan Bey bakakalıyor Emel Hanım’a. Bu halde Münir Nurettin’e nasıl gidilir? O çoktan konser biletlerini oğlu ve gelinine teklif etmeyi düşünmüş.
Bütün aile Münir Nurettin hayranı. Evlerinde hep Münir Nurettin çalıyor, özellikle Emel Hanım onun okuyuşuna, üslûbuna hayran. Emel Hanım ud çalar, evlerinde daha önce gramofonda şimdilerde de müzik dolabında alıp dinledikleri taş plakların arasında Münir Nurettin eserlerinde eksik yoktur.
“Daha geçen pazar gidip dinlemiştik Küçük Çiftlik Parkı’nda. Akşam senin baş ağrın var diye konsere çocuklar gider belki diye düşündüm, Sultanım. “
“Beni Münir Nurettin’e götürün” diyor Emel Hanım tekrar, “İyi gelecek biliyorum. Eğer iyi gelmezse o zaman doktora gideceğim, söz!”
Özcan Bey’in boynu kıldan ince.
Emel Hanım’ın mor ipekli elbisesi ve ince ceketi hazır ediliyor ama evde kimse Emel Hanım’ın akşam konsere gidebileceğine ihtimâl vermiyor.
Akşamüzeri, Emel Hanım büyük bir gayretle mor ipekli entarisini giyiyor, saçlarını tarıyor, tarağın her başına değişinde, gözlerini acı içinde yumuyor.
Özcan Bey’le ev ahalisinin endişeli bakışları arasında evden çıkıyorlar.
Konser başlarken Emel Hanım’ın elleri şakaklarında, gözlerini zor aralıyor. Özcan Bey’in gözü sadece karısında. Sahneye alkışlarla Münir Nurettin çıkıyor, çok şık giyinmiş, arkada korosu, birbirinden değerli saz üstatları. Selamlıyor seyircisini ve başlıyor ilk eserini okumaya.
Özcan Bey endişeli, karısının yüz mimiklerine odaklanmış.
İkinci eserden sonra Emel Hanım’ın yüzü yumuşamaya, elleri tempo tutmaya, dudakları şarkı sözlerine katılmaya başlıyor. Münir Nurettin sadece eserlerini okumuyor, aynı zamanda besteleri üzerine konuşuyor. Kısa bir süre sonra Özcan Bey ve Emel Hanım tamamen Münir Nurettin’in sesine bırakıyorlar kendilerini.
Gün Doğarken Yıldızlar Söner de Belli Olmaz, Çepçevre Bahar İçinde, Aşk Yolunda Bağrı Yanık Yolcular, Dönülmez Akşamın Ufkundayız, Aziz İstanbul, Kalamış…
“Bir de gazel düşürebilirsek bakalım” diyor Münir Nurettin… Salonda alkış kopuyor. Konserden çıkıyorlar, Emel Hanım’ın yüzünde solmayan bir tebessüm.
“Geçti mi baş ağrın Sultanım?”
“Geçti” diyor Emel Hanım. “Haftaya pazar Küçük Çiftlik Parkı’na gidelim!”
Özcan Bey 1952 yılında Caddebostan’da bahçe içinde müstakil iki katlı bir ev alıyor. Ailece oraya taşınıyorlar, Nevin Hanım’ın birkaç sokak yanına…
II.
“Zemini türlü çiçeklerle süsledikçe bahar…”
Nevin Hanım
Yıl 2007. Yer Caddebostan’da bir apartman katı.
Emel Hanım’ın birkaç sokak ötesinde oturan Nevin Hanım camdan İskele Sokak’a bakıyor. Bugünkü barlar sokağı. Gözleri bir noktaya kilitlenmiş. Nevin Hanım 50 yıldır İskele Sokak’ta bu apartmanda oturuyor. 50 yıl önce Yeni Yol’daki müstakil evleri yıkılınca daha az ev işi olur diye kendini avutmuş, ne yapıp etmiş bir ufak apartman dairesi almışlar kocası Osman Bey’le. Üç çocuklarını apartman katında büyütmeye devam etmişler. Nevin Hanım klasik Türk sanat müziği dinlemeyi ve şarkı söylemeyi çok severdi vaktiyle. Sabah uyanır uyanmaz radyosunu açar, bulaşık yıkarken de hep bir şarkı mırıldanırdı.
