Cem Sili
Orta Avrupa Üniversitesi Tarih Bölümü’nden yüksek lisans mezunudur.
“Ben milliyetçiyim, bir mefhuma çok yakın bir realitenin adamıyım. Fakat bu demek değildir ki, halka yabancıyım, bilakis onun emrindeyim.
– Fakat ıstırabını görmüyorsunuz?
– Görüyorum. Fakat oradan hareket etmek istemiyorum. Onu mazlum gördükçe bir gün zalim olmasını hazırlayacağıını biliyorum. Niçin o kadar çok ıstırap çekiyoruz, yani bütün dünya. Çünkü hürriyetin uğrundaki her mücadele yeni bir adaletsizliği doğuruyor. Ben aynı silahlarla mukabeleyi bırakmak istiyorum. Ben içinde yoğrulduğumuz tekneden işe başlamak istiyorum. Ben Türkiye’yim. Türkiye benim adesem, ölçüm ve realitemdir. Kainata, insana her şeye oradan, onun arasından bakmak isterim.
– Bu kâfi değil!
– Bir ütopyaya kapılmak istemeyen için kâfi. Hattâ müsbet bir iş görmek isteyen için.
– Peki, nedir bu Türkiye?İhsan içini çekti:
– İşte mesele burada. Onu bulmakta…”
Yukarıdaki satırlar Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’undan. Huzur’daki huzursuzluk, alegorik olarak Tanpınar’ın bir entelektüel olarak Türkiye’ye dair hissettiği huzursuzluk yahut bizzat Türkiye’nin yaşadığı bir huzursuzluk olarak da okunabilir, diye düşünüyorum. Bu deneme de söz konusu huzursuzluğun kökenlerine dair bir anlam arayışıdır.
Türkiye’yi tarihî, siyasî ve toplumsal açıdan okumanın, okuyabilmenin pek çok farklı yolu var. Modernleşme teorisi bunlardan biri. Modernleşme anlatısına bir zeyl ve aynı zamanda eleştiri olarak Post-Kemalist anlayış öyle. Marksist yaklaşım, Türkiye’yi bir sınıf kavgası paradigmasıyla okur mesela. Başka bir hikâye ise Türkiye’yi bir çeşit kulturkampf üzerinden okumak. Bu anlayışlar yer yer net şekillerde ayrışır, yer yer iç içe geçer, birleşir, girift bir yapıya bürünür. O yanlış, beriki doğru diye kesin hükümler vermenin mânâsı yok.
Türkiye’nin huzursuzluğunu anlamlandırmaya çalışırken kulturkampf yaklaşımının oldukça işlevsel olduğunu düşünüyorum. Türkiye’yi bir kültür kavgası biçiminde yeniden kurgulamak ve anlamlandırmaya çalışmak pek çok açıdan riskli de. En büyük risk Türkiye’nin sınıfsal yapısını gözardı etmek. Çünkü söz konusu olan bir huzursuzluksa, bunun ciddi oranda sınıfsal sebeplerden kaynaklandığını belirtmek yerinde olacaktır. Ancak ben bu denemede huzursuzluğun kaynağına sınıfsal bir bakış açısından değil, kültürel bir temelden yaklaşmayı tercih edeceğim.[1]
Kimlik Krizi ve Epistemik Kırılma
Modern çağ bir kimlikler çağı aynı zamanda. Bu kimlikler milliyetçilik, milliyet duygusu, millî şuur, bir millete ait hissetmek, aidiyet tasavvuru ya da aidiyet temsili gibi şekillerde ifade bulabilir. Benedict Anderson’un muhayyel cemaat kavramının hayaleti peşimizi bırakmıyor. Avrupalılık yahut Batılılık, Şarklılık, Osmanlılık, İslamlık, Türklük gibi geç dönem Osmanlısının entelektüel zihin dünyasını meşgul eden bu kimlik telakkileri, Osmanlı münevverinin dünyayı nasıl algıladığını da belirliyor. Bu bağlamda Şevket Süreyya Aydemir’in Suyu Arayan Adam’ını anımsamakta fayda var. Osmanlı münevverinin entelektüel motiflerinin ardında, bütün siyasî, toplumsal, ekonomik meseleler bir tarafa, bir kimlik arayışı yatar. Bu arayış da esasında bir kimlik krizinden ileri gelir.
