Berlin’den Mektubunuz Var!

Kasım 2023, Berlin

Muhtemelen bu mektup sana bir Pazar sabahı ulaşmış olacak ve birazdan yazdıklarımı okurken sana eşlik etmesi için Edvard Grieg’ten Peer Gynt Suite No.1 Op. 46 – 1. Morning Mood’u dinlemeni istiyorum. Güneşin doğuşunu anlatan bu eser, ilginçtir ki çocukken uykusuz kaldığımız geceler kardeşimle dinlediğimiz bir parçadır.

Berlin’in havasından, suyundan bahsederek değerli vaktinden çalmayı katiyen istemem. Bir şeyler öğretmeliyiz birbirimize, yeni bir pencere açıp gerekirse altındaki duvarı da yıkmalıyız. Samimiyetin böylesine inanıyorum, aksi takdirde tek tıkla ulaşılacak hava durumu bilgisi ya da üçüncü şahıslar üzerine kurulan diyaloglar geride bırakacak bizi. Geride kalmıyorum, trene yetişmek için beş dakikam daha var. Durağa yürürken her şeyi planlıyorum kafamda. Anons edilmesine daha 20 dakika var, kulaklıklarım yanımda, trene binince hemen canlı yayını açacağım. S-bahn iki dakika gecikiyor, sorun değil. Dussmann’a ilk ziyaretim. O büyük kapıdan girince beni bir ekranın karşıladığını ve Nobel Edebiyat Ödülü’nün açıklandığını hayal ediyorum. İnsanlar seviniyor ve çılgın gibi ödülü alan yazarın bulunduğu kitaplığa koşuyorlar. Sakin mizacıma zıt, kafamda kurguladığım tüm karakterler uçarıdır böyle, duygularını büyük yaşarlar. Büyük kapıyı itiyorum, ödülü ‘söylenmeyene ses veren yenilikçi oyunları ve düz yazıları’ ile Jon Fosse’nin aldığı açıklanıyor. Radarımı açıyorum ve F harfinin bulunduğu kitaplığı buluyorum. Şehrin en büyük kitapçısında, Jon Fosse’ye ait tek kitap Morgens und Abends ellerimde artık.

Jon Fosse (Kaynak: IBL/Shutterstock.com)

Fosse, Henrik İbsen’den sonra en çok bilinen ve oyunları birçok ülkede sahnelenen Norveçli yazar ve şair. İbsen, eserlerini Bokmål üzerinden verirken Fosse, Norveççenin batıdaki formu Nynorsk’u kullanıyor. Türkçeye çevrilmiş üç eseri mevcut; Sabahtan Akşama, Üçleme ve Melankoli. Bir yazarı değerlendirirken mezun olduğu bölümü de göz önünde bulundururum, üslûbu ve konuyu ele alış biçimi hakkında bilgi edinebilirim. Kendisi karşılaştırmalı edebiyat okurken sosyoloji ile ilgilenmiş fakat Marksist çizgiden uzaklaşması sebebi ile daha sonra psikolojiye yöneldiğini söylemiş. İlk denemelerinde, üniversite yıllarında okuduğu ‘Gramatoloji Üzerine’ adlı eseri ile Fransız filozof, edebiyat eleştirmeni Jacques Derrida’nın etkisi büyük. Derrida’nın “Var olan her şeyi farklı kılan şey nedir?” sorusuna yanıtı ise ‘yazmak’. Onu yazmaya iten nedeni ise 7 yaşında geçirdiği kaza ve yaşadığı ölüme yakın deneyim olarak açıklıyor. Metinlerini, hayat ile ölüm arasında duran insanların bakış açısıyla ele alıyor ve aradığı ilahi gücü orta yaşlarında Katolisizm’de buluyor. Eleştirmenler Fosse’yi minimalist ve biçemini ise ‘yavaş düzyazı’ olarak tanımlıyorlar. Karakterlerini alelade kişiler arasından seçiyor. Belgisiz sıfatlarla kurguya katılan bu herhangi kişiler, Fosse’nin neden minimalist olarak nitelendirildiğinin sebeplerinden biri. Bir diğeri ise karakterlerin olayları dramatize etmeden, küçük yaşamaları. Cümleler sükûnet içinde, noktalarda durmadan virgüllerle birbirine bağlanıyor. İtiraf etmek gerekirse Jose Saramago okumak beni bu noktada zorlamıştı fakat Fosse’nin Üçleme’sini okurken sayfaların şiir gibi ilerlediğini söyleyebilirim. Henrik İbsen ile tek ortak noktaları oyun yazarlığı değil elbette. Nasıl Edvard Grieg, 1876’da Henrik İbsen’in oyunu Peer Gynt için eserler besteledi ise Peter Eötvös de 2021’de Jon Fosse’nin Üçlemesi’nden Uykusuzluk adını verdiği bir opera besteler. Geçtiğimiz Cuma akşamı Staatsoper Berlin’de izleme fırsatım oldu. Öncelikle eser Trilogy’nin (Üçleme’nin) ilk kısmını konu edinmiş. Bu ilk kısım ‘Wakefulness (Uyanıklık)’, libretto üstünde Sleepless’a (Uykusuzluk’a) dönüşmüş. Fosse, eserinde sahneyi kurarken betimlemelerden kaçınıyor fakat Staatsoper’in sahnesinde bizi bu sefer büyük bir somon balığı ve bir sürü detay karşılıyor, olaylar somon balığının içinde yaşanıyor. Yönetmenin bu absürt kurgusu ile Eötvös’in atonal müziği, Fosse’nin minimalizmine ve eserlerindeki dinginliğe oldukça tezat.  Tabii, kimsenin Wakefulness’ı olduğu gibi sahneye koymak gibi bir iddiası da yok.

Ben sevdiklerini sürekli arayıp soran biri değilim. Sesini duymaktan imtina ettiğim telefonum hep sessizdedir, öyle uzun uzadıya görüşmeleri de sevmem. Zaman en büyük takıntım, ajandalarım yıllardır sığınağım. Yazmak hep daha kolay gelmiştir. Üzerine düşünülmüş her cümleyi daha değerli bulurum. Berlin’e taşındığımdan beri adımın yazılı olduğu, devletle aramdaki köprü; bir posta kutum ve birkaç kurumun herhangi kişilerinden gelen mektuplarım var. Gönderen özneler Fosse’nin ‘bir kadın’ı ya da ‘bir adamı’ ve içerikleri resmî de olsa gelen her mektubu akşam eve döndüğümde heyecanla açıyorum. Bürokrasi şöleni. Cevaplar genelde üzerine düşünülmeyi gerektiren derin cümleler olmuyor. Zamanımı bu kısa ve zorunlu yanıtlara ayırmak da Almanya’nın paradoksu olsun. Dussmann’ın renkli mektup zarfları ile bu resmiyeti biraz olsun renklendireceğime inanıyorum.  Son olarak, Jacques Derrida “Söyleyemediğinizi yazmalısınız.” der. Sanırım ben de Jon Fosse gibi söyleyemediklerini yazanlardanım.

Melissa Aykul

Yorum bırakın