Erdem Beliğ Zaman
Araştırmacı Yazar
Bugün göğsümüzü gere gere âleme ilan edebildiğimiz eserlerimiz arasında tiyatromuz var mıdır? Sanmam. Aklımıza dahi geldiğinden şüphe ederim. Eğer memleketimize münhasır bir tiyatromuz olsaydı bugün; duvarlarımızı, sokaklarımıza gülümseyen reklam panolarını süsleyen onca şaşaalı tiyatro afişinin en azından yarısından fazlasında, ‘yazan’ kelimesinin karşısında kendi yazarlarımızın isimlerini okuyorduk! Dünya çapında oyuncularla süslediğimiz tiyatromuzu, yazarlarımızdan bir taç takıp gönlümüzde belirlediğimiz bir yere oturtamadık ya, el âlemden de özgünlüğünü kabul etmesini ve saymasını beklememiz nafiledir. Bu meseleyi, mesele olmaktan çıkarmak için de evvela bazı soruları cevaplandırmamız elzemdir. “Mesela tiyatromuzu nasıl tasnif ediyoruz? Yahut diğer sanat dallarıyla münasebetinde nerede görüyoruz?” Tüm bu ve buna benzer sorular iyi, güzel ama ne yazık ki havada kalıyorlar… Öyle ya, tiyatromuza daha ismini verememişiz; ne tasnifi, ne yeri?!
Bu havada kalma durumu, birçok tiyatrocuda ve araştırmacıda ne yapacağını bilememeye kadar giden bir şaşkınlık yaratmıştır. Tıpkı şu fıkradaki gibi: “Temel tavuğu elle yerken kızan Fadime tavuğu önünden kaptığı Temel’in bir eline çatal, diğer eline de bıçak tutuşturur. Bunun üzerine Temel de sorar: ‘Peçi, tavuği nasil tutacağum?’”. Zihninin bir tarafına geleneksel damgası vurulan, eğlence denilen gösteri türleri, diğer tarafına da sadece tercüme piyeslerden örülü yabancı tiyatro sokuşturulan yurdumuzun tiyatrocuları nasıl şaşırmasın, arada kalmasın ya da ne yapacağını bilebilsin? Denilenlerden, yazılanlardan ve bittabi oynananlardan bu şaşkınlığı, arada kalmayı ve ne yapacağını bilememeyi hissetmek güç değildir.
İsimlendirme meselesine önceki yazılarımın birinde değindiğimden ötürü bu yazımda tasnif problemini ele almak istiyorum. Nitekim Türk Tiyatrosunun sağlıklı gelişimine mâni bulunan sebeplerden biri de tasniftir. Malumunuz tiyatro, üzerinde araştırmacılarımızın müşterek bir fikre sahip olmadıkları sahalardan başlıcasıdır. Farzı muhal; tiyatro hangi sanat şubesine dâhildir, ya da müstakil bir şube midir? İşte bu soruyla, iki yanı uçurumla çevrili bu taşlı yola adım atabiliriz.

Edebiyatın Altında Tiyatroyu Aramak
Bizde tiyatro namına yapılan araştırmaların mühim bir kısmı Doğu Avrupalı oryantalistler tarafından yapılmıştır. Bu oryantalistlerin en meşhurlarından İgnacz Kunos, Ortaoyunu gibi ülkemize münhasır tiyatroyu Türk Halk Edebiyatı başlığı altında incelemiştir. Sonraki senelerde yetiştirdiğimiz araştırmacılardan Enver Behnan Şapolyo ve Nurullah Tilgen müstakil tiyatro tetkiklerinde Kunos’un bu fikrini benimsemiş olacaklar ki aynı başlık altında tiyatromuzu incelemişlerdir. Ta o günlerden bugüne bilhassa geleneksel denen türde tiyatro; edebiyatın, daha doğrusu Halk Edebiyatı’nın şemsiyesi altında tahlil edilegelmiştir. Bu tasnife alınmalarında Karagöz, Ortaoyunu, Meddah ve Köy Tiyatrosu gibi türlerde yazılı metnin bulunmaması; sözlü kültür mahsulü olmalarının tesiri büyüktür.
Tiyatroyu yazılı edebiyata dâhil bir tür olarak gören kanaate göre, Türk Tiyatrosu Tanzimat’tan sonra doğmuştur. Bugün akademide yeni edebiyat dalı kürsüsüne mensup birtakım akademisyenin fikri bu minvaldedir. Nihat Özön ve Baha Dürder de tiyatro ansiklopedilerinde, Türk Tiyatrosunu Tanzimat’a kadar ancak tarihlendirebilmişlerdir. Nereden bakılırsa bakılsın Türk Tiyatrosunu çocuklaştıran ve köksüzleştiren bir bakış açısıdır bu.
