Bavulum Hazır Ama Ben Buradayım

Farklı fikir ve görüşlerin baskılandığı bugünlerde okuyucularımızdan gelen mektupları yayınlayarak onlara bir ses olmak istiyoruz. “1 Pankart 1 Mektup” serimizde öğrenci eylemlerinden kendine yer bulmuş bir pankartı ve ona eşlik eden bir okuyucu mektubu paylaşacağız.

Umut değil, inat. Kalmak değil, dönüşmek. Bu yazı, Türkiye’den gitmeyenlerin hikâyesine bir pencere aralıyor. Kimi zaman içgörüyle, kimi zaman öz eleştiriyle.

Kalmak istedim. Hem de her şeye rağmen — ve azımsanmayacak kadar çok şeyi deneyimlemişken.

Almanya’da on ay, Amerika’da iki yıl yaşadım. Yani sadece gitmiş değilim; kalmayı ciddi ciddi denemiş, yoklamış, hatta planlamış biriyim. Almanya’da Erasmus öğrencisi olarak, Almanca verilen dersler hariç, akademik karşılık buldum. Amerika’da ise Fulbright bursuyla yüksek lisans yaptım; yani hiç de fena olmayan koşullarda gittim, yaşadım ve çalıştım. Dilini ana dilim gibi konuşuyordum, sosyal kodlarını büyük oranda anlayabiliyordum. Mizah bile bende vardı. Ama yine de orada da her zaman “tetikteydim.” Hâlâ hatırladıkça gerilirim: New York’ta bir Chipotle şubesinde hızlıca sipariş vermek — hayatın en sıradan eylemi bile yer yer bir sınav gibiydi.

Bu tetikte olma hali geçmedi. İlk haftalar, ilk aylar değil; iki yıl boyunca sürdü.

Bastığım yeri yadırgıyordum.

Sokaktaki sessizliği, üniversitedeki kibarlığı, marketteki etiketleri…

Her şey bana biraz camdan, biraz fazla steril, biraz fazla “başka” geliyordu.

Buna rağmen 2020’de —pandeminin en sert vurduğu yıl— ABD’de doktora başvuruları yaptım. En az altı yıl daha kalmayı göze alarak. Hepsinden ret aldım. Ve tam da o dönemde ABD’nin pandemiyi nasıl yönetemediğini, devletin nasıl çökebildiğini, sağlık sisteminin nasıl adaletsiz olduğunu bizzat yaşayarak gördüm.

Tahliye uçağına binerken aklımdaki tek şey ABD’nin bu krizi asla yönetemeyeceğiydi. O an kalmak istediğim yer Türkiye değildi belki ama zamanla, döndüğüm bu yerin aslında kalmak istediğim yer olduğunu fark ettim.

Sonra İngiltere’den, SOAS London’dan doktora kabulü aldım. Gidemedim. İki yıl boyunca burs başvuruları yaptım ama karşıma çıkan gerçek şu oldu: Eğer paran yoksa, Birleşik Krallık akademisinde var olmanın imkânı da yok.

Ve ben de düşündüm: Ben bu konuları —azınlıklar, kimlik bazlı ayrımcılık, eşitsizlikler— başka bir ülkede değil, kendi ülkemde, kendi coğrafyamda çalışmak istiyorum. Koç Üniversitesi’ne tam burslu olarak başvurdum. Kabul aldım. Şu an doktoramın dördüncü yılındayım ve tam olarak istediğim konular üzerine çalışıyorum.

Yani anlatmak istediğim şu: Benim kalışım bir zorunluluk değil. Bir tercihtir.

Yurt dışının zorluğunu görüp geri çekilmek değil.

Denemekten vazgeçmek değil.

Gitmenin de kalmanın da bedeli var.

Ve bu bedeller birbirinden “hafif” ya da “ağır” değil. Sadece farklı.

