Tamer Çerçi
35 yıllık gazeteci.
– Prof. Dr. Ahmet Ercan, göçük altında kurtarılmayı bekleyenlerin sayısının 155 bin olduğu tahmininde bulundu.
– Bakan Murat Kurum, imar barışından 7 milyon 238 bin bağımsız birimin yararlandığını, toplanan paranın da 25 milyar 592 milyon Türk lirası olduğunu açıkladı.
– Hatay’da yıkılan üç yıllık sitenin müteahhidi “Bana binayı soramazsınız; bir sürü bina yıkıldı” dedi.
– Depremden etkilenen 10 ilde 294 bin yapı imar affından yararlandı.
Dinlediğiniz haberlerden özetler…
Eskiden televizyon ve radyoda o günün deyimiyle ajanslar-haber bülteni sona ererken anons bu olurdu. Birkaç ay sonra acaba kaçımız yukarıdaki haber başlıklarını hatırlayıp rahatsız olacak?
1999 Marmara depreminden 2023 Kahramanmaraş depremine uzanan yolda yükselen binaları, çıkarılan imar aflarını, deprem toplanma alanlarının bir bir yok olmasını, birkaç istisna hariç, ne basın ne birey ne de toplum olarak sorguladık. Bu mecburi alışma hali sonunda yaşadığımız son felaket gösterdi ki bir zamanlar filmlerde, romanlarda, açık oturumlarda sık sık duyduğumuz vicdan, kamu vicdanı gibi kavramları da unutmuşuz. Vicdanı, kamu vicdanını ayakta tuttuğu varsayılan ‘Basın dördüncü kuvvettir’ kavramı da yok olmuş. 6 Şubat depreminden sonra ne olacağını anlamak için bu tarihe kadar neler yaşandığına; basın, vicdan ve kamu vicdanı açısından bakmamız gerekiyor.

Vicdanın Doğuşu Bile Toplumsaldı!
Vicdan kavramının kaybolup nereye gittiğini anlamak için önce nasıl doğduğuna bakmak gerekiyor. Bilim insanları ilk çağ felsefesinde vicdan diye bir kavramın henüz yerleşmediğine dikkat çekiyor. Kavram ilk olarak Roma döneminde kullanılmış. Latincede ‘con’ müşterek anlamına gelirken ‘scientia’ ise bilgi anlamına geliyor. Bu iki sözcük zamanla, ‘conscientia’ yani toplum standartlarıyla ilgili bilgi anlamında kullanılmaya başladı.[1]
O nedenle vicdan kavramının doğuşu toplumsaldır, kamuyla ilgilidir. Burada çıkış noktamız insan olduğuna göre, vicdan kavramını bireyin ahlaken doğru ya da yanlış şey hakkındaki yargısı şeklinde tanımlamak mümkün. Bu tanımı yapan Patricia Churchland, vicdanın yalnızca bilişsel olmadığına ve iki bağımsız unsuru içerdiğine dikkat çekiyor. Birincisi bizi genel bir doğrultuya sevk eden hisler; ikincisi ise belirli bir eylemde bulunma itkisini şekillendiren muhakeme.[2]
Dolayısıyla, hisler ve muhakeme bireyin eylemde bulunma itkisini şekillendirirken kavrama toplumsal bir boyut katıyor. Bu boyut 19. ve 20. yüzyılda kamusal alan, sivil toplum gibi kavramlarla daha geniş tartışılacaktır.
Sonuçta, kamu vicdanını toplumun kendi birikimi ve bilgi birikimi ile kendini sorgulama yetisi olarak düşünebiliriz. Zaten modern toplumların ortaya çıkmasını sağlayan da bu muhakeme ve sorgulamadır.
