HİLAL ÖNAL
YEDİTEPE ÜNİVERSİTESİ KULLANICI DENEYİMİ VE ETKİLEŞİM TASARIMI BÖLÜMÜNDE YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİSİDİR.
“İnsanların ‘feminist’ kelimesini desteklememelerinin iki sebebi var: Birincisi, ne anlama geldiğini bilmiyorlar. İkincisi, ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlar” diyor Gloria Steinem. Ne anlama geldiğini çok iyi bilenler, bu zamana kadar hiç sorgulanmamış ve adaletsizce atfedilmiş ayrıcalıklarını kaybetmekten korkuyorlar. Bu gruba karşı verilmesi gereken mücadele elbette ki biraz daha somut olmalı, yasal zemine oturtulmalı ve sadece 8 Mart’la sınırlı kalmamalı. Feminizmin ne anlama geldiğini bilmeyenler için ise yapılması gereken ilk şey zihinlerinde ufak da olsa bir kıvılcım çakmasını sağlamak. Her sene mart ayının ilk haftasında yapmaya çalıştığımız ve adına “farkındalık oluşturmak” dediğimiz şey tam da bu aslında.

Bunu yaparken sadece akademik literatüre hakim veya sosyal bilimler alanında belli bir okuryazarlık düzeyine sahip kişilerin anlayacağı dilden konuşmaktansa, ortak deneyimler üzerinden ve gündelik hayatın içerisinden örnekler vermenin basit ama etkisi kalıcı bir yol olduğunu düşünmüştüm. Bu motivasyonla birlikte, 8 Mart’a özel bir yazı yazmak üzere Yarının Kültürü ekibi ile sözleştiğimde aklımda görünmeyen ev işleri ve hiçbir zaman takdir edilmeyen, karşılık bulmayan emek üzerine bir şeyler yazmak vardı. Meğer Ben Feministmişim adlı kitabın yazarı Elif Doğan görünmeyen işleri “hayatın devam etmesi için gerekli, düzenli olarak yapılan, yapılmaması halinde hayatın sekteye uğrayacağı ama sürekli yapıldığı sürece ev halkının farkında olmayacağı işler” olarak tanımlıyor. Yemek pişirme, yer süpürme, cam silme, toz alma gibi bilindik ev işlerinin yanı sıra düzenli olarak yapılan ama hiç fark edilmeyen, sanki görünmez bir el tarafından yapılıyormuş gibi kabul edilen/sorgulanmayan ve o işi yapan kişi hariç kimsenin varlığından dahi haberdar olmadığı, üzerine hiç düşünmediği işler son zamanlarda hayli rahatsız edici bulduğum bir konu olmuştu.
Sıvı sabun şişesi boşaldıkça dolduruluyorsa, tuvalet kağıdı rulosu bitince yerine yenisi geliyorsa, kireç bağlayan çaydanlık, yağdan yapış yapış olmuş ocak demirleri, yosun tutan damacana pompası özel tekniklerle temizleniyorsa, görenlerin görmezden gelmeyi tercih ettiği çürümüş meyveler, bozulmuş gıdalar çöpe atılıyor ve yerine tazeleri tedarik ediliyorsa, buzdolabında her zaman bir şişe soğuk su bulunuyorsa, tezgâha bırakılan kahve bardağı yıkanmış halde raftaki yerini alıyorsa, bulaşık makinesi daha hijyenik olsun diye ayda bir kere özel deterjanla boş halde çalıştırılıyorsa, kirli sepetine renkli beyaz karışık ve ters çevrilmiş halde atılan kıyafetler gardıroplarda temiz ve düzenli bir şekilde renklerine/türlerine göre sıralanıyorsa, mevsimine göre yazlıklar ve kışlıklar kaldırılıp çıkarılıyorsa, kanepenin üzerinde dağınık duran battaniye katlanıp bir kenara kaldırılıyorsa demek ki bu işleri yapan ve düşünmeye kaynak ayıran birisi var. Bu liste uzar gider ama tüm bunlar gündelik hayatın seyrinde o kadar kanıksanmış şeyler ki iş olarak görülmüyor bile ve yapan kişinin sorumluluğu olarak kalmaya devam ediyor. Üstelik ev işlerini dışarıdan yardım almadan yürüten kadınlar emeğin ancak parasal bir karşılığı varsa kıymetli olduğunu varsayan zihniyet karşısında sesini duyuramıyor. Halbuki sarf edilen emek hiç de azımsanacak boyutta değil. Küresel olarak, ücretsiz emeğin yüzde 75’inin kadınlar tarafından sarf edildiği tahmin ediliyor. Kadınlar, karşılıksız emeğe günde üç ila altı saat harcarken erkekler ortalama otuz dakika ila iki saat ayırıyor (Caroline Criado Perez, Invisible Women: Exposing Data Bias in a World Designed for Men, (Penguin Random House, 2019), s. 73).