“Gitmenin de kalmanın da bedeli var,” dedim. Ama bu cümleyle bile bazen kendimi savunuyormuş gibi hissediyorum. Çünkü bu ülkede kalmak, özellikle de kentli, seküler, batılı kimlikler arasında, sanki başlı başına bir eksiklik gibi görülüyor. “İmkânı varken gitmemiş olmak” çoğu zaman bir başarısızlık gibi algılanıyor. Kalmak, ancak çaresizlikle açıklanabilecek bir karar gibi. Oysa ben başka bir şey söylüyorum: Kalmak da bir tercih olabilir. Hatta bir direniş biçimi, bir aidiyet biçimi, bir duygusal ve politik pozisyon olabilir. Ama bunu anlatmak kolay değil. Çünkü Türkiye’den gitmek —ya da gitmek istemek— bu coğrafyada bir “normal”, hatta bir “arzu nesnesi” haline geldi. Gidenleri değil, kalanları açıklamak gerekiyor artık.

Son dört senedir aralıksız psikoterapi alıyorum. Bunun hayatımın birçok alanına dokunan, dönüştürücü faydalarını gördükçe bazen şu soruya takılıp kalıyorum:

Türkiye’den “kaçmak” bir refleks haline mi geldi?

Travma terapilerinde çokça kullanılan bir kavram var: Fight, flight, freeze, fawn.

Yani:

Savaş (fight): Karşı koymak, mücadele etmek.

Kaçış (flight): Uzaklaşmak, fiziksel ya da duygusal olarak terk etmek.

Donakalmak (freeze): Hareketsiz kalmak, ne yapacağını bilememek.

Yalvarmak/uyum sağlamak (fawn): Aşırı uyum göstererek tehditten korunmaya çalışmak.

Benim kendi “default” travma yanıtım çoğunlukla savaşmak. Ama bu, kaçmayı küçümsediğim ya da kınadığım anlamına gelmiyor. Hatta dürüst olayım, çoğu zaman içimden şu geçiyor:

“Aklı olan kaçar.”

Neden mi? Çünkü çok klasik ama çok güçlü bir cümle var:

“Burası Türkiye.”

Ve evet, burası Türkiye; burada her şey olabilir.

Başarılı olmak, emeklerinin karşılığını almak, refah içinde yaşamak bir kenarda dursun — bazen sadece hayatta kalmak bile bir tesadüf gibi hissettirebiliyor. Güzel ülkemizde rastgelelik hüküm sürüyor.

Her sabah, “inanamıyorum ama olan bitene hâlâ şaşırıyorum” diyerek güne başlıyorum. Bu neredeyse benim günlük mental sağlık “check”im hâline geldi.

Yani bir kişi kendini korumak için gitmek istiyorsa, onu çok iyi anlıyorum. Ama bu kararı ben geçici ve sınırlı bir çözüm olarak görüyorum.

Gitmek, evet, bazen nefes almak, hayatta kalmak için tek çare olabilir.

Ve giden biri eğer şanslıysa, gittiği yerde köklenebilir, refah içinde yaşayabilir. Hatta kurduğu ailesinin hayatını büyük ölçüde iyileştirebilir.

Ama bu iyilik hali —doğası gereği— o birey ve onun yakın çevresiyle sınırlı kalacaktır.

Bu yeterli değil mi?

Kimimiz için yeter de artar.

Ama benim gibiler için bu fazlasıyla yetersiz. Hatta yer yer bencilce.

Burada ince bir ayrım yapmak istiyorum:

Hiç kimse, ben dahil, hayatı ve onuru pahasına bir ülkede sırf orada doğduğu ve büyüdüğü için kalmak zorunda değil.

Birey olarak kendimizi korumakla yükümlüyüz. Çünkü hayatta bizi kendimizden daha iyi koruyacak kimse yok.

Kendi iyilik halimizin sorumluluğunu almak zorundayız — ve bu sorumluluğu nasıl alacağımıza sadece biz karar verebiliriz.

Ama çoğu insanın kaçırdığı bir nokta var gibi geliyor bana:

Bireysel iyilik hali, toplumsal iyilik halinden bağımsız değil.

