Yıldız Kenter: “Sahneye İlk Kimin Çıktığı Önemli Değil! Önemli Olan Devrin Zorlu Koşulları Altında Bir Şeyler Üretebilmek”

Röportajcı: Burak Süme
Sinema Araştırmacısı

Türk tiyatrosunun en önemli isimlerinden Yıldız Kenter’le yapılan son röportaj… Araştırmacı-Yazar Burak Süme, Yıldız Hanım’ın vefatından önce (17 Kasım 2019) kendisiyle yaptığı son röportajı Yarının Kültürü‘yle paylaştı. Biz de Yarının Kültürü olarak, Yıldız Hanım’ın 11 Ekim tarihli doğum yıl dönümünde bu samimi röportajı sizlerle paylaşıyoruz.


Türkiye tiyatrosunun narin çiçeği Yıldız Kenter’i 17 Kasım 2019’da sessizlerin dünyasına uğurlamıştık. Sosyal medyada birçoğumuz kendisinin “Hatalı olduğunu anlayan bir insanın bunu telafi etme çabasını gördüğümde özür beklemem. Bu bana özürden daha samimi gelir. Bana samimiyet yeter.” sözlerine mutlaka denk gelmişizdir. Her sözü bilgelik ve hayata dair olan Yıldız Hanım, son zamanlarında anılarıyla yaşamayı tercih etmişti belli ki. Sinemada göründüğü “Hanım”, “Büyük Adam Küçük Aşk” ve “Beyaz Melek” filmlerindeki gibi hep uzakta kalan sevgiliye duyduğu özlemin hüznü vardı gözlerinde. Giderken asansör gelene kadar kapıda bekleyişi ve o son el sallayışı halen aklımda. Kendisini rahmet ve sevgiyle anıyorum.

Araştırmacı-Yazar Burak Süme, Türk tiyatrosunun en önemli isimlerinden Yıldız Kenter’le röportaj sonrası.

Burak Süme (BS): Yıldız Hanım, Harbiye’de kendi soy isiminiz taşıyan tiyatronuzun kendisine has o kalıplaşmış silueti arasında beni en çok etkileyen, koltukların arkasında yazılı olan bürokrat ve sanatçılarının isimlerinin halen korunuyor olması. Bizler izleyici olarak oturduğumuz bu koltuklarda bizden öncekilerin soluğunu hissedebiliyoruz.. Bir dönem maddî yoksunluklarınız nedeniyle dönemin başbakanı Süleyman Demirel’den yardım almak geliyor aklınıza. Randevu talebinde bulunduğunuzda size “Yıldız Kenter’in randevuya ihtiyacı yoktur. İstediği zaman gelebilir.’’ cevabı geliyor. Devamını sizden dinleyebilir miyiz?

Yıldız Kenter (YK): Evet… Tiyatromda haciz vardı. Haczin kaldırılması için Süleyman Bey’in yanına Ankara’ya gitmiştik. Bize çok yardımları dokundu. Kazım Taşkent’ten tiyatromuzu kurarken borç almıştık. Belirli zaman aralıklarında taksitle geri ödüyorduk fakat Kazım Bey vefat edince ödeyemez hale geldik. O günlerde gazetede tiyatromuzun icra yoluyla satışa çıkarıldığına dair bir ilan gördüm. Çok üzüldüm. Ne yapacağımı bilmiyordum. Hemen Süleyman Demirel’i aradım ve yardım istedim. Tiyatromu bugün ona borçluyum. Aradan zaman geçti ve bir gazetede tesadüfen söyleşisine rastladım. Bugüne kadar hiç aşk mektubu almadım demişti. Ben de onun bu yardımına ve duygularına kayıtsız kalmamak için ona tiyatro sevgimi anlatan bir aşk mektubu yazdım. “Siz hiç aşk mektubu almadınız ama büyük bir aşkla bağlı olduğum tiyatromun satışını engellediniz. Dolayısıyla bu sonsuz tiyatro aşkımın içinde o günden beri siz de oldunuz hep…” dedim. Birkaç gün sonra Süleyman Bey ve eşi Nazmiye Hanım telefon açarak teşekkürlerini ilettiler. 