Tüm bunlar neden sadece kadınların derdi veya bu kadınların kendi tercihi mi? Invisible Women kitabının yazarı Perez, bunu “tercih olmayan bir tercih” olarak adlandırıyor. Kadınlar dışarıda çalışmayıp ev işlerini üstlenmeyi tercih etseler bile bu aslında bir tercihten ziyade onların zaten yapmak zorunda olduğu bir şeymiş gibi algılanıyor. Dışarıda çalışmayı tercih etmeleri durumunda ek mesai olarak evde de çalışmaları gerekiyor ve bunun için fazlasıyla bedel ödüyorlar. Hayatlarından, hayallerinden, kişisel zevklerinden fedakârlık ediyorlar.
Bu düşüncelerle birlikte 8 Mart yazısını şekillendirmeye çalışırken ana akım medyada yayımlanmaya başlayan yeni bir dizinin tam da benim söylemek istediklerimi konu edindiğini gördüm. Böylece ele almak istediğim konuyu başka açılardan da düşündüm. 2023 yapımı Güney Kore dizisi Doctor Cha’dan uyarlanan, başrolünde Demet Evgar’ın yer aldığı Bahar adlı diziden bahsediyorum. Dizinin ilk bölümünden itibaren yoğun ilgi görmesinin, ekranlarda görmeyi özlediğimiz Demet Evgar’ın başarılı oyunculuğu ile birlikte anlattığı meselenin yaşadığımız toplumun kadınlarında fazlasıyla karşılık bulmasından dolayı olduğunu söylemek mümkün. Ve tabii ki dizinin kadın bir senaristin elinden çıkması da hikâyenin neden kadınlarda fazlasıyla karşılık bulduğunu daha iyi açıklıyor. Çünkü empoze edilmeye çalışılan kanının aksine, “Kadın kadının yurdudur” ve bir kadının halinden en iyi anlayan yine bir kadındır.

“Hepinizden önce başlar bizim mesaimiz. Eve hep yorgun argın gelen kocalar, bütün gün koşturan çocuklar, siz hepiniz uykudayken biz başlarız. Biz hazırlarız güneşi, günü, baharı. Bilmezsiniz o gömlek ne ara ütülendi, o battaniye ne ara kaldırıldı, kahvaltı nasıl böyle hazırlandı. Anlamazsınız çoğu zaman annemin ne derdi vardı. Zamanı bol dersiniz örneğin, ama bilmezsiniz biz zamanla yarışırız. ‘Bütün gün evdesin’ dersiniz, evet biz evde ömrümüzü sizin için harcarız. Bazen teşekkür eder, yalan yok, çoğu zaman etmezsiniz. Fakat çok yakında öğreneceğim, siz de öğreneceksiniz. Bütün çiçekleri koparsanız da baharın gelişini engelleyemezsiniz” cümleleriyle açılan ilk sahne bir nevi uyanış, kendini gerçekleştirme hikâyesinin sinyallerini veriyor. Bahar, tıp fakültesinden mezun olduktan sonra doktorluk yerine ev hanımlığını seçen, hayatını çocuklarına, tanınmış bir cerrah olan eşine ve onun ailesine adamış bir kadın karakter olarak karşımıza çıkıyor. Emeği asla görülmediği, maddi veya manevi hiçbir şekilde takdir edilmediği gibi üzerine bir de hep olumsuz yönde eleştiriliyor ev ahalisi tarafından. Unutkanlığından ve ne kadar dalgın olduğundan dem vuruluyor mesela sürekli, kişisel zevkleri, hobileri küçümseniyor.
