Bir Deprem Yazısı

Muratcan Zorcu
Koç Üniversitesi Tarih Bölümü‘nde doktora öğrencisidir.

Hiçbirimiz iyi değiliz. Kimse iyi değil! Deprem gerçeğinin önlem alınmamış, müdahalede gecikilmiş bir veçhesine tekrar maruz kaldık. 1999’da İzmit, 2011’de Van yerle bir olmamış gibi. Her yerinden fay hattının geçtiği bir coğrafyada yaşarken sürekli ataletin hâkim olduğu bir ülkede hiçbir önlem alınmıyor olmasına şaşırıyoruz! Çünkü, “benim manevî mirasım akıldır” diyen ülke kurucusunun idealleri ve politikalarını hatırlarken atalete sürüklenmiş ve kaderci bir zihniyete düşmüş bir cinnet evine dönüşmemizi kabullenemiyoruz! Bu yazıda mantık silsilesi takip etmeye çalıştım, ancak Kahramanmaraş depremleri ile olası büyük İstanbul depremi birbirinin içerisine geçerek bilinç akışının devam ettiği bir yere doğru evrildi. Öncelikle kusura bakmayın!

6 Şubat 2023 Pazartesi günü merkez üssü Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesi olan 7.8 büyüklüğündeki deprem haberini takip ederken bölgeden herhangi bir şekilde haber alıp felaketin boyutlarını düşündük. Öğle saatlerinde de Elbistan’dan 7.6 büyüklüğünde ikinci bir deprem haberi aldık. Depremin merkez üssü Kahramanmaraş’ken mücavir yerleşim yerleri de (Adıyaman, Malatya, Hatay, Adana, Gaziantep, Kilis) depremden etkilenerek yaklaşık on beş milyon nüfusun hayatlarını değiştirdi. Peş peşe vuku bulan bu iki büyük deprem, devlet aygıtının sınırlarını da tartışmaya açtı, beklenen büyük İstanbul depreminin yine felaket getirecek sonuçlarını da. Biz Yarının Kültürü olarak sosyal medya hesaplarımızdan iletişimin sınırlandırıldığı anlarda bile sosyal medya gücümüz yettiğince haberleşmeye katıldık, AKUT ve AHBAP Derneği’ne yardım edilmesini tavsiye ettik. Neticede, bir kültür platformu olsak da herhangi bir depremde hayatımıza kastedildikten sonra Yarının Kültürü de pek bir anlam içermiyor. O yüzden yazıma başlamadan hayatını kaybeden tüm vatandaşlarımız dinince dinlensinler, yaralarımızı da umuyorum ki en kısa zamanda sararız.

Kaynak: Anadolu Ajansı.