BS: Mikado’nun Çöpleri‘ne gelecek olursak bu oyun sizin de sanat kariyeriniz içerisinde önemli yer tutuyordu. Bu oyunu sahneleme aşamalarınızdan bahsedebilir misiniz?

YK: Prova esnasında metni okurken hep yeni bir şeyler keşfediyorduk. Ucu açık kalmış bazı noktalar. Melih Cevdet’le de henüz o kadar da bir tanışıklığımız yoktu. Kendisini aradım ve bir randevu aldım. Evinde buluştuk. Çok güzel bir yemek sofrası hazırlamıştı. Laf lafı açıyor ama konu bir türlü Mikado’nun Çöpleri‘ne gelmiyordu. Giderken dayanamadım ve oyunla ilgili birkaç sorum olduğunu hatırlattım. O da döndü bana gülümseyerek “Vallahi Yıldızcığım, ben de bilmiyorum” dedi. 

BS: Yıldız Hanım, Mikado’nun Çöpleri de kadın ve erkeğin ilişkisi üzerine kuruluydu. Günümüz erkek egemen dünyası içerisinde kadının konumlandırılışını nasıl değerlendiriyorsunuz?

YK: Yunan mitolojisine göre insan varlığı evrene tek bir bütün olarak dünyaya gönderilmişti. Kadın ve erkeğin ruhları tek bir vücutta toplanmıştı. Rivayete göre bir yıldız gelmiş ve onları ikiye ayırmıştı. Böylelikle de kadın ve erkek kimliği oluşmuştu. O günden sonra da kadın ve erkek hep diğer yanlarını, kaybolan parçalarını yani eşlerini arar oldular. Olaya böyle bakacak olursak kadın ve erkek her zaman eşittirler. Toplumda böyle bir ayrımın yapılması, erkeğin kadından üstün olarak gösterilmesi çok yanlış. Bu bir kadının doğada erkeğin yaptığı ve yapacağı şeyleri yapabilir anlamına gelmiyor. Aynı şekilde bir erkekte kadının yaptığı şeylerin üstesinden tam anlamıyla gelemez. Mesela kadınlar fiziksel olarak erkekten çok daha güçsüzler ama anne olabiliyoruz, uzlaşıma açık, barışçılız. Kimlik olarak toplumda bir kadın ve erkek aynı iş yerinde çalışabiliyorlar. Mesela “kadınlaşmak” ve “erkekleşmek” sözcükleri hiç hoşuma gitmiyor. Kimi zaman bir erkek şık ve bakımlı olunca hemen ona kadınlaştı gözüyle bakılıyor. Aynı şekilde bir kadına da bir erkeğin işinde çalıştığı zaman erkekleşti tanımlaması yapılıyor. Bence bu çok yanlış. Kadın kadındır, erkek erkektir. Önemli olan her iki cinsin de aynı sosyal, kültürel ve siyasal haklardan eşit olarak yararlanmasıdır.

BS: Olayı böyle değerlendirecek olursak hemen size Afife Jale desem…

YK: Afife Jale, Türk tiyatrosu için önemli bir devrimdi. Muhsin Ertuğrul’dan, Bedia Muvahhit’den çok dinledim. Kendi adıyla sahneye çıkmak istemesi beni çok etkilemişti. Kadıköy’de şimdiki Rexx sinemasında Hüseyin Suad’ın Yamalar piyesinde rol almış, hatta bir Osmanlı zabiti ona fahişe gözüyle bakıp, tokatlamış. O da bunu gururuna yedirememiş morfin bağımlısı olmuştu. 