Bu fikirle bir önceki fikir arasında yer almakla beraber, bugün anladığımız manadaki tiyatronun Tanzimat sonrası çıktığını müdafaa eden, o tarihten evvelki tiyatroyu (Yahudi kol oyunlarını, Ortaoyununu, Meddahı) ancak gündelik hayata neşe katan “eğlencelik oyun” olarak gören görüş; bir bakıma Cumhuriyet münevverinin de genel görüşüdür. Tiyatro tarihimizin olduğunu kabul etmek lâkin tiyatroyu Tanzimat’la beraber aldığımızı da reddetmemek! Diyeceksiniz ki bu nasıl oluyor? Olmuş işte… İşbu münevver tipinin belirgin temsilcilerinden Memet Fuat’ın, Tiyatro Tarihi kitabının Türk Tiyatrosu kısmının girişine yazdığı şu paragraf, bahsettiğimiz görüşün hatlarını anlaşılır bir şekilde ifade etmektedir:
“Türk tiyatrosu deyince çoğu kimsenin aklına yüz yıllık bir geçmiş geliyor: Batı’ya açılışımızla birlikte başlayan, Batı etkisindeki Türk tiyatrosu. Daha geniş bir düşünüşe ulaşmış olanlar, “tiyatro” sözcüğüne dar bir anlam yüklemeyenler ise meddah, karagöz, ortaoyunu gibi eski eğlenceleri de hatırlıyorlar. Oysa bunlardan yalnız sonuncusu “tiyatro”ya yaklaşıyor ki o da bir on dokuzuncu yüzyıl eğlencesi. Daha önce bir Türk tiyatrosu yok muydu? Dünya tiyatrosunu anlatırken çeşitli toplulukların geçirdikleri evrimleri özetledik, bu evrimler arasında büyük benzerlikler olduğunu gördük. Türk topluluklarının o gibi evrimlerden geçmediğini, Anadolu Türklerinin tiyatroya on dokuzuncu yüzyılda ulaştığını düşünmek yanlış olur. Onun için de, “Türk tiyatrosu” denince ilkel Türk topluluklarına kadar inen bir geçmişin aklımıza gelmesi gerekir.”[1]
Tiyatroyu edebiyat ismi altında tasnif edecekleri, hiç değilse İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın edebiyat hakkındaki sınıflandırma fikrini kabule çağırıyorum. Mahmud Kemal Bey kendisine Baha Dürder’in yönelttiği, “Edebiyat tasniflerine ne buyuruyorsunuz?” sorusuna, “Divan edebiyatı, Tanzimat edebiyatı, Tekke edebiyatı ve Halk edebiyatı gibi tasniflerin kimler tarafından yapıldığını bilmiyorum. … Ben yalnız bir edebiyat biliyorum.”,[2]cevabını vererek tasniflerle bölünmek istenen edebiyatın yekpareliğine dikkat çekmiştir. Tiyatroda da Geleneksel Türk tiyatrosu, Tanzimat devri Türk tiyatrosu, Meşrutiyet devri Türk tiyatrosu gibi tasnifler, hem birbirleri içinde uyumsuzdur (biri türün tarzını öne çıkarırken diğerleri zamanı öne çıkarıyor); hem kapsayıcılığı eksiktir hem de bu konuya ilgilileri yanlış istikamete sevke meyillidir.
Peki Cumhuriyet Devrinde Neler Söylendi?
Cumhuriyet devrinin şüphe yok ki en çok kabul gören tasnifi tiyatro sahasının en fazla emek veren hocalarından Metin And’ın tasnifiydi. Metin Bey; Geleneksel Türk Tiyatrosu başlığı altında, Köylü Tiyatrosu Geleneği ve Halk Tiyatrosu Geleneği olmak üzere iki tiyatro geleneğinden bahsetmiştir. Köylü Tiyatrosu Geleneği, diğer Cumhuriyet devri araştırmacılarının Köy Tiyatrosu[3], Köylü Temsilleri[4], Köy Ortaoyunları isimleriyle zikrettikleri tiyatrodur. Halk Tiyatrosu Geleneğiyse Metin And’a göre Hokkabazlığı, Çengiliği-Köçekliği-Curcunabazlığı, Meddahlığı, Kuklayı, Gölge Oyununu[5] (Karagöz’ü), Ortaoyununu içeren Geleneksel Türk Tiyatrosu dalıdır. Memleketimizdeki akademilerin birçoğundaki ders içerikleri ilgili konuda, Metin And’ın bu tasnifine paralel teşekkül etmektedir.