Kimlik krizi, Osmanlı’nın içerisinde bulunduğu meşruiyet krizinin[2] hem entelektüel hem de kültürel bir izdüşümüdür. Osmanlı’da kimlik krizi, yani bir kimlik edinmeye/tahayyül etmeye yönelik arayış, aslında bir aidiyet inşasıdır. Modern Osmanlı’da bir kimlik olarak inşa edilmeye çalışılan ilk aidiyet temsili, Osmanlılıktı. Osmanlılık hem devlet hem de münevverler eliyle tasavvur edilen bir çatı-kimlikti. Hanedanın adının bir çatı-kimlik gibi benimsenerek tebaaya atfedilmesi, “imparatorluk-milliyetçiliği” adı verilen anlayışı bir parçasıydı. Osmanlı İslamcılığı da bütün siyasî vizyonu bir tarafa, Müslüman olmaklığı bir çeşit modern kimlik gibi inşa etmeye çalışan bir düsturdu. Türkçülük, bir çatı-kimlik sunan Osmanlıcılığın hilâfına, İslamcılığın karşıt olduğu “kavmiyetçilik” anlayışıyla doğan ve bir kimlik olarak Türk olmayı ilk defa teklif edip vurgulayan bir aidiyet telakkisiydi. 1904’te Yusuf Akçura tarafından “üç tarz-ı siyaset” olarak formüle edilen bu üçlü kimlik yapısı, on dokuzuncu asır sonu ve yirminci asır başı Osmanlı entelektüel dünyasını imparatorluk yıkılana kadar meşgul etmiştir.

Cumhuriyet’i kuran Kemalist milliyetçi anlayış, geleneksel İslamî yapının karşısına radikal bir laiklik koymuştu. İslam ile yaşanan bu kopuş, modern Türk zihniyetinde Osmanlı’da doğan epistemik fay hattını derinleştirdi. Osmanlı’da Türkçülük ile İslamcılık arasında ontolojik temelde sekülarizmin yarattığı bir epistemolojik kırılma yaşanmamıştı. Bu kırılma İslam’ın toplumdaki gelenekselleşen kültürel mirası ile Cumhuriyet’i kuran Kemalist milliyetçiliğin arasındaki gerilimle yaşandı. Yani kulturkampf’ın başladığı nokta burasıydı.
Düşman İkizler: Türklük ve İslamlık
Türkiye’deki huzursuzluğun başlıca kaynaklarından biri olarak belirttiğim kulturkampf’ın temelinde, tahayyül edilen kimliği besleyen din ile millî kültür arasındaki ilişki ve gerilim olduğunu düşünüyorum. Türkiye’yi anlamlandırmaya dair çoğu tahlilî okuma, onu bir gerici-ilerici, modern-geleneksel, seküler-dinî gibi kabaca belirlenmiş, çizgileri net ve kalın dikotomilerle değerlendirir. Hangi kavramsal çift kullanılırsa kullansın, her ikisinin de ziyadesiyle olumlu ve olumsuz değerlerle yüklü olduğu, isabetli olmaktan uzak, bulanık bir dikotomiye sıkışmış buluruz kendimizi. Genellemeler çoğunlukla tahlil nesnesini bölmekte işimizi kolaylaştırsa da, yarattığı konfor alanı tahlili ciddi oranda baltalar, görüş alanını bulanıklaştırır, idraki boğar.
Geç Osmanlı’daki kimlik krizi düşünüldüğünde Müslümanlık ile Türklük iç içe geçmiş, neredeyse yekpare bir kimliği ifade etmekteydi. Dini bir kavram olan millet’in millî aidiyet unsurunu kast etmesine yönelik geçiş, Müslüman olmak ile Türk olmanın özdeşliği üzerinden okunabilir aslında. Ancak yukarıda söz ettiğim epistemik kırılma ile Türk olmanın İslam karşısında ne şekilde konumlandığı, sekülarizmin bu konumun neresinde yer aldığı kulturkampf’ın bir özetidir.
Cumhuriyet elitlerinin tahayyül ettikleri Türk kimliği, İslam’dan mümkün mertebe âzade, seküler ve “modern” bir kimlikti. Diğer yandan Müslümanlık, Anadolu’daki halkın olmaktan anladığı kimlikti. Bu bağlamda söz ettiğim kulturkampf, Şerif Mardin’in Edward Shils’den mülhem şekilde kavramsallaştırdığı çevre-merkez çatışmasında tezahür etmiştir. Kemalist iktidar, kabul ettiği modern değerlerle bir Türk kimliği oluşturmaya çalışırken hem Osmanlı elit kültürünü hem de halk İslam’ını reddetmişti. Bu düzlemde Türk milliyetçiliği, yeni kurulan devletin seküler değerleriyle eklemlendi. Türklük ve İslamlık, geç Osmanlı’da bir simbiyoz halinde iken Cumhuriyet’in laik atılımlarıyla birbirinden ayrılmış gibi görünüyordu.