18. Yüzyıl ve Edmund Burke’ün Vicdan Tanımı
Modern toplumlarda toplumun kendi kendini sorgulamasının, denetiminin siyasi partiler, dernekler ve temel konumuz olan medya tarafından yapıldığına inanılırdı. Bu nedenle medya; yasama, yargı, yürütme güçlerinin yanında sivil bir unsur olarak dördüncü kuvvet olarak tanımlandı. Bu tanımı ilk kez yapan ise 18. yüzyılda İrlandalı siyasetçi ve siyaset kuramcısı Edmund Burke oldu.
Dördüncü kuvvet kavramının ülkemizde yaygınlaşması ise Türkiye’deki anayasa geleneği ile ilgilidir. Devletin idare tarzı olan yasama, yürütme ve yargının ayrı ve bağımsız olarak çalışacağı kuvvetler ayrılığı ilkesinin 1961 Anayasası’na girmesi ile basın henüz medya haline dönüşmeden dördüncü kuvvet olarak görülmeye başlandı.
Bu dönemde yine her türlü yayın tekeli tamamen devletin elindedir. Özel gazetelerin kontrolü ve desteklenmesi, kamu ilanları ve kâğıt ithalatına konan kotalar ve vergilendirme yoluyla yapılmaktadır. Aslında daha o dönemde basın gerçek anlamıyla dördüncü kuvvet değil, Pierre Bourdieu’nun nitelemesiyle habitusun ve devletin doğal uzamıdır. Ancak, 27 Mayıs Anayasası’nın getirdiği demokratik haklarla idealize edilmiş hür basın havası bir süreliğine de olsa toplumu sardı. Basın dördüncü kuvvet rolünü, merkez çizgideki gazetelerin toplumsal bakış açısına yönelmesi ve yeni fikir gazete dergileri ile 12 Mart dönemine kadar kısmen de olsa oynayabildi. Bu dönem bağımsız basını savunan gazeteciler açısından da parlak bir dönemdi. Devlet tekelindeki TRT’de bile başarılı haberciliğin, tarafsızlığa yakın siyasi duruşun örnekleri görüldü.
Buna rağmen asıl belirleyici olan devlet ve sermayenin basın üzerindeki tekelidir. Bu gerçeğe rağmen bir işletme olarak gazetelerin mülkiyet yapısı, hür teşebbüs olarak kabul edildiklerinden pek tartışılmamıştır. Bir başka deyişle basının iktisadi, kültürel ve sosyal sermayedeki konumu yeterince düşünülmemiştir. Bu nedenle de gerek devletin gerekse sermayenin kendisini yeniden üretmede oynadığı rolü yeterince bilmiyoruz. Özgür basının önemini vurgulayan muhalefet partilerinin de seçim ve program çalışmalarında bu çözümlemeden uzak durması dikkat çekicidir. Çünkü tıpkı basın gibi siyasi partiler de özerk gibi görünse de büyük siyasi alanın küçük bir parçasıdır. Toplumu oyunun oynandığı büyük bir saha olarak kabul edersek, basın da küçük bir oyun alanı olarak toplum sahasının içindedir. Bu nedenle toplumun tüm özelliklerini, çelişkilerini barındırır. Siyaset de dahil fizikteki bileşik kaplar kuralındaki gibi çalışır.
Toplumsal Alan ve Medya
O nedenle medyalaşan basının kamu vicdanı üzerinde ne gibi bir etki yarattığını anlamak için Pierre Bourdieu’nun alan kuramından yardım almak gerekiyor: “Devlet alanı, siyasi alan tarafından ele geçirilmiş bir makro alandır. Bu makro alan diğer bütün mikro alanları şekillendirir ve medyayı öncelikle kendine ve daha sonra diğer mikro alanlara hizmet edecek şekilde yapılandırır. Mikro alanların devletle rekabet edecek kuvvetleri bulunmadığından her şey devlet alanına dâhil edilmiştir. Bu aşamada medya sadece bir mikro alan olarak devlete tabi olmakta ve devletin mutlak kontrolündeki bir alana dönüşmektedir. Medya siyasi, ekonomik ve sosyal alanlar arasında alanları içine hapsedilmiştir. Bunlara hizmet edecek bir yapıda geliştirilmiştir. Medyanın en önemli unsuru olan enformasyon işlevi bu alanlara hizmet etmektedir”.[3]
Bu hizmet de yukarıda belirttiğimiz gibi büyük toplum sahasında geçerli olan kurallara göre verilecektir. Bir farkla: Sahanın hakemi yani devlet dilediği vakit bu kuralları değiştirebilir.
