Farklı fikir ve görüşlerin baskılandığı bugünlerde okuyucularımızdan gelen mektupları yayınlayarak onlara bir ses olmak istiyoruz. “1 Pankart 1 Mektup” serimizde öğrenci eylemlerinden kendine yer bulmuş bir pankartı ve ona eşlik eden bir okuyucu mektubu paylaşacağız.
Demokratik bir ülkede birey ile devlet ve bu bağlamda toplum ile hükûmet, hukuk-adalet-hürriyet üçgeni dahilinde resmî bir ilişki kurar. Hükûmetin siyasi, devletin hukuki meşruiyeti bu üçgen dahilinde kurulan ilişkinin işleyişiyle sağlanır. Yirmi küsur yıllık AKP iktidarı bu ilişkiyi gün geçtikçe çiğnemiş, meşruiyetini yitirdikçe hukuksuzluğa, adaletsizliğe daha çok sığınmış, hürriyetleri daha çok ihlal etmiştir. Bugün Türkiye’de sokakların “hak, hukuk, adalet” ve “kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” diye inleyişi, meselenin Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasını aştığını ve altında çok daha marazi sebepler yattığını gösteriyor. Bu yazı, artık siyasi yürütmenin de ötesinde, devletin bütün imkânlarını eline geçiren AKP idaresinin, meşruiyetini tamamıyla yitirmiş olduğunu gösterme ve halkına zulmeden bu tahakküm mekanizmasına isyan edip direnmenin haklılığını teorik açıdan ele alma kaygısıyla yazılmıştır.
AKP, 2002’de iktidara geldiğinde, daha sonra söylemlerde adını “eski Türkiye” olarak koyacağı dönemde yaşananları (28 Şubat ve üniversitelerdeki başörtü yasağı, yolsuzluklar, devlet-mafya ilişkisi, terör, ekonomik kriz vs.) temizleyeceğini söyleyerek büyük bir meşruiyet ve halk desteği kazandı. Siyasi arenada rakipsiz olan AKP yıllar geçtikçe diğer alanlardaki rakiplerini bir bir elemeye başladı. FETÖ ile olan iş birliği sayesinde düzmece Ergenekon-Balyoz davalarıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’ni oyun dışı bıraktı. Bu esnada Çözüm Süreci adı altında kirli bir İslamcı-Kürtçü ittifakı kuruluyordu. 2013’te yaşanan Gezi Direnişi, o güne değin belki hiçbir ehemmiyeti olmayan bir parktan yola çıkarak AKP’nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın otoriterleşmesine, hukuku ayaklar altına alıp adaleti yok saymasına, hürriyetleri kısıtlamasına yönelik bir isyana dönüştü. Gezi Direnişi ile başlayan süreç; AKP’nin Fethullahçı çeteyle yollarını ayırması ve patlak veren yolsuzluk skandalları (17-25 Aralık hadisesi), çözüm sürecinin bitmesi ve çatışmaların tekrar başlaması, Haziran 2015 seçiminden sonra yaşanan terör olayları[*], 15 Temmuz 2016’da yaşanan darbe (?) girişiminin ardından OHAL süreciyle son buldu. Bütün bu süreçle AKP, sokakta anayasal hak arayışını terörle ilişkilendirip meşruiyetinin dibine dinamit döşedi. Önce 17-25 Aralık, daha sonra 15 Temmuz vakalarıyla Fethullahçıları tasfiye ederek devlet kurumları, bürokrasi, polis ve askeriyeyi büyük oranda eline aldı. Son olarak Kasım 2015 seçimiyle iktidarını siyasi arenada pekiştirdi. Erdoğan, arkasında bu rüzgâr ile 2017 Nisan’ında referandum ile başkanlık sistemini kabul ettirdi ve bir sonraki sene de Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk başkanı olarak seçildi. Böylece de facto tek adamlığını resmîleştirmiş oldu. Erdoğan bu son hamleyle kuvvetler ayrılığını iki dudağının arasına hapsetti. Bürokrasiden yargıya, polisten askeriyeye devletin bütün uzantıları Erdoğan’ın eline geçti. AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başkan olması ve gücün tam manasıyla onun eline geçmesi, devlet ile hükûmet ayrılığını da ortadan kaldırdı. Bundan sonradır ki Türkiye Cumhuriyeti devleti resmen bir parti devleti haline geldi.
Bunca yıllık AKP iktidarında Erdoğan’ı en zor durumda bırakan durumun Gezi Direnişi olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki inşa ettiği korku imparatorluğu, sokağa çıkıp anayasal protesto hakkını kullanmak bir tarafa, tweet atmayı yahut sokak röportajında hükûmeti eleştirmeyi bile imkânsız hale getirdi. İnsanların baskı, şiddet ve tehdit altında sindiği düşünülen Türkiye, geçtiğimiz günlerde önce Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesi, ardından da tutuklanmasıyla bambaşka bir yüzünü gösterdi.