BS: Gülriz Sururi “Bir An Gelir” (2003) kitabında sahneye çıkan ilk Türk kadın oyuncunun Afife Jale değil, teyzesi Mevdude Refik Hanım olduğunu iddia ediyor. Vasfi Rıza Zobu da Kadriye ismindeki başka bir oyuncunun varlığından bahsediyor. Sizce sahneye çıkan ilk Türk kadını kimdi?

YK: Sahneye ilk kimin çıktığı önemli değil. Önemli olan o devrin zorlu koşulları altında bir şeyler üretebilmek. Gülriz benim yakın dostumdu. Annesi de ilk operetçi Suzan Lütfullah’tı. Teyzesi ve annesiyle ilgili birçok anıyı ondan dinlemiştim ama Kadriye Hanım’ın mevcudiyetiyle ilgili bir bilgiye vâkıf değilim ama bu onun da sahneye çıkmadığı anlamına gelmez. Mesleğini severek yapan herkese saygımız sonsuz.

BS: Ve kişisel sinema seçkimde önemli yer tutan her sahnesi belleğime kazınan Hanım (1989) filminiz… Camın içerisinden Olcay Hanım’ın karanlığı üzerine yayılan bir ışık ve ölüm ve yaşam arasındaki gelip geçicilik duygusu. Zaten bu filmde yaşadığınız bir trajedi nedeniyle çekiliyor. Bir turne dönüşü geçirdiğiniz trafik kazasıyla Kamuran Yüce hayatını kaybediyor. Filmin rejisörü Halit Refiğ haberlerde sizi üzücü bir halde görünce size vermiş olduğu film sözünü hatırlıyor. “Düşlerden Düşüncelere” adlı söyleşi kitabında filmi için “Benim dünyaya bakışımın sinema anlayışımın uç noktasıdır.” diyor. Zaten auterist bir rejisör olduğu için filmde kendi yaşantısından da izler var. Mesela annesi kanserden vefat etmiş, siz de filmde aynı sonu paylaşıyorsunuz. Kediye olan düşkünlüğünüz ve piyano öğretmeni olmanız da eşi Gülperi Hanım’ın mesleğinden ve “Kediciklerim” adlı eserinden kaynaklanıyor. Filminiz için neler söylemek istersiniz?

YK: Filmde eski bir İstanbul hanımefendisi Olcay Hanım’ı canlandırdım. Eşini çok genç yaşta Dumlupınar’da kaybetmiş, hayattaki tek varlığı kedisi Hanım. Büyük bir konakta yaşıyor ama kapısını çalan kimsesi yok. Sonunun yaklaştığını biliyor ama tek derdi kedisine bir kapı aramak… Kızıyla olan iletişimsizliğe de filmin en önemli çatışma noktasıydı. Aralarında kuşak farkı vardı. Film kaybolmakta olan bazı değerleri çok güzel imgelerle anlatıyordu. Mesela eski dönemin tekneleri, çatanaları… Mesela bir otobüs sahnesi vardır. Olcay Hanım, Beşiktaş’tan otobüse biner ve Bebek’te iner. O kısacık yol boyunca talebelerin kendi aralarındaki konuşmalarını hayretle dinler. Filmde şizofreni sahneler de vardı. Mesela ölmüş kocasıyla konuşuyordu. Filmin sonunda da vasiyetini yazmak ister ama ömrü vefa etmez. Sessiz sedasız koltuğuna oturur ve hayatını kaybeder.  Cesedini günler sonra kızı bulur.

BS: Ölüm ve doğum sözcükleri sizin için neler ifade ediyor?

YK: Biz oyuncular sezonun her kapanışıyla ölürüz, her yeni sezonda yeniden doğarız. Tıpkı Anton Çehov’un dediği gibi, “Bir mevsimin ardından kendimizi treni kaçırmış gibi bir köylünün şaşkınlığı içinde hissederiz.”

BS: Yıldız Hanım, filmografinizi incelediğimde çok ilginç detaylara da rastladım. Mesela Orhan Gencebay’la bir filminiz (Zulüm, 1983) var. O dönem ülkede müziğin yozlaştığını düşünen sanatkarların aksine bir arabesk filminde rol alıyorsunuz.