Özdemir Nutku, Ünver Oral, Abdulkadir Emeksiz, Ercümend Melih Özbay, Sabri Koz gibi mevzubahis sahada tetkik yapan zatlar da Metin And’ın tasnifi orijininde hareket etmeyi münasip bulmuşlardır. Hatta Türk Tiyatrosu hakkında son dönemde çalışan yabancı araştırmacılar da aynı temel üzerinde çalışmalarını inşa etmeyi tercih etmişlerdir. Yakın zamanda Türk Tiyatrosu hakkında bir kitap çıkaran[6] Japon araştırmacılar Yuzo Nagata ve Hikari Egawa da kitaplarında Geleneksel Türk Tiyatrosu ismini dolayısıyla da tasnifini kabul edip kullanmışlardır.
Metin And’ın tasnifi çokça kabul görse de tasnifine koyduğu isim araştırmacıların dünya görüşleri ve siyasî fikirlerine göre değişiklik göstermiştir. Milliyetçi bir bakış açısıyla tiyatroyu ele alan Ünver Oral, Metin And’ın tasnifine teoride katılırken; “-sel, -sal” ekinin Türkçede olmadığını iddia ederek Geleneksel Türk Tiyatrosu isminin yanlış olduğunu ileri sürmüştür. Bu ismin yerine Gelenek Tiyatrosu ve Türk Halk Tiyatrosu gibi isimleri tercih etmiştir. Halk Tiyatrosu sol ideoloji minvalinde bambaşka manalar addedilen bir kavram olduğundan ötürü; o kavramı, Elhamra’daki İstanbul Tiyatrosu’nun tiyatro tavrını belli eden Halk Tiyatrosundan yahut Ünver Bey’in bahsettiği Karagöz, Ortaoyunu nevinden tiyatrodan ayırmak güç ve karmaşıktır. Ortak yönleri bulunsa da yukarıdaki tiyatrolar, geniş perspektifte üç ayrı janra sahip tiyatrodurlar.
Milliyetçi değil de muhafazakâr pencereden sanat muhitini seyreden araştırmacılar ve sanatkârlar arasında “Tarihî Türk Temaşası” deyişi yaygındı. Bu deyiş Şehir Tiyatrosu içerisinde alevlenmişti. Tarihî Türk Temaşası adı, Dil İnkılâbı gereğince zamanla yerini “Geleneksel Türk Tiyatrosu”na bıraksa da Darülbedayi ocağından yetişme Rauf Altıntak gibi muhafazakâr anlayışa sahip oyuncuların dilinde yaşayışını sürdürdü. Yeni nesil muhafazakâr yazarlarda zaman zaman “Gelenekli tiyatro” ismine de rastlamışımdır. Bu ve benzeri deyişlerle muhtemelen hem maziperestlikle bağlarının bulunmadığını hem de Batı medeniyetinden uzakta durduklarının altını çizme kaygısı duymuşlardır.
Buna mukabil hem araştırmalarıyla hem de icrasıyla sahaya katkıda bulunan, bu sene Yaşayan İnsan Hazinesi ödülüne lâyık görülen Alpay Ekler, mevzubahis tasnifi doğru bulmamaktadır. Alpay Bey’e göre de bu türlerin her biri (Karagöz, Ortaoyunu, Meddah…) kendi başına bir bütündür. Alpay Ekler İhsan Dizdar’ın[7] çırağı olduğundan; dolayısıyla çekirdekten yetiştiğinden bu kanaate sahip olması doğaldır. Nitekim o devrin jargonunda Geleneksel Türk Tiyatrosu ya da Tarihî Türk Temâşâsı diye üst-başlıklar katiyen yoktu. Her tür, gerek erbabınca gerek mesleğin içinde bulunanınca kendi ismiyle anılırdı. Bunu Şehir Tiyatrosunun 1978’de sergilediği Ortaoyunu kadrosunda yer alan Rıza Pekkutsal’dan ve Orhan Kutlu’dan ayrı ayrı bizzat duymuştum. Her ikisi de Geleneksel Türk Tiyatrosu yahut Tarihî Türk Temaşası gibi isimlendirmelerin çok daha sonra lügatlere girdiğini söylemiş; kendilerinin gündelik hayatta kullanmadığından bahsetmişlerdi.