Enformasyon mu Haber mi?
Dikkat ederseniz Bourdieu medyanın en önemli unsuru olan haberi, enformasyon olarak ifade etmektedir. Çünkü günümüz medyasında söz konusu olan, olayları haber vermek değil; siyasetten otomobile, parfümden giyime kadar insanların neyi tüketmesi-seçmesi gerektiği konusunda enforme etmektir.
Bir zamanlar haberin bir günde eskidiği söylenirdi. Şimdi ise enformasyon saniyede eskiyor ve yüksek ses, hızlı görüntü, hızlı konuşma ama kısa süreli bir yapım olarak bilinçaltını güdülüyor. Bağırarak konuşan sanatçı, futbol yorumcusu ve siyasilerin ikna edici bulunması, saydığımız bu teknolojik olanaklarla destekleniyor.
Bağıran satıyor, kapan alıyor ve haklı oluyor.
Kültür kuramcısı ve sosyolog Byung-Chul Han ise bu açıdan günümüz toplumunu “şeffaflık ve performans toplumu” olarak tanımlıyor.[4] Buna göre her şey aynı zamanda görünür hale geliyor ve bu teşhircilikten şeffaflık anlaşılıyor. Günümüzün mottosu böylece, “Her eyleminde skoru kır, teşhir et ve puanı kap” oluyor. Enkaz altındaki binlerce kişinin akıbetinin tartışılması yerine zaman ve kurtarılan kişi sayısı, bölgede görev yapan görevli sayısı skorlaştırılarak ekranlara yansımaktadır. Depremden önceki dönemde ise birbirini kaybeden anne kızın canlı yayında kavuşması, istifaların Twitter’dan açıklanması, televizyonda doğumun canlı yayımlanması, intiharların sosyal medyaya bırakılan sesli ve görüntülü mesajların ardından gerçekleşmesi; bu skor ve teşhirin sadece birkaç örneği olarak hatırlanabilir.
Walter Benjamin daha 1930’larda bu trendi fark etmiş ve ünlü Pasajlar kitabında şu uyarıyı yapmıştı:
“Kısa ve belli bir bağlam içerisinde yer almayan haber, ayrıntılı haberle rekabet etmeye başladı. Kısa haber, ticari bakımdan değerlendirilebilir oluşu nedeniyle rağbet gördü. ‘Reclame’ diye adlandırılan tür ile kısa haberlerin tarihini, basının yozlaşmasının tarihinden ayrı olarak kaleme almak, çok güçtür.”[5]
Görüldüğü gibi teknoloji geliştikçe ve devletin kültürü kendi meşruluğunun yeniden üretimi sürecine katkıda bulundukça haberler kısalıyor, içerik boşalıyor ve reklam ağır basıyor. Puanlama, skor, performans kriterlerinin evveliyatı sinema ve radyonun 1930’larda Almanya’da devlet tarafından propaganda aracı olarak kullanılmasına kadar gidiyor.
“Okur”dan Performans Öznesine
Peki, bu süreçte gazete okuruna ne oldu?