YK: Bu bir kültür ve arz-talep meselesidir aslında. Önce arabeskin tanımına tarifine bakmak lazım. Çünkü o dönemde arabeski yanlış yorumlayarak kullananlar oldu. Arabesk müziğin bir karmaşasını içeriyor, bu karmaşayı da o dönemin Türkiye’sinin kendi içerisine düştüğü krizle özdeşleştirenler oldu. Toplumda bir farkındalık yarattı. Dolmuşlarda, arabalarda arabesk tarzı kasetler çalınmaya başladı. Bir de baktık ki hayatımızın her alanına girer olmuş. Kimi şarkılar ben de tiksinti yarattı, bazıların da duygulandım. Demek ki arabeskte bir şeyler vardı ki… Bizim bir sanatçı olarak görevimiz reddetmek, ötekileştirmek değil, mevcut olanın özüne, güzeline yoğrulmaktır.

BS: Son dönemde çektiğiniz filmlere gelecek olursak Büyük Adam Küçük Aşk (2001), Güle Güle (1999) ve Beyaz Melek (2007)… Günümüz Türk sinemasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

YK: Günümüz Türk sinemasının büyük başarı kazandığını görüyorum. Ancak bu saydığın filmler sinema salonlarının Avrupa filmleri tarafından istila edildiği dönemlerde vizyona girmişlerdi. Büyük Adam Küçük Aşk filminin senaryosu çok hoşuma gitmişti. Rolüm çok küçüktü ama bir oyuncu iyin rolün büyüğü küçüğü olmaz. Filmde Şükran’la da karşılıklı sahnelerimiz vardı. Özellikle kadının duyduğu ümitsiz aşkına, bekleyişine hayran kaldım. Genellikle benim bu son dönemde çekmiş olduğum filmlerin teması uzakta olan bir sevgiliye duyulan özlemle koşullandırılmıştı sanki. Mesela Güle Güle filmi de aynı şekilde. Sıkı dostluğun var olduğu bir aşk hikâyesi işlenmişti filmde. Bir kasabada çocuklukları beraber geçen beş yakın arkadaş, ölmekte olan arkadaşlarının son arzusunu yerine getirmek için banka soygunu yaparlar. Filmin sonunda arkadaşları Küba’daki aşkına ulaşamaz. Çünkü o da orada ölmüştür. Beyaz Melek filminde de ölüm gerçeği vardı.

BS: Ramiz ile Jülide (1996) oyununuzda eski bir seks yıldızının hayatını canlandırmak için nü pozlar çektirdiniz.

YK: Vücudum benim enstrümanım. Mevzubahis fotoğrafları ben bilhassa oyunun afişinde kullanmadım. Sadece oyunun dekorunda geçiyor. Başkasına çektirelim senin yüzünü ona montaj edelim dediler. Bu bana hiç etik gelmedi. Mesleğime bir ihanetti bu. Tiyatro bir delilik hâlidir ve birçok şeye göğüs germeniz gerekir. 

BS: Son oyununuz Kraliçe Lear‘de (2009) ise sahnede amuda kalkıyordunuz…

YK: Aaa sandığınız gibi zor bir şey değil. Bir tekniği var, eğitimli oyuncular bunu bilir. Konservatuarın birinci senesinde ses ve nefes egzersizleri için dersler verilir. Ben de bu dersi verdiğim için antrenmanlı sayılırdım. Kollarım zayıf, başarıyla köprü kurabilirim ama belli bir yaşta zor olabiliyor.

BS: Bu güzel söyleşi için size ne kadar teşekkür etsem az. Eklemek istediğiniz şeyler var mı?

YK: Hayatımı sevdiğim bir işi yaparak geçirmiş olmanın mutluluğuyla yaşıyorum. Sana da teşekkür ediyorum beni bu çalışmanla heyecanlandırdığın için.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s