Gene Ahmet Refik Altınay, Enver Behnan Şapolyo gibi tiyatroya hususi bir alakayla kafa yormuş araştırmacılar ya da Osman Cemal Kaygılı ve Reşat Ekrem Koçu gibi folklorcu yazarlar da bu türleri “geleneksel tiyatro, tarihî temaşa gibi tarzına münhasır” bir başlık altında incelemektense ayrı ayrı, kendi özel isimleriyle zikretmeyi daha makul ve uygun görmüşlerdir.
Soruna Dikkat Çekenler ve Üstüne Perde Örtenler
Tüm gösteri türlerimizin Türk Tiyatrosu ismi altında bir bütün halinde görülmesini sağlayan kişilerin en başta geleni Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu’dur. Ismayıl Hakkı Bey, “Türke Doğru” isimli kitabında çoğu mevzuu birer makalede geçiştirirken tiyatroya dört makale ayırmış; “Tiyatromuz yoktur” başlığıyla girdiği ilk makaleden “Millî tiyatro nasıl doğar?” başlığıyla çıktığı son makaleye kadar özgün bir tiyatromuzun neden olmadığı meselesini sorgulamış ve nasıl olacağının da yönünü tayin etmeye çalışmıştır. İlk makalenin girişindeki, “Tiyatromuz diyemem; çünkü hiç olmazsa benim anladığım mânâ ile bir Türk tiyatrosu yoktur.” cümlesi zaten başlı başına Baltacıoğlu’nun bu konudaki rahatsızlığını meydana vurmaktadır.
Ismayıl Hakkı Bey tabii ki bu kadarla yetinmemiştir. Daha evvel, “Tiyatro” ismiyle bir de kitap neşretmiş; bu kitabıyla seneler sonra arzuladığı tiyatroyu yapmak için şevklenen “Genç Oyuncular” topluluğunu hareketlendirmişti.[8] Ne yazık ki sosyal konulara duyarlı, kadim türlerimizden ve gelenekten beslenip modern meseleler minvalinde oyunlar çıkaran bu genç, ilerici topluluğun, Ayyar Hamza piyesiyle yurtdışında ülkemizi temsil etmelerine devrin gazeteleri şiddetle karşı çıkmışlar; feslerle, şalvarlarla bizi dünyaya yanlış tanıtacaklar vaveylasını koparmışlardı! Bu bile başlı başına heves kıran bir taarruzdu ya… Neticede Genç Oyuncular dağıldı, bir kısmı (Genco Erkal, Mehmet Akan, Arif Erkin, Çetin İpekkaya, Ani İpekkaya) profesyonel oldu; bir kısmı da aktif tiyatro hayatından çekildi (Atila Alpöge). Ismayıl Hakkı Bey’in tiyatro fikri de diğer özel teşebbüs truplarda zaman zaman dirilir gibi olsa da gün geçtikçe gözden düştü ve hatırlanmaz oldu. Bugün bir Türk Tiyatrosu olmayışının en hazin sebeplerinden biri de Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun tiyatro hakkındaki yaratıcı fikirlerinin küllendirilmesidir.
Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu’ndan evvel romantik üslubuyla sosyal hayatı yansıtan piyesler kaleme alan Musahipzade Celâl’i anmak lazımdır. Sonra ise yerli piyeslere ayrıca ehemmiyet veren Ulvi Uraz’ı, yazdıklarıyla Ahmet Kutsi Tecer’i, Haldun Taner’i, Oktay Arayıcı’yı; hem yazıp hem oynayan Mehmet Akan’ı, Yılmaz Onay’ı, Ali Poyrazoğlu’nu ve tabii ki Seden Kızıltunç’u unutmamalıdır. Bu isimler sayesinde bir nebze de olsa Türk Tiyatrosunun varlığından bahsedebilmekteyiz. Yoksa doğrudan çevrilen yabancı piyeslerle, taklitçi, özentili oyunculuklarla Türk Tiyatrosu inşa edilebilseydi Tanzimat sonrasında zaten inşa edilirdi.