Sonuç: Suyu Aramak
“Her istediğimiz yere gidiyoruz gibi geliyor bize, halbuki ölmüş köklerin arasından daima aynı boşluğa, imkansızlığın ta kendisi olan bir imkan kalabalığına çıkıyoruz. Bu bizi elbette şaşırtır. Bugün bir insan Türkiye’yi her şey olabilir, sanabilir. Halbuki Türkiye yalnız bir şey olmalıdır; o da Türkiye. Bu ancak kendi şartları içinde yürümesiyle kabildir. Bizim ise elimizde adetten ve isimden başka bir şey, müspet bir şey yok. Cemaatımızın adını biliyoruz, bir de nüfus ve vatan genişliğini . . .” Huzur, Tanpınar.
Cumhuriyet’in erken yıllarında yaşanan epistemik kırılma, on yıllardır etkisini sürdürüyor. Tek Parti döneminden sonra bir çeşit karşı-devrim gibi anlaşılabilecek dönem, Kemalist milliyetçiliğin bürokrasi ve askeriyeye sıkışması, İslam ile milliyetçiliğin popülist ittifakı olan Türk-İslam sentezi, darbeler, “sağ-sol” çatışması, AKP iktidarı ve AKP’nin MHP ile ittifakı, İYİP’in kuruluşu ve seküler milliyetçiliğin yükselişi… Söz konusu kırılmanın siyasi düzlemdeki tezahürleri.
Özellikle son dönemde sıkça tartışılan Post-Kemalist anlayış Kemalist milliyetçi zihniyeti bir “ilk günah” gibi kavramsallaştırmıştır. Türkiye’deki otoriterliği, faşizmi, vesayeti, darbeleri, polis şiddetini, baskıyı, sansürü ilh. Kemalist bir “ilk günah”a bağlamanın Kemalizm’i, Cumhuriyet’i kuran iradeyi ve şartları bağlamsızlaştırarak, tarihî tecrübeden kopararak ele almak gibi bir sakıncası var. Türk siyasî kültürü üzerinde hâkimiyet kurmuş otoriterliğin a priori olarak milliyetçilik düşüncesine indirgenerek İttihatçılık’tan Kemalizm’e, oradan tüm Cumhuriyet’e yayılmış olan bir ruh olduğu fikri hâkim. Halbuki Türk siyasî kültürünün otoriter kökenleri de tıpkı bu denemede ele aldığım kulturkampf gibi geç Osmanlı’nın zihniyet dünyasında, güç ilişkilerinde ve modern devleti yapılandırırken yaşanan sancılarda aranmalı.
Sonuç olarak, Türk toplumu ve zihniyet dünyasını cenderede bırakan bir kulturkampf’ı huzurla nihayete erdirecek şey, her şeyden önce ve en başta otoriterlik meselesinin aşılmasında bulunabilir. Otoriterlik farklı anlayışların, kimlik telakkilerinin, yaşayış tarzlarının bir arada huzur içerisinde var olmalarını engeller. Hatta her türlü farklılığı, kimlik siyasetini kışkırtarak sınıf mücadelesini örter, iktidarını her daim her koşulda yeniden üretmeyi başarır ve yarattığı kaostan beslenir. Türkiye’nin gırtlağına çöken bu otoriterlik hayaleti, ancak def edildiğinde Türkiye’nin ne olduğuna dair sarih ve sahih bir tanım yapılabilir.
[1] Türkiye’yi siyasî, beşerî, içtimaî ve tarihî olarak mesele edinmiş entelektüelin, akademisyenin yahut meraklı herhangi bir kimsenin bu alengirli memleketi sadece sınıfsal ya da sadece kültürel temelden yaklaşarak anlayabileceği fikrine karşıyım. Yani sınıfsal ve kültürel yaklaşımlar arasında körkütük bir ayrım yapmak mecburiyetinin olduğunu sanmıyorum. Nasıl ki Türkiye’nin kültürel yapısı pek çok farklı katman içeriyorsa ve bunlar derinden etkileyen sınıfsal bir temel varsa; Türkiye’nin sınıfsal yapısında belirli motivasyonları belirleyen, belirli karşıtlıklar ya da yakınlıklar oluşturan kültürel kökler de var.
[2] Meşruiyet krizi Habermas kaynaklı bir kavram. Selim Deringil bu kavramı on dokuzuncu asır Osmanlısının içinde bulunduğu vaziyeti izah etmek için kullanır.