50 yıl önce İskele Sokak’ta sadece birkaç lokanta var, sonra dondurmacı Burhan geliyor, 1976’da meşhur Filiz Kuruyemişçisi açılıyor. Bugünün barlar sokağı, o günün sakin, bisiklete binilen, ailelerin dolaştığı, denize ve Bağdat Caddesi’ne uzanan sokak. Osman Bey, Caddebostan iskelesinden vapura binip “İstanbul’a” çalışmaya gidiyor. Uzun yıllar, Nevin Hanım öteberisini Asya Pazarı’ndan alıyor. Ev işi bittiğinde, bugün Migros’un olduğu yerde, eskiden önce Ayten, sonra Maksim adı verilen gazinoda akşam üzeri oturup çay içmeyi çok seviyor. Osman Bey iş dönüşü vapurdan indiğinde, buluşup beraber İskele Sokak’tan eve yürüyorlar.
Bir de tabii Moda Deniz Kulübü var. Nevin Hanım için orası çok özel, çünkü orada defalarca Münir Nurettin’i dinlemiş. Her fırsatta Münir Nurettin’in billur sesini anlatırdı.
“Öyle bir ses bir daha gelmez yeryüzüne. Hele mehtap çıktığında okuduğu gazelleri dinle, ölüyü diriltir o gazeller, denizdeki balıklar bile âdeta durup dinlerdi Münir Bey’i.”
Ancak Nevin Hanım’ın Moda Deniz Kulübü’nde Münir Bey’le başka çok önemli bir münasebeti daha olmuş.
“O akşam nişan yemeğimiz var, Münir Bey geldi, o kadar heyecanlandım ki, dilim tutuldu, konuşamadım. Bütün akşam kocam konuştu, bir ara kocam dedi ki, Münir Bey, inşallah oğlunuz Timur da sizin gibi eşsiz bir sanatçı olacak. Münir Bey gülümsedi, fazla konuşmayı sevmezdi. Ben dilim tutulduğu için konuşamadım, o sesini koruduğu için.” Böyle anlatırdı Nevin Hanım o akşamı. Nevin Hanım’ın kızı Ayşegül, Münir Bey’in oğlu Timur’la nişanlamıştı o akşam. Daha öncesinde Nevin Hanım’ın evine istemeye gelmişlerdi Şehime Hanım’la Münir Bey. Nevin Hanım heyecandan yine konuşamamıştı o gün de.
Yıl 2007, Nevin Hanım’a 7 yıl önce Alzheimer teşhisi konmuş, artık kimseyi hatırlamıyor, hiç konuşmuyor. İskele Sokak’tan dışarı baktığında neyi görüp neyi görmediği bilinmiyor. Torunu Hazal onu ziyarete geldiğinde Hazal’ı da tanımıyor. Oysa Hazal uzun yıllar onun en çok zaman geçirdiği torunu. O gün yine Hazal gelmiş, onunla konuşmayı deniyor, sorular soruyor, elini tutuyor, cevap alamıyor. Uzun bir süre konuşmadan İskele Sokak’a bakıyorlar beraber. İnsanlar geliyor geçiyor, satıcılar, çocuklar bağırıyor, arabalardan kornayla karışık müzikler duyuluyor, pencere önüne kumrular konuyor. Nevin Hanım tepki vermeden sessizce bakıyor.
Çaresizlik zor his. İnsanın sevdiklerini hayatta tutamaması dünyanın en zor duygularından olsa gerek. İşte bu çaresizlik hissine katlanamayan Hazal bir şarkıya başlıyor:
Hatırla Mazii Mesudu Sen de Ben Gibi Yan.
Nevin Hanım’da bir hareket yok. Ne zaman ki eser, zemini türlü çiçeklerle süslemeye başlıyor, o zaman Nevin Hanım’ın donuk gözleri hareketleniyor, parmaklarında belli belirsiz tempo tutar gibi bir oynama, dudakları kıpırdıyor. Şarkı bitene kadar Nevin Hanım’a âdeta bahar geliyor.
Bu şarkılı konuşma, torunu ve Nevin Hanım arasında Nevin Hanım ölene kadar devam ediyor: Sensiz Ey Şuh, Bu Yıl da Böyle Geçti, Bahçemde Açılmaz Seni Görmezse Çiçekler, Beni Kör Kuyularda Merdivensiz Bıraktın, Âşıka Bağdat Sorulmaz, Kalamış, Otomobil Uçar Gider…
HAMİŞ
Yeri doldurulamaz sanatçılar bu dünyadan ayrıldıkları zaman eksiliriz. Eserlerine onların ruhlarına ihanet etmeden sahip çıkabilirsek, o eserlerin ışığıyla hem geçmişi hem de önümüzü görebiliriz. Sadece bireysel değil, toplumsal baş ağrılarımız ve unutkanlıklarımızın da devâsı yarını aydınlatan böylesi değerli kültür miraslarıdır. Kültürel miraslarımıza, müziğimize, üretilen ve üretilecek yeni sanat eserlerine ve en önemlisi sanatçılarımıza sahip çıkabilmemiz dileğiyle, Cumhuriyet’imizin 100. yılı kutlu olsun. Nice 100 yıllara!

Yorum bırakın