Dizi, mizahi tonu sebepli yer yer komedi unsurlarıyla bezenmiş olsa da Bahar’ın hikâyesi oldukça trajik ve çok tanıdık. O, tüm bunlara aldırmıyormuş gibi görünmeye çalışıyor. Ev kadınlığının kendi tercihi olduğunu, halinden memnun olduğunu, iki çocuk yetiştirmekle gurur duyduğunu sıklıkla dile getiriyor ama derinlerde bir yerde mutsuz olduğunu ve seçtiği hayattan duygusal tatmin alamadığını, sürekli kendini teskin ederek seçtiği hayatın acıtan gerçeklerini görmezden gelmeye çalıştığını, başka bir hayatın hayalini kurmak istese dahi her şeye çok geç kaldığını düşündüğünü anlıyoruz kaçamak bakışlarından, iç çekişlerinden, satır aralarına sıkıştırılmış sözlerinden. Bahar’ın, az da olsa sesini duyurmaya çalıştığı yerler de var. En yakın arkadaşıyla konuşurken isyan ediyor, “Neden ‘başarılı kadın, güçlü kadın’ deyince sadece çalışan kadınlar örnek gösteriliyor? Evlat yetiştirmek, ailesine bakmak neden başarıdan sayılmıyor?” diyor mesela. Emeğinin hiçe sayılıyor olmasına dair isyanında yerden göğe kadar haklı olsa da bu aşamada henüz farkında olmadığı, karşılanmamış bir ihtiyacı var: Kendini gerçekleştirme ihtiyacı. Bahar’ı içten içe kemiren, onu mutsuz eden şey bu aslında.
Amerikalı psikolog Abraham Maslow tarafından öne sürülen ihtiyaçlar piramidi modeli, insanların belirli kategorilerdeki ihtiyaçlarını karşılamaları durumunda hiyerarşik açıdan daha üst ihtiyaçları tatmin etme arayışına girdiklerini ve bireyin kişilik gelişiminin, o an için baskın olan ihtiyaç kategorisinin niteliği tarafından belirlendiğini söyler. Yani, ihtiyaçlar hiyerarşisine göre kişi önce nefes alma, beslenme, homeostasiyi sağlama gibi temel fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamak ister, sonrasında güvende olmak için barınabileceği bir yer arayışına girer. Bu aşamadan sonra ait olma, sevme, sevilme ve saygınlık görme gibi sosyal ihtiyaçlar devreye girer ve piramidin en tepesinde de kişinin kendini gerçekleştirme ihtiyacı yer alır. Kendini gerçekleştirme ihtiyacı, bireyin potansiyelini ve yeteneklerini keşfetmesi ve kişisel amaçlarını gerçekleştirmesi ile ilgilidir. Maslow’un görüşlerine göre, insanın kendini gerçekleştirebilmesi için bireyin öncelikli olarak kendini tanıması önemlidir. Durumu kadınlar özelinde özetleyecek olursak, bir kadının kendini gerçekleştirebilmesi kendi benliğiyle ve ihtiyaçlarıyla bağlantıdayken mümkün olabilir. Bunun için de, istatistiklerin söylediği gibi, günde 3 ila 6 saatini karşılıksız ve görünmeyen emeğe harcamıyor olması, tabiri caizse dört koldan çekiştirilmemesi, kendine yatırım yapabilmesi ve en önemlisi kendi yolunu çizebilecek maddi ve manevi güce sahip olması gerekir.