1999 İzmit Depremi’ni bizzat yaşamış biri olarak depremin hayatın gerçeği olmasına çok erken yaşlarda tanıştım. O meşum geceye ait belli belirsiz bazı fotoğraf kareleri hâlâ zihnimdedir: babamın kucağında olmam, sabaha karşı kaldırımda kısa şortla oturmam, yakınlarımızın göçük altında kalması… Dönemin hükûmeti yine görevde başarısız kalmış; Emasya protokolü sayesinde Türk askerinin inisiyatifi birçok yerde yüzlerce can kurtarmıştı. Ancak! Bugün olduğu gibi realist bir toplum değildik. Kocaeli’nin Körfez ilçesindeki Tüpraş tesisleri yanmaya başladığında, Körfez halkının yüksek yerlere çıkarak camilerden dualar okuduğu ortadaydı. Yangın söndürmek için camilerde dua etmek… Deprem günü yine aynı camilerden selaların yükselmesi gibi yirmi dört yıl sonra. Bunlar deprem deyince benim kişisel hâtıralarım. Bir de Prof. Dr. A. M. Celâl Şengör’ün sürekli büyük İstanbul depremi konusundaki bilimsel açıklamaları daha lisans yıllarımdayken hayatımı şekillendirdi. İstanbul’a karayoluyla giriş çıkışların kapanacağını öngören projeksiyonlar ortadayken korkmamak elde değildi, hâlâ değil! Yani, deprem her zaman hafızalarımızda olan, bir tarafımızda kayıplarımızı hissettiğimiz uzak ama bir o kadar da yakın bir diyardaydı. Bu sefer de Kahramanmaraş’ta altı yedi yüz yıldır hareketi kitlenmiş beklenen bir yerde deprem oldu. Bu depremlerden sonra da biraz evvel bahsettiğim üzere yirmi dört yıl geçmesine rağmen, neredeyse daha ağır bir senaryo ile karşı karşıya kaldık. Hatay’daki bir arkadaşımın, Adana’da depreme yakalanan editörümüzün hayatta olduğu haberi bizleri mutlu etse de on binlerce insanımız göçük altında kaldı. İlk üç gün mezkûr yerleşim yerlerindeki insanlara ulaşılmaya çalışıldı. Bu sürede de Twitter deprem yerlerindeki yaşam üçgeni kadar değerli bir yerdeydi. Hayattan daha değerli şeyler bulanlarsa insanların yaşam üçgeni Twitter’ı kapatarak oralara bomba atmayı ihmal etmediler. Devlet kurumlarının hem kurumlararası hem de sivil toplumla gereksiz yarışı şahit olduğumuz diğer bir olaydı. ‘Günlük siyasi didişmelere’ kaptırdığımız için kendimizi, milletimizin kara gündeki kenetlenmesine tekrar şahit olduk. Bunun üzerine sivil toplumun, Türk ulusunun fedakârlığıyla büyüyen birlikteliği karar vericileri mutlu etmesi gerekirken korkuttu, çünkü sivil toplum, otoriter rejimlerde müsaade edilmemesi gereken bir olgudur.

Depremin öldürmediğini bir kez daha gördük, bunu da eklemek gerek. Avrupa Birliği’nin Adıyaman’da inşa ettiği kültür merkezinin camından, aksamına hiçbir yerinde bir sorun yoktu. Benzer şekilde, Hatay’da bir cam mağazasındaki tabak ve çatalların yerlerinin dahi kıpırdamadığına sosyal medya videolarından şahit olduk. 16 Şubat itibariyle resmî rakamlara göre 36 bini aşkın canımızı kaybettik. Tek görevi sıhhî bir şekilde Müslümanları gömmek olan Diyanet İşleri Başkanlığı devasa bütçesi ortadayken insanları toplu mezarlara yığılırken ne hissetti, hiçbir fikrim yok! Twitter üzerinden kefen arandı, kefen!

Önlem alınması üzerine konuştu bilim insanlarımız. Ama önlem alabilmek için bilimsel düşünce ve gelir düzeyi depremden etkilenmede gerçekten ilk sıralarda yer alıyor. Yoksa Prof. Dr. Naci Görür’ün dediği üzere, Avcılar’da bir ev inşa ettiğinizde temelini sağlam bir zemine sabitlemeniz gerekiyor, bunu yaparken de inşaatçı firmanın kârı gündeme geldiğinde öylesine bir zemine önlemsiz hareket ediliyor. Önümüzdeki depremin müstakbel mezarları. Ya imar afları… Demografik bir düzen, devleti temsil eden hükûmetlerin bile üzerinde bir program olması gerekirken İstanbul gibi küçük ve susuz bir coğrafyaya yirmi milyon insanı gecekondularından dönüşmüş evlerinde ölmelerini beklemeye döndük, imar aflarıyla bu müstakbel mezarlara yasallık kazandırdık. Şimdi kapımızda büyük İstanbul depremi var. Bu yazıyı biraz da bu yüzden yazdım. Bakalım o depremden sonra arkamızdan mı yazı yazılacak yoksa yine bu mecrada elbirliğiyle “önlem, önlem” dediğimiz deprem yazılarına devam mı edeceğiz? O kara gün geldiğinde göreceğiz!

Yorum bırakın

SİTE İÇİ ARAMA


TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN YÜZÜNCÜ YILI (29 EKİM 2023)