Alkan Özdemir
Boğaziçi Üniversitesi (Yeni) Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Yüksek Lisans Öğrencisidir.
Basın özgürlüğünün Türkiye yolculuğu, Cumhuriyet öncesi yıllara kadar uzanıyor. Hatta Şinasi’nin Tercüman-ı Ahval gazetesini çıkardığı 1860 yılına kadar gidebiliriz. Söz konusu deneyim önemlidir çünkü halkın yaşananlarla ilgili fikir sahibi olması gerektiği ilk kez Şinasi’yle ortaya koyulur. Birinci sayıda, Osmanlı’da padişahın mülkü olarak görülen insanları nitelemek için kullanılagelmiş “tebaa” kelimesi yerine “umum halk” ifadesinin bilinçli tercihi dikkate değerdir.[1] Yüzyıllar boyunca süregelen topluma dönük edilgenlik beklentisi, yerini etken olmayı teşvike bırakır. İtaat eden, emri uygulayan, sorgulamayan kişi arzusu; fikir sahibi, uyanık, aydınlanmış, farkındalığı yüksek bireylerin ortaya çıkması isteğine dönüşür. Ne var ki, çabası cezalandırılır: Belli bir zaman sonra, Şinasi’nin gazetesinin yayımlanmasına son verilir; Genç Osmanlılar hareketi içinde de yer alan yazar sürgüne gönderilir.

İlk özel girişimli basın deneyiminin üzerinden yüz altmış yılı aşkın bir zaman geçti. Bu uzun sürede imparatorluktan Cumhuriyet’e geçildi; dünya düzeni, devlet yapıları, fikirler, kurumlar başkalaştı. Fakat eleştirel bakışa dönük tepkisellik, yerilmekten rahatsız olan iktidarın karşıdakini sessizleştirme isteği var olmaya devam etti. Lord Acton’a atfedilen “Güç, yozlaştırır; mutlak güç, mutlaka yozlaştırır”[2] sözü, kendini kanıtlarcasına yeniden ve yeniden devlet-toplum ilişkisinde haklılık payı üstlendi. Cumhuriyet ile basın özgürlüğünde tedrici bir iyileşme yaşandı; ancak Türkiye’yi çağdaşlaştırıcı devrimleri kısa bir süre içinde gerçekleştirme zorunluluğu, kuruluş yıllarını olağanın dışında bir evre kılmıştı. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Cumhuriyet fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister” sözü hedeflenen gayeyi gösteriyordu. Diğer yandan, çok partili siyasal yaşam, demokratik rejim, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı ve basın özgürlüğü gibi noktalarda olumlu gelişmeler yaşanmasına karşın bu noktalarda istenilen sonuca ulaşılamamıştı.
Cumhuriyet tarihinde 1960’lı yıllarda yaşanan özgürleşme ortamının yanında, 1980 sonrasında özgürlüklerin kısıtlanışına da şahit olundu. Dolayısıyla, geçmişten bugüne basın özgürlüğünde dalgalı bir seyir izlendiği söylenebilir. Demokrasimizin raya oturamayışında basına yönelik tavrın da payı büyüktür. Demokratik rejimin inşasında özgür basın olmazsa olmazdır. Özgür basının güçlü olabilmesi ise söz konusu basın yayın organlarının bağımsız şekilde var olabilmeleriyle mümkündür. Geçmişten bugüne bakıldığında, çeşitli parti, kurum, ticari kuruluşlar eliyle sürdürülen basın faaliyetlerinin, ait oldukları zümrelerin isteklerine uygun hareket etmek durumunda kaldığı söylenebilir.
Halkın “doğru haber alma hakkı”nın savunulmasıysa yayın organlarının bu odaklardan bağımsızlaşabilmeleri derecesinde mümkün olmuştur. Seçimlerin düzenli şekilde yapıldığı, demokrasisini ağır aksak da olsa bugüne dek sürdürebilen Türkiye için basın özgürlüğü güvence altındaymış gibi gözükmektedir. Burada “-mış gibi”nin altı çizilmeli; çünkü pratikte böyle olmamasına karşın ifade hürriyetinin ve basın özgürlüğünün var olduğu savunulmakta, aksi iddialar otoriteler tarafından reddedilmektedir. Ülkemizde her dönemin kendine has kısıtlamaları, sansür uygulamaları, basına dönük baskı mekanizmaları olmasına rağmen bugünkü kadar ağır bir yıldırma çabasının olduğu dönemler enderdir.
2000’li yılların başında iktidara yakın ve muhalif gazeteler ya da televizyon kanalları bulunduğu gibi aynı zamanda “merkez medya” da vardı. Genelde ana akım medya organları içinde her iki tarafa da yakın, çıkar ilişkileri gözetmeden fikrini paylaşan insanlar bulundurulur; doğrudan bir partinin tarafı olunmaz. Bugünse ana akım medya ortadan kalkmış durumda. Mevcutta bütünüyle hükümeti savunan ya da hükümete muhalefet eden yayın organları göze çarpıyor. Hükümetin sözcülüğünü üstlenen gazetelerin ve televizyon kanallarının ekonomik açıdan desteklenerek faaliyetlerine kolaylıkla devam edebilmelerinin önü açılırken diğer yanda muhalif yayın organları mali kaynaklar yaratmanın mücadelesini veriyor. Yazılı basın üzerindeki hükümet baskısı genellikle sözlü tehditler, idari para cezaları, yayın yönetmelerine ve yazarlara yönelik davalar, haberlere erişim kısıtlamaları ve ilan yasakları üzerinden devam ediyor. Bünyesinde tartışma ve haber programlarını içeren televizyon kanallarında ise benzeri bir baskı mekanizması, RTÜK (Radyo ve Televizyon Üst Kurumu) eliyle sürdürülüyor. Muhalif TV kanallarının, RTÜK aracılığıyla sıkı bir denetime tâbi tutulmaları, kamuoyu önünde itibarsızlaştırılmaya çalışılmaları ve büyük miktarda para cezalarına çarptırılmaları onları olumsuz şekilde etkiliyor.