Nitekim Bahar’ın hikâyesinin kırılma noktası da onun kendini gerçekleştirme ihtiyacını artık görmezden gelemeyeceğini fark ettiği nokta olur. Geçirdiği ölümcül hastalık sürecinde gerçeklerle yüzleştikten sonra hayata geri döndüğünde kendine bir söz verir. İhmal ettiği benliğini ve kişiliğini yaşatmak ister. Yok saydığı ihtiyaçlarını dinlemeyi öğrenir. Ev işlerinin yegâne sorumlusu olmayı reddeder, o zamana kadar içinde tuttuklarını dökmeye başlar, 20 yıllık evliliğinde hiçbir şey talep etmemiş ve varlık içinde yokluk çekmiş olmanın acısını çıkarırcasına alışveriş yapar. Sonra kendi kendine der ki, “O kadar alışveriş yaptım da ne oldu sanki? Mutlu mu oldum? Ben nasıl mutlu oluyordum ki? Onu bile unuttum…” Eski hayatında olduğu gibi ev ahalisinin refahı için tek başına çırpınmayı bırakıp kendisiyle bağlantıya geçtiği zamanlarda anlar ki aslında içinden gelen, kendi değerlerine hizmet eden bir amaca ihtiyacı var. Mutlu olmak için sahip olduğu yetenekleri kullanarak bir şeyler yapmalı. Yüksek notlara sahip, parlak bir tıp fakültesi mezunu olmakla kalmamalı bu; devamı da gelmeli. Bahar doktorluğa geri döndükten sonra neler yaşayacak, hayatı nasıl seyredecek, göreceğiz. Hikâye en nihayetinde rating kaygısı olan, daha doğrusu devamlılığı için izleyicinin ilgisine ihtiyaç duyan bir dizi olduğundan çeşitli aksilikler, türlü engeller olsa da muhtemelen seyircinin görmek istediğini sunarak mutlu sonla bitecek. Fakat tüm bunlara rağmen Bahar gibi kadınları görünür kıldığı için çok kıymetli. Dilerim bu hikâyelerin sesi daha gür çıkar, kendini gerçekleştirmiş, gerçekleştirememiş tüm kadınlara ilham verir, feminizmin ne anlama geldiğini bilmeyenlerin kafasında çakan o kıvılcım olur. 8 Mart’ın yaklaşmasını fırsat bilip bangır bangır kozmetik ürün kampanyası duyurmaktan başka bir şey yapmayan markalar, “Kadınlarımız” diye başlayan cümlelerle süslü kamu spotu yayımlayan devlet kurumları payına düşen dersi alır ve kadınların kendilerini gerçekleştirmelerine somut katkı sağlamak adına neler yapabileceğine kafa yormaya ve bunlara bütçe ayırmaya başlar. Çünkü gerçek hayatta işler dizilerdeki gibi ilerlemez, baş kahramanın sıkıştığı o kritik anlarda beliren şans faktörü her zaman devreye girmez. Durumu romantize etme tuzağına düşmeden söylemek gerekirse, bir kadının kendini gerçekleştirebilmesi, kendi ayakları üzerinde durabilmesi için cesaretin yanı sıra, iyi bir eğitime, mental sağlığa, ekonomik özgürlüğe, en azından kimseye hesabını vermek zorunda olmadığı bir birikime ihtiyacı var.
Sorulması gereken çok soru, söylenmesi gereken çok söz, atılması gereken çok adım var. Bıkmayacağız. Soracağız. Söyleyeceğiz. Yürüyeceğiz. Ve en önemlisi inancımızı kaybetmeyeceğiz. Çünkü biliyoruz ki, Maslow’un ihtiyaçlar piramidinin daha ikinci basamağı olan güvenlik ihtiyacını dahi kadınlar için neredeyse bir lüks haline getiren ülkemizin şartlarında kendini gerçekleştirebilen, bunun için mücadele veren harika kadınlar var. Olmaya da devam edecekler. O çok meşhur 8 Mart sloganında da söylendiği gibi, “Dünya yerinden oynar kadınlar özgür olsa…”

Yorum bırakın