Yıllar süren yolsuzluk, hukuksuzluk, adaletsizlik, her toplumsal olayda yaşanan polis şiddeti, ekonomik kriz, mütemadiyen halka parmak sallayan despot bir muktedir altında yaşamak zorunda kalmak, Türk halkının teoride hukuk yoluyla adaleti tesis etmekle yükümlü devletle ilişkisini son derece zedelemiştir. Artık kimse verdikleri oyun bir kayyum zulmüyle gasp edilmesini istemiyor. Artık kimse memleketinin, ülkesinin, vatanının bir grup politik elit ve sermayedar ortağının elinde oyuncak ve sömürge tarlası olmasını kabul etmiyor. Artık kimse anayasal haklarının, toplumsal ve politik varoluşunun, insanlık onur ve haysiyetinin seçim ve sandığa indirgenmesiyle yetinmek istemiyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nde protesto hakkı anayasa yoluyla güvence altına alınmıştır. Bugün sokaklarda yürüyerek anayasal hakkını kullanmaya çalışan vatandaşlara polisin ettiği muamele ise suçtur. Devlet, bizzat kendi eliyle, kendi vatandaşına karşı suç işlemektedir. Kuvvetler ayrılığının tek bir kişinin elinde toplandığı Türkiye’de bizzat yasayı uygulaması gereken organların yasayı çiğnediği, suç işlediği bir ortamda isyan meşru bir haktır. Bugün Türk milleti, kendine ait olanı, ondan çalmaya çalışanlardan geri almaya uğraştığı bir mücadele yürütüyor. Erdoğan, Gezi’yle sokağı kriminalize etmiş, sokağı her daim gayrimeşru bir terör zemini olarak mimlemiştir. Gezi’de yaşanan polis şiddeti eleştirildiğinde çekinmeden “Emri ben verdim!” demiştir. Erdoğan kurduğu ve sınırlarını çizdiği siyaset oyununda bugüne değin rakipsiz olduğu için meşru ve makbul siyaseti seçim ve sandığa indirgemiş, muhalefet de uzun yıllar bu hapı afiyetle yutmuş, seçmenine de yutturmuştur. Ancak Ekrem İmamoğlu’nun Erdoğan’ı yerinden edeceğine dair gelişen yaygın kanaat, Erdoğan’ın bunca yıl yürüttüğü seçim mizansenini askıya alarak muhtemel ve müstakbel rakibini Fethullahçılardan öğrendiği yasa dışı strateji ve kumpaslarla egale etmeye yöneltmiş gibi görünüyor. Erdoğan bugün yaşanan kitle eylemlerini hesaba katmış mıdır yoksa bunları o da mı beklemiyordu, bilemiyorum. Ancak açık ki kendisi artık iktidarı elinde tutmak için beş yılda bir düzenlenen seçimlerin yetmeyeceğinin farkında.
Bugün yaşananlar ise uzun yılların birikiminin dışa vurumu. İmamoğlu’nun diplomasının iptaliyle başlayan süreç bir kibrit aleviydi ve dev gibi bir yangına dönüştü. AKP hem hükûmet olarak siyasi meşruiyetini hem de politik bir figür olarak Erdoğan’da tecessüm etmiş devlet hukuki meşruiyetini yitirmiştir. Varlığı yalnızca iktidarını sürdürmek üzerine kurulu bir iktidar, çürüyüp manasızlaşmaya mahkûmdur. Gelinen noktada insanlar kendi hayatlarını, vatanlarını ve geleceklerini koruyup kurtarmak için sokağa çıkıyor, hayatlarını tehlikeye atıyorlar. Erdoğan ise aynı esnada Türkiye’nin sokaklarda kurulmadığını iddia ederek gerçek dışı bir beyanda bulunuyor. Modern Türkiye’nin kuruluşunun tarihi, Meşrutiyet’ten Kurtuluş Savaşı’na zulme, tiranlığa ve istibdada karşı isyan etmenin tarihidir. Türk halkı bugün yine baskı, zulüm ve istibdada karşı, tek bir adamın, devletin bütün imkânlarıyla eğip büktüğü ve habis emellerine alet ettiği yargıyla, sömürgeci sermaye ortaklarıyla memleketi işgal edişine direniyor. Artık bir dönüm noktasında duruyoruz: Ya bizim olanı, bizden çalmaya çalışanlardan söke söke geri alacağız ya da boynumuzu eğip tiranın memleketi çiftliği haline getirişini seyretmek zorunda kalacağız. Bir millet, bir halk, bir toplum -artık adına her ne derseniz deyin- olabilmenin mutlak şartı, belli düzeyde herkesin uzlaştığı bir değerler, adalet, hukuk sistemi etrafında mutabık olmaktır. Toplumsal ve siyasi varoluşumuz birbirimizle ve tâbi olduğumuz kurumsal yapılarla kurduğumuz ilişkiyle doğrudan alakalı. Devlet ve ona bağlı organlar, bir vatandaş olarak bize hakkımızı tanımıyor, hukuku uygulayıp adaleti sağlamıyor, hürriyetimizi muhafaza etmek yerine kısıtlıyorsa; buna ek olarak sermayedarlarla ortaklaşa vatanımızı ve bizi sömürüyorsa; buna karşı koyma kanallarını daraltıyor, seçtiğimiz politikacıları hapse atıyor, belediyeleri kayyumla işgal ediyor, sesimizi duyurmamıza izin vermiyor ve bilakis sesimizi kısmak için her türlü gayrimeşru şiddete başvuruyorsa buna direnmek hak, haktan da öte insanlık şeref ve haysiyetini muhafaza etmeye yönelik bir vazifedir!
[*] Recep Tayyip Erdoğan, seçimlerde tek başına iktidar olamayışının ardından “400 milletvekili verin, bu iş huzur içinde çözülsün” dedi. Büyük bir kesim, Haziran ve Kasım 2015 seçimleri arasında yaşanan terör olaylarının insanları korkutup sindirmek adına bilinçli tezgâhlandığını düşünmektedir.


Yorum bırakın