Velhasılıkelam
Geleneksel, tarihî, an’anevî… sıfatlarıyla başlayan isimler altındaki tasniflerle tiyatromuz geçmişinden kopartılmış; ülkemize tiyatro Tanzimat’tan sonra gelmiştir diyen güruha büyük bir dayanak veriliştir. Hâlbuki Tanzimat’la beraber gelen tiyatro edebiyatıdır. Yoksa asırlık Türk Tiyatrosunu, senelere hapsetmeye çalışmak; çeşitli halklardan örülü rengârenk ve zengin bir milletin kültürünü hatta hayallerini de kafese sokmaktır. Türk Tiyatrosu bir milliyete mahsus etnik tiyatro değildir. Türk Tiyatrosunu, Türk Tiyatrosu yapanlar daha evvel de ifade ettiğim gibi, “farklı inançlara, farklı milliyetlere fakat aynı emellere, aynı hayallere sahip olan kahramanlardır.”.[9] Türk Tiyatrosu tarihiyle ve bugünüyle bir bütündür. Geleneği de içindedir, moderni de… Türk Tiyatrosunu incelemek isteyenler bu bütünü (15. asır, Cumhuriyet devri vb. gibi) tarihî parçalara ayırıp inceleyebilirler fakat gelenekselmiş, modernmiş, postmodernmiş deyip bölmeye, parçalamaya hakları yoktur. Bu parçalayış ve bölünüş; ideal tiyatro fikri etrafında halkalananları da bir araya gelmekten alıkoyar. Oysaki önce idealler belirlenir; sonra idealleri gerçek hayata tatbik aşamasına geçilir ve pratik ortaya çıkar. Bu pratikler farklı ideallerle de beslenir; gelenekten de istifade eder ve işte o zaman özgün ve köklü bir tiyatro ortaya çıkar. Bugün olmayan tam da budur!
Öyle bir piyes sahneleyin ki Ortaoyunundan istifade etsin yahut meddahtan öğeler içersin… Hangi sahnelerin kapıları size açılır? Eğer ideolojik tez içeren Brechtyen Epik Tiyatro’ya göz kırpmadığınız takdirde, yapacağınız tiyatroyu, ancak senede bir ay, o da Ramazan’dan Ramazan’a muhafazakâr bir belediyenin açtığı eğlence çadırında sergileyebilirsiniz…
Hayatın acısı, biberin acısına benzemez. Yakar, göz yaşartır tamam ama içerisinden sıyrılmadığın takdirde zamanla yok eder de! Tiyatromuzun başına gelen de maalesef bu yok oluş, bu tarihte kalıştır…
İsmini her ağızda farklı zikredip, geleneğini bozduğumuz; büyümesini engellediğimiz tiyatromuzu bir de ite kaka yanlış sınıfa soktuk… Kalmayıp da ne yapacaktı?!
[1] Memet Fuat, Tiyatro Tarihi, sayfa 251
[2] Bahadır Dülger, “Üstad İbnülemin Mahmud Kemal İnal Konuşuyor”, 30 Mart 1947, Tasvir Gazetesi.
[3] Süleyman Kazmaz’ın kabulü aynı zamanda kitabının da ismi. Şükrü Elçin de kitabında parantez içinde, Anadolu Köy Ortaoyunlarıyla beraber bu ismi kullanır.
[4] Ahmet Kutsi Tecer’in kabulü ve mevzuu ihtiva eden kitabının ismi.
[5] Metin And, Karagöz’ü de Gölge oyununa dâhil bir tiyatro türü olarak görür. Cevdet Kudret de bu fikre yakındır. Halbuki Enver Behnan Şapolyo evvelce çalışma yapanlar “Hayal Oyunu” deyişini tercih etmişlerdir.
[6] Osmanlı’nın Son Döneminde İstanbul’da Tiyatro Çevresi, Dergâh Yayınları, 2021
[7] İhsan Dizdar (1925-2000) Son Hokkabazdır. Aynı zamanda Ortaoyununda Pişekar’a çıkmış, Meddahlık da yapmıştır.
[8] Topluluğun beyni Atila Alpöge’nin yayına hazırlayanlardan biri olduğu “Tiyatro Nedir?” kitabının başına yazdığı yazıdan kafi bilgi mevcuttur.
[9] Erdem Beliğ Zaman, “Türk Tiyatrosunu Türk Tiyatrosu Yapan Kimlerdir?”, Şalom Gazetesi, 31 Mart 2021, https://www.salom.com.tr/haber-118041-turk_tiyatrosunu_turk_tiyatrosu_yapanlar_kimlerdir.html
Hakemli dergilerde bile bu denli güzel bir yazıya tarslayamadığımız günümüzde bu yazıyı okuyanların Erdem Beliğ Zaman’a teşekkür etmeleri farzdır…
BeğenBeğen