Kendimize yakın hissettiğimiz toplulukların —örneğin kadınların, öğrencilerin, yaşlıların— iyi olmadığı bir ortamda uzun vadeli bir iç huzur mümkün mü gerçekten?

O yüzden “kendini kurtaran” bireylerin aslında ne kadar kurtulduğu sorusunu hep aklımda tutuyorum.

Çünkü gurbet, kendi başına zaten çok ağır bir yük.

Ve birey olarak iyilik halimizi sağlarken ait olduğumuz toplulukların genel iyilik halini gözetmemek —en azından benim için— eksik geliyor.

İşte “bencilce” dediğim şey bu.

Kaçmayı değil, kolektifi unutmayı eleştiriyorum.

Peki ben neden hâlâ buradayım? Ve bu “kalmak” neye hizmet ediyor?

Bu sorunun cevabı, Türkiye’de geçirdiğim dört yıl boyunca birçok kez şekil değiştirdi.

Öz eleştiriyle söylemem gerekirse: Başlarda —hatta daha ABD’de yüksek lisansımı yaparken bile— topluluğun iyilik halini kendi bireysel iyilik halimden zaman zaman daha fazla önemsediğim, kendimi korumanın ne kadar ciddi bir sorumluluk olduğunu tam kavrayamadığım bir dönemden geçtim.

O zamanlar bu düşünceyi şöyle anlamlandırıyordum: “Toplum iyi olursa ben de iyi olurum.”

Şimdi biliyorum ki bu denklem her zaman işlemiyor.

Çünkü birçok topluluk, birçok “dava”, ona destek veren, hayat üfleyen bireyleri harcadı. Hâlâ da harcıyor.

Dolayısıyla bugün şunu net söyleyebiliyorum:

Ben sırf kendimi yakın hissettiğim topluluklar iyi olsun diye değil; birey olarak, Türkiye’de yaşamanın zorluğunu gurbetin zorluğuna tercih ettiğim için hâlâ buradayım.

Hizmet ettiğim şey öncelikle kendi hayatım ve kariyerim.

Ama bu, başkalarından kopuk değil.

Ben bir sosyal bilimciyim.

Kendi kimliğime yakın —hatta çoğu zaman içinden geldiğim— toplulukları, onların sosyal gerçekliklerini araştırmaya yıllarını vermiş bir akademisyenim.

Bu yüzden belki de benim gibi biri için, yani bir araştırmacı için, Türkiye’de kalma kararını vermek biraz daha “doğal” ya da “anlamlı” oluyor.

Ama kolay mı? Hayır.

Peki ülkeme umutla mı, yoksa inatla mı bağlıyım?

Bu soruya cevap verirken, çok sevdiğim bir yazardan, ilham kaynaklarımdan biri olan Ece Temelkuran’dan alıntı yapmak isterim.

Bir konuşmasında, benim de çok severek okuduğum Hep Beraber kitabından söz ederken şöyle demişti:

“Ben umut kelimesini sevmiyorum. Daha çok inat lazım.”

Ben de artık böyle hissediyorum.

Sanırım ben de ülkeme umutla değil, inatla bağlıyım.

Onu, onun kendini sevdiğinden daha çok seviyorum.

Ve bu ülkenin beni şekillendirdiği gibi, ben de onda bir iz bırakmak istiyorum.

Benim burada kalmam, onun benim suretime biraz daha benzemesi; benim gibi hisseden, düşünen insanlara biraz daha “ev” gibi olması demek.

İşte bu yüzden kalıyorum:

İnatla, dönüşerek, dönüştürerek.

Yazıyı bitirmeden önce, belki yüzünüzde hafif bir gülümseme yaratır diye küçük bir şey daha söylemek isterim:

Tüm bunlara rağmen —ve belki tam da bu yüzden— her gün, aklımın arka köşesinde bir yerde, “ülkemde kalmanın geri dönülmez derecede tehlikeli olduğu zaman” için hazırda tuttuğum bir bavul duruyor.

Çünkü, burası Türkiye.

Ve burada her şey mümkün.

Eylül Arslan

Yorum bırakın