Byung-Chul Han, performans toplumunda yurttaşın yerini performans öznesi kişilerin aldığına dikkat çekerek bu soruyu yanıtlıyor. Bu yanıt okurun da günümüzde nasıl değiştiğini, piyasa ekonomisinde nasıl konumlandığını anlamak için önemli. Han’a göre, bir topluma ait olma aidiyetini kaybetmiş okur, günümüz performans toplumunda sadece tüketicidir. Yorgundur, canı sıkılmaktadır, vakti yoktur.[6]
Hem okur hem yurttaş olarak kişinin, olayları vicdani bir muhasebeye tabi tutması değildir söz konusu olan. Tek doğru yoktur, herkesin kendi doğrusu kendinedir artık. O zaman talep buysa medya işletmesine düşen de buna uygun ürün arz etmektir. Benjamin’in “Reclame” diye bir tür olarak nitelediği yeni medya anlayışı budur. Reclame denilen tarz, elektronik posta, podcast ile devam etmiş, nihayetinde Batı basını artık robot gazetecileri, yapay zekâ ve algoritma ile haber üretiminin ne zaman başlayacağını tartışmaya başlamıştır. Gazeteci de performans öznesi okur karşısında yenilmiştir. Zaten kendisi de performans, tıklanma öznesidir. Bu yenilgi aslında gazete, televizyon muhabirlerinin haberci, yayın kuruluşlarının ise şirket diye adlandırıldığı 2000’li yılların başında gerçekleşmişti.
Önce Tecrit Sonra Tahakküm mü?
Yurttaştan performans öznesine, gazete okurundan medya seyircisine dönüşen bireyi bekleyen bir başka tehlike ise dijitalleşmenin insanları önce tecrit etmesi sonra da üzerinde tahakküm kurmasıdır. Bu durumun boyutlarını ve ileride alacağı şekli bilemiyoruz. Ancak Elon Musk’ın Twitter’ı aldıktan sonra kullanıcıları cezalandırması ve çalışanları hızla işten atması, bazı gazetecilerin hesaplarını askıya alması; dijital tahakkümün sinyallerini vermektedir. Anlaşılıyor ki yöntem dijital olmakla birlikte tahakkümün klasik mekanizması işleyecektir. Hannah Arendt Totalitarizmin Kaynakları eserinde bu mekanizmayı şöyle anlatmaktadır:
“Tecrit, ortak bir tasanın peşinde birlikte hareket ettikleri yer olan yaşamlarının siyasal alanı tahrip edildiğinde insanların içine çekildikleri çıkmaz bir sokaktır.”[7]
İster klasik ister dijital olsun, bu mekanizma o kadar mükemmel işlemektedir ki gerek düşünsel gerek eylemsel şekilde siyaset alanından tecrit edilen birey, sadece üretme–tüketme ve üreme görevini yerine getirmektedir. Bu bireyler tüzel kişiliklerini kaybettikleri için günden güne büyüyen yığınların arasına dahil olmaktadır. Toplumsal alan daraldıkça, habere olan ihtiyaç da azalmaktadır.
Daha önce toplumsal olaylarda ve doğal afetlerde gördüğümüz gibi 6 Şubat depreminde Twitter’ın fişinin belirli bir süreliğine çekilmesi, ardından Türk hükümetinin bazı taleplerinin Twitter tarafından dikkate alınacağının açıklanması bunu doğrulamaktadır. Depremin acısının ülkemizdeki göçmenlere yöneltilmesi gerek afet bölgesinde gerekse sosyal medyada yığınlar halinde desteklenmektedir.
Tabandan Yeni Bir Dalga
Franco ‘Bifo’ Berardi ise The Third Unconscious adlı kitabında, bu çöküşün sonuçlarına daha olumlu yaklaşıyor: “Bütün bu dijitalleşme süreci, her ne kadar vahşi ve patolojik olsa da bir yandan da pek çok kişiyi kolektif bir yazarlığa da itti, birlikte düşünüp çözüm aramaya yöneltti.” Buna ‘yeni kozmos’ diyor Berardi; bütün bu kaotik süreçte herkesin kendi hikâyesinin kaydını tuttuğu, kendi mahallesindeki küçük küçük olayları, durumları büyük hikâyeye eklemeye çalıştığı bir yazma süreci… “Bu neoliberal küreselleşmenin sonu, tabandan gelen yeni bir küreselleşmenin önünü açacak gibi görünüyor.”[8]
Tüm kısıtlamalara ve “Yüzyılın Depremi” sloganıyla kesilmeye çalışılan aykırı sesler; sosyal medyada kamuoyunu yardımlaşma ve olup biteni sorgulama konusunda motive etmeyi başardı. Belki de bu durum Berardi’nin söz ettiği ters yönden yeni bir küreselleşmenin ilk örneklerinden biri olabilir.
