Dr. Hazal Pabuççular
Fenerbahçe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
“Bir sosyal topluluk, bir millet erkek ve kadın denilen iki tür insandan oluşur. Kabil midir ki bir kitlenin bir parçasını geliştirelim, diğerini müsamaha edelim de kitlenin bütünü ilerletilebilmiş olsun?”
Mustafa Kemal Atatürk, 1925
Kadınların yasal, siyasal ve toplumsal statüleri, bugünlerde 100. yılını kutladığımız cumhuriyet rejiminin kuruluşundan itibaren en temel meselelerinden birini oluşturdu. Bir taraftan Medeni Kanun’un değiştirilmesi ve dinî alandan çıkarılması ile kadınlar yasal olarak evlenme, boşanma, miras ve mal edinme gibi konularda erkeklerle eşit haklara sahip oldu. Diğer taraftan seçme ve seçilme hakkının hayata geçirilmesiyle birlikte kadınlar, o dönemin koşulları bağlamında siyasal haklarını da elde etti.

Kuşkusuz bu iki “radikal” denebilecek değişiklik, kadının toplumdaki konumunu bir gecede değiştirmedi. Hatta, ne denli “erkekler” üzerine kurulu olduğu savından hareketle, Cumhuriyet sonradan hem kadın hareketi hem de feminist yazın tarafından farklı dönemlerde, farklı sebeplerle eleştiriye tabi tutuldu. Ancak objektif bir gözle baktığımızda, Medeni Kanun imparatorlukta uygulanan Mecelle ya da Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde mevcut olmayan bir eşitlik sağlamıştı. Dahası, ister kadınların mücadelesi almış, isterse de yeni rejim vermiş olsun, Türkiye birçok batılı ülkeden daha önce iki cinsiyetin de oy verip seçilebildiği bir ülke haline gelmişti. Bu noktada, kadınların sınıfsal durumunun eşitlik konusunda her zaman önemli bir kriter olduğunun ve bugün dahi siyasetteki kadın temsilinin sorunlu olduğunun altını çiziyorum. Ancak burada asıl vurgulamak istediğim nokta cumhuriyet idaresinin kadınlar için önemli bir kapı araladığıdır. Böylece cumhuriyet rejimi ilk on yılda her yaştan on beş milyon genç yarattığı gibi, kadınlar da bu süre içinde doktor, hâkim, akademisyen, diplomat ve mühendis olabildi. Bu cumhuriyetin önemli bir kazanımıdır.
Diğer taraftan Cumhuriyet tarihinin sadece 1920’ler ve 1930’larla sınırlı olmadığını, artık yüz yıllık bir bakiyeyi analiz etmek zorunda olduğumuzu da söylememiz gerek. Daha açık bir ifade ile cumhuriyetin araladığı kapılar olduğu gibi, kadınların hayatın farklı aşamalarında eşitsizliklerle boğuştuğu da bir gerçektir. TÜİK’in 2021 yılının verilerine göre, Türkiye’de erkeklerin iş gücüne katılım oranı yüzde 62,8’ken, kadınlarda bu oran yüzde 28’dir.[1] Bu, zaman içinde iyileşmiş bir orana tekabül etmektedir ancak buna rağmen arada önemli bir fark bulunmaktadır. Bu farkın sebepleri arasında eğitim konusunda yaşanan eşitsizlik ve ev içi bakımının neredeyse tamamının kadınlara yüklenmiş olması bulunmaktadır.


Kendi çalıştığım alan olan akademiyle ilgili de bir istatistik vermek isterim: Kadınların profesörlük kadrolarındaki oranı yüzde 33 iken, bu oran öğretim görevlisi kademesinde yüzde 50’nin biraz üzerinde görünmektedir. Bu da herhangi yasal bir engel olmamasına rağmen, kadınların görevde yükselmesinin erkeklere oranlara daha zor olduğunu göstermektedir. Nitekim, tüm bu eşitsiz tablonun içerisinde kadın profesörlerin yönetici kademelerindeki oranına bakıldığında durum daha da net hale gelmektedir. 2022 yılında yapılan bir habere göre, 127 devlet üniversitesinin sadece 5’i bir kadın rektör tarafından yönetilmektedir.[2] Aslında konuya sadece sayılar üzerinden bakmak da panoramanın sadece belirli bir kısmını gösterebilir. Bu konuda farklı alanlarda nicel olduğu kadar nitel araştırmalar da yapılıyor.
Konuyu aile içi şiddet ve kadın cinayetleri gibi meselelere kaydırdığımızda ise ortaya daha vahim bir tablo çıkıyor. Türkiye, 2021 yılında ilk imzacısı olduğu, aslen tam da bu şiddeti engellemeye yönelik bir insan hakları sözleşmesi olan ve adını da İstanbul’dan alan İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı aldı. Ek olarak, son yılların tartışmaları içerisinde kadınların asli görevinin aile olduğundan karma eğitimin ne kadar sakıncalı olduğuna varan bir dizi tartışma kadınların ve kız çocuklarının toplumdaki yerinin bir sarsıntı içine girebileceği endişesi yarattı ve yaratmaya da devam ediyor.
Kuşkusuz, yüz yıllık bakiyenin tümünün kadınların hayatına olan izdüşümü ne tümden kötülenebilir ne de tümden olumlanabilir. Sonuçta, kadınlar artık toplumun her kademesinde aktif bir rol oynuyor. Bu durum, bu yazının başında belirttiğim cumhuriyetin açtığı yol ile yakından ilişkili. Ancak şunu da net bir şekilde söyleyebiliriz: Cumhuriyetin ortaya koyduğu hukuk devrimi ve amaçladığı kültür devriminin içinde kadın kilit bir yer tutarken, karşıt söylemlerin odağında da kadın meselesi bulunuyor. Bu söylemlerin özellikle günümüzde neredeyse hukukî eşitliği dahi sorgulayan tavrı gelecek için de bir öngörü ortaya koyuyor. Bu öngörü, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılının her alanda olduğu gibi kadınlar için de tümden bir mücadele alanı olacağıdır. Zira, her şeye rağmen kadınlar elde ettikleri kazanımları terk etme niyetinde değil. Aksine, bu kazanımları ilerletme hedefi taşıyor.
Cumhuriyet’in ikinci yüzyılı kutlu olsun.

[1] İstatistiklerle Kadın, TÜİK, https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=%C4%B0statistiklerle-Kad%C4%B1n-2022-49668&dil=1, (erişim tarihi 23.10.2023).
[2] Erdoğan Rektör Atadı, Bianet, https://bianet.org/haber/erdogan-rektor-atadi-sifir-kadin-9-erkek-271234, (erişim tarihi 23.10.2023).

Yorum bırakın