Bu durumun en yakın örneklerinden biri olarak, şubat ayının son haftasında TELE1’in üç gün ekran karartma cezasına çarptırılması gösterilebilir. Benzer şekilde, iki gün sonra Fox TV, KRT ve Halk TV de para cezalarına çarptırıldı. Yine mart ayının ilk haftasında Flash TV ve Habertürk’e verilen idari para cezaları dikkat çekiyor. 6 Şubat 2023’te yaşanan deprem sonrası verilen cezalarda bir artış olduğu görülüyor. Deprem sonrası basın yayın organlarına ilişkin kısıtlayıcı girişimlerle ilgili Emre Kongar’ın yazısı bir özet niteliğinde. Kongar, Utku Çakırözer’in raporundan yararlanarak sadece birkaç hafta içinde yaşananları şöyle özetliyor: “Deprem bölgesinde 20’den fazla gazeteci engellendi. 3 kanala 7 milyon liralık ‘deprem yayını’ cezası verildi. TELE1 ekranı üç gün boyunca tümüyle karartıldı. Twitter en kritik zamanda kapatıldı. (…) İktidar daha arama kurtarma çalışmaları tamamlanmadan televizyon kanallarına ‘normale dönün, depremzedeleri yayına almayın’ talimatı verdi. Ekşi Sözlük kapatıldı. 340 haber ve siteye erişim engellendi. 31 gazeteci, hâkim karşısına çıktı.”[3]
RTÜK kendileriyle aynı düşünmeyenleri ezme amacıyla, onların üzerinde tehdit edici bir unsur gibi durdukça TV kanallarında sağlıklı tartışma ortamının ve özgür yayıncılığın var olması oldukça zor. Yıldırmaya dönük bu cezalar, aslında muhalif yayınlar yapmaya çalışan kanalları baskı altında tutmanın ötesinde halkın bir kesimini cezalandırma amacı da taşıyor. Kanal eliyle toplum da cezalandırılıyor. Oysa bir demokrasinin gelişmesi, insanların düşünce özgürlüklerinin var olması ve farklı fikirlerin rahatça ifade edilebilmesi, hoşgörülü tartışma ortamlarıyla mümkün. Çoğulcu demokrasiler çok seslilik esasına dayanmaktadır.
Üstelik, demokratik rejimin hayati bir unsuru olmasının yanı sıra “Basın özgürlüğü neden önemlidir?” sorusuna güncel bir örnekten yola çıkarak yanıt vermek de mümkün. Cumhuriyet gazetesi yazarı Murat Ağırel, mart ayının ilk haftasından itibaren ülke çapında ses getiren bir habere imza attı: Kızılay, afet anında çadır satmıştı. Birkaç gün arayla devam eden yazılarında Türkiye; yalnızca çadır satılmadığını, fasulye ve barbunya gibi konserve yiyeceklerin, buna ek olarak halktan toplanan ikinci el eşyaların parayla satıldığını öğrendi. Eğer Murat Ağırel, yazılarını özgürce yazmasına ket vurabilecek bir holdinge bağlı kuruluşun köşe yazarı olsaydı bulguları bu şekilde kamuoyuyla paylaşamayabilirdi. Çünkü paylaşmak istese işinden olmak ya da sessiz kalmak seçeneklerinden birini tercih etmek zorunda kalabilirdi.
Dolayısıyla, geçmişi çok uzun bir sürece yayılan özgür basın mücadelesinin, günümüzde basılı yayın organları ve TV kanallarında sürdüğü söylenebilir. Çoğulcu demokrasi, anayasal haklar, demokratik rejim, hukukun üstünlüğü, fikir hürriyeti, liyakate dayalı atamalar, eleştiriye tahammül gibi hayati noktalar, basın özgürlüğüyle doğrudan ilgilidir. Bu özgürlükse yalnızca demokrasiye katkı sunmakla kalmayıp halkın haber alma hakkının da savunulmasını sağlar. Yazıda bahsedilen örneklerde olduğu gibi, kapalı kapılar ardında yaşananların halkla buluşturulabilmesi, farklı bakış açılarının topluma sunulabilmesi, çıkar ilişkilerine bağlı kalınmadan hür iradeyle yazılar yazılıp haberler yapılabilmesi; basının güç odaklarından bağımsızlaşabilmesi ve basın özgürlüğünün sözde değil özde sağlanabilmesiyle mümkündür.
[1] Şerif Mardin, Türkiye, İslam ve Sekülarizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 2021), 19-20.
[2] “Power tends to corrupt, and absolute power corrupts absolutely.”
[3] Emre Kongar, “Su, Özgürlük, Deprem ve Seçim,” Cumhuriyet (İstanbul), 5 Mart 2023.