Ece Uğuz
Edinburgh Üniversitesi Uluslararası Hukuk Bölümü‘nden yüksek lisans mezunudur.
Edinburgh’ya geleli bir seneyi geçiyor… İnsanın yeni bir hayata başlarken gideceği yeri doğru seçmesi çok önemli bir şeymiş. Geçirdiğim son bir senenin bana en büyük öğretisi bu oldu. Buralara ayak basmadan önce herkes gibi, tabii ki nereye gittiğimi bilmek için internetten az buçuk araştırmalar yapmış, görsellerine bakmıştım.
Şehrin tarihinden ziyade görselliği çekmişti beni kendine zaten. Fotoğraflarda gördüğüm o binaları, caddeleri, kiliseleri gerçekten görmeliyim demiştim daha ilk bakışta. Dokunmalıyım bu tarihi yapılara, kokularını içime çekmeliyim, kısacası yaşamalıyım bu şehri. İtiraf etmeliyim ki Edinburgh’ya ayak bastıktan sonra yaşadığım bu duygular, hissettiğim bu heyecan çoktan ikiye katlanmıştı bile.
Bir insan sokağa her çıkışında biraz daha hayran kalır mı bir şehre? Kalabiliyormuş. Siz sevgili okurlara bu satırları Teşvikiye sokaklarından yazarken, kendimi aslında Edinburgh’nın o eşsiz sokaklarından birindeymişim gibi hayal etmeden duramıyorum. Hiç tahmin etmeyeceğim şekilde bağlandığım bu şehri, her geçen gün biraz daha seviyorum. Ben yaz insanıyımdır aslında, güneşsiz, sıcak havasız yaşayamam diye düşünürdüm hep. “Gülü seven dikenine katlanır” lafı ne kadar doğruymuş; Edinburgh bana kasvetli havayı bile sevdirdi. Neyse, havasını suyunu bir kenara bırakıp biraz da buram buram tarih kokan sokaklarına gelelim bu nadide şehrin.

Bir kere dışarıya çıktığınız an Edinburgh’nın herhangi bir yerinde yeni, modern bir yapı görmeniz neredeyse imkânsız. Zira binaların her biri en az iki yüzyıllık. İçini restore edebilseniz dahi, binaların dışına dokunmak yasak. Büyük yaptırımların olduğu da söylentiler arasında. 1437 yılından beri İskoçya’nın başkenti olan Edinburgh, Glasgow’dan sonra yaklaşık beş yüz binlik nüfusuyla İskoçya’nın en büyük kenti. Tam bir Orta Çağ ve Georgian dönemi mimarisine
sahip. Küçüklüğümden beri aşırı meraklıyımdır eskiye, o zamanlardaki yaşanmışlıklar hep ilgimi çekmiş, hep bilmek, hissetmek istemişimdir. Şimdi bakıyorum da incelemek, keşfetmek, öğrenmek için daha doğru bir şehir bulamazdım.
Fakat itiraf etmeliyim ki, her ne kadar artık biraz alışmış olsam da hâlâ geceleri sokakta yürürken böyle ufaktan ürpermiyor değilim… Gün ışığında eşsiz bir güzelliğe sahip olan bu şehir, geceleri de bir o kadar ürkütücü olabiliyor. Ufak bir araştırma yapmış herkes Edinburgh’nın cadılarla olan geçmişini bilecektir. Demem o ki şu an insanların gezdiği sokaklarda bir zamanlar cadılar geziyordu sevgili dostlar… Ve bana soracak olursanız inanın bazı sokaklardan hâlâ cadı çıkma potansiyeli var!
Sokaklarında bir zamanlar cadıların dolaştığı gizemli Edinburgh’nın bir de mahzenlerden oluşan kocaman bir yeraltı şehri var.
Edinburgh genel olarak Old Town ve New Town olarak ikiye ayrılıyor. “Eski”yi ve “Yeni”yi birbirine bağlayan kuzey ve güney köprülerinin altında da (özellikle güneyde) on sekizinci yüzyıldan kalma yaklaşık 120 yüz yirmi mahzen bulunmakta. 1788 yılında yapımı tamamlanan, otuz yıla aşkın süreyle tüccarlar, demirciler, nalburlar tarafından kullanılan bu mahzenler aynı zamanda büyük bir suç mahalliydi. Tıp fakültelerine satılmak üzere mezarlıktan çalınan kadavraların tutulduğu bu mahzenler bir süre de seri katillere cinayetlerini işlemeleri için olanak sağlamış, daha sonra da evsizlere ev olmuş.