Tabii fiş çekilmediği sürece.
21. yüzyılın ilk çeyreğinde postmodernizmin bu yıkımıyla akılcılık, birey hakları ve toplumsal sorumluluğun yanı sıra aradığımız kamu vicdanı da kötü pozitivist anlayışın atıldığı çöp sepetindedir. Vicdanla birlikte canlı-cansız bütün varlıklar ve duygular tüketildikten sonra çöp sepetinde yer almaktadır.
Bu çöp sepetinin en önemli özelliği “risk toplumu algısının yarattığı bellek ile unutma arasındaki gerilimdir…”[9]
Anlaşılıyor ki hem medya hem de yurttaş, sıfatsız, tanımsız, aidiyet duygusu olmayan, sadece yiyen, içen, izleyen, uyuyan ve çalışan iki ayaklı-iki elli bir canlıya dönüştürülmeye çalışılan okur rolünden memnun olmak zorundadır.
“Hiçbir yükümlülük altına girmeme günümüzde, şehrin en cazip ve en çok oynanan oyunudur. Hareketin hızı ve özellikle de kuşların tünemek için yuvaya dönme vaktinden önce kaçışın hızı bugün en yaygın kullanılan iktidar tekniğidir.”[10]
Medyanın, dijitalleşmenin bundan sonraki seyri; mülkiyet ilişkilerine, teknolojik mülkiyetin yapısına ve kullanılış şekline (devlet, devlet-sermaye-teknoloji, bürokrasi, devlet-sermaye) ve okurun bürüneceği yeni kimlik veya kimliksizliğe bağlı olacaktır.
İleride gerçekleşmesi muhtemel doğal afetlerin bizi etkileme derecesi de.
Kaynaklar
Arendt, Hannah. Totalitarizmin Kaynakları, çev. İsmail Serin, İletişim Yayınları, İstanbul 2017.
Banman, Zygmunt. Bireyselleşmiş Toplum, çev. Yavuz Alogan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2020.
Bauman, Zygmunt, May, Tim. Sosyolojik Düşünmek, çev. Akım Emre Pilgir, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2021.
Benjamin, Walter. Pasajlar, çev. Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2018.
Berard, Franco. ‘Bifo’, The Third Unconscious, Verso Books, 2021.
Churchland, Patricia. Vicdan: Ahlaki Sezginin Kökeni, çev. Mehmet Doğan, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2021.
[1] Patricia S. Churchland, Vicdan: Ahlaki Sezginin Kökeni, s. 9.
[2] Patricia S. Churchland, Vicdan: Ahlaki Sezginin Kökeni, s. 11.
[3] Hüseyin Çelik, “Yeni Medyayı Bourdieu Açısından Okumak”, İletişim Çalışmaları Dergisi, sayı: 18, 2020.
[4] Han Chul-Byung, Psikopolitika Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri, s. 16-35.
[5] Walter Benjamin, Pasajlar, s. 122.
[6] Han Chol-Byung, Şeffaflık Toplumu, s. 16-35.
[7] Arendt Hannah, Totalitarizmin Kaynakları, s. 308.
[8] Usta Bülent Kaçış Yok”, Birgün Gazetesi, 9 Kasım 2022.
[9] Zygmunt Bauman, Tim May, Sosyolojik Düşünmek, s.189
[10] Zygmunt Bauman, Bireyselleşmiş Toplum, s.22