Bu dönemde Edinburgh’nın en büyük sorunu kapasitesini aşan nüfus sayısıydı. Bu sebeple aslında mahzenlerin, kenti kuzeye ve güneye doğru genişleterek, aşırı nüfus problemini çözmek adına inşa edildiği söylenmekte. Yeraltı şehrini inşa ederek, şehirde daha kolay ve hızlı hareket edilmesi (Çünkü şehirdeki sokaklara kıyasla daha az trafik ve daha hızlı hareket anlamına geliyor.) ve şehrin diğer bölgelerine erişimi daha da arttırmak amaçlanmış. Ancak yukarıda belirttiğim gibi bu mahzenler güney köprüsünün altına inşa edildiği ve güney köprüsünün yapımı aceleye getirildiği için köprü suya dayanıklı yapılmamış, bu nedenle köprü ve mahzenler kullanıma açıldıktan birkaç yıl sonra aşırı nem, su baskını ve kötü hava kalitesi nedeniyle işletmeler yerini evsizlere bıraktı.
Sanayi devrimi İskoçya’ya iş ve para getirmişti elbet, ancak halkın yaşam standartları aynı seviyede yükseltemedi. Özellikle sanayi devriminden sonra gecekondularda yaşayan insanların neredeyse tamamı mahzenlere yerleşmiş, hatta kendilerine iş imkânı yaratarak sayısız genelev ve pub işletmeye başlamışlardı. Ancak tahmin edileceği üzere yaşam standartları dehşet vericiydi zira doğru dürüst güneş ışığı ve oksijenin bile girmediği bu mahzenler olabildiğince dar olmasına rağmen, her birinde en az on kişilik ailelerin yaşadığı söyleniyor. Bu durum aynı zamanda hastalıkların da çoğalmasına sebep oldu ki, bu dönemde İskoçya’daki ölüm oranlarının İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerine kıyasla daha yüksek olduğu biliniyor. Kısacası, bu mahzenler aynı zamanda kişilerin sosyal sınıfının da bir belirleyicisi olarak işlevini sürdürüyordu.
Ayrıca bir rivayete göre 1828’li yıllarda iki İrlandalı göçmenin, William Burke ve William Hare, çoğu kadın olmak üzere neredeyse bir düzine insan öldürdükleri, cesetleri de mahzenlerde saklayarak daha sonra kadavra olarak kullanılmaları için tıp fakültelerine sattıkları söylenmekte. Yukarıda anlattığım farklı örneklerden de anlaşılacağı üzere yaşam koşulları o kadar kötüydü ki 1860’lı yıllarda mahzenler tamamen terk edilmiş ve insanların bir zamanlar orada yaşadığı ancak 1985 yılında yeraltı şehri tekrar keşfedilince orada bulunan oyuncaklar, ilaç şişeleri, tabaklar vs. bulununca anlaşılmış.

Edinburgh mahzenleri genellikle tarihsel önemiyle bilinmesine rağmen, birçok ürkütücü deneyimleriyle de ünlüdür. Uzun yıllardır turistik geziler ve farklı etkinliklere ev sahipliği yapan bu mahzenleri gezenler tarafından bazı odalardan çığlık sesleri, bazılarından da çocuk ağlaması sesleri duydukları belirtilmekte. Hatta çok sessiz olunduğu takdirde ayak sesleri duyulduğu bile söyleniyor.
Bir zamanlar insanların yaşam alanı olan bu mahzenler şu anda Edinburgh’nın en önemli turistik bölgelerinden birini oluşturuyor. Şehrin genel iklimine, mimarisine ve pek tabii tarihine bakılınca, aslında bu anlatılanların hiçbiri “Yok artık o kadar da değildir, abartılmıştır” dedirtmiyor. Nadide güzelliğe sahip olan bu şehir, kim ne derse desin bir o kadar da ürkütücü bir yapıya sahip.
Geriye dönüp baktığımda iyi ki diyorum, iyi ki Edinburgh’yı gelip bu şehri yaşama, görme, içime çekme fırsatım olmuş. Yazımı burada sonlandırırken, tanıştığımız andan itibaren yol göstericiliğini hiçbir zaman benden esirgemeyen, bu yazımda da engin bilgileriyle bana destek olan pek değerli K. Clark’a çok teşekkür etmek istiyorum. Ve siz değerli okurlara naçizane tavsiyem, herkesin en az bir kere Edinburgh’ya gelip bu şehri görmesi. Zira bu şehir gerçekten görülmeye değer…
Yazar Alexander McCall Smith’in dediği gibi;
“This is a city of shifting light, of changing skies, of sudden vistas. A city so beautiful it breaks the heart again and again.”