“Yani, yarı Fransız, yarı Lübnanlı mı? Hiç de değil! Kimlik bölmelere ayrılamaz, o ne yarımlardan oluşur, ne üçte birlerden, ne de kuşatılmış diyarlardan. Benim birçok kimliğim yok, bir kişiden diğerine asla aynı olamayan özel bir “dozda” onu biçimlendiren bütün ögelerden oluşmuş tek bir kimliğim var.” (Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler)
Merhaba sevgili okur,
Bu soğuk 24 Aralık sabahında, tam da 39 yıl önce bugün başlayan bir direnişi hatırlatıp aslında pek çoğumuzun mahalledeki komşusu, okuldaki ya da işteki arkadaşı, hani şu ısrarla dilimizin sürçmesini durduramayıp “Bulgar Türkü/göçmeni” diye adlandırdığımız insanlar var ya, işte onların hikâyesini anlatmaya geldim. Gerçi birçoğunuz Naim filmiyle bu halkın kimlik mücadelesini çoktan öğrendiniz. Dikkatli gözlerin hemen fark edeceği gibi Cep Herkülü: Naim Süleymanoğu (2019) filmi 1989 yılında Bulgaristan’dan Türkiye’ye gerçekleşen göçün otuzuncu yılında vizyona girdi. Bu vesileyle Bulgaristan’da Türk ve Müslüman azınlığın “Yeniden Doğuş (Възродителен процес)” olarak bilinen etnik temizlik süreci ve 1989 yılında gerçekleşen yaklaşık 350 bin kişinin kitlesel göçü Türkiye kamuoyunda yeniden gündeme geldi.
Yayımlandığı günden beri gerek dernekler gerekse Bulgaristan göçmenlerinin yoğun olarak yaşadığı ilçelerde belediyeler tarafından “kültür alanında çalışmalar” kapsamında düzenlenen etkinliklerde, bir de Bulgaristan seçimleri arifesinde televizyonlarda karşımıza çıkan bu filmle bir halkın hikâyesine kısa metrajdan bakış attık. Üstelik filmin yaratmış olduğu etkinin yanında Eypio’nun kaleme aldığı Naim şarkısı da kafelerde, eğlence ve alışveriş merkezlerinde kitleleri eğlendiren bir hit haline geldi. Halterci Naim’in Bulgaristan’dan Türkiye’ye kaçışının, evini geride bırakmasının yaratmış olduğu acının ve aynı zamanda ana vatanı olan Türkiye’ye karşı beslediği bağlılığın vurgulandığı bu filmde en çarpıcı sahnelerden birisi de Kırcaali’de rejimin şiddetine maruz kalan halkın 26 Aralık 1984’teki protesto girişimin kanlı bir şekilde bastırılmasıydı.

Takvim yapraklarını iki gün önceye çevirip olayların başladığı 24 Aralık 1984’e gelelim.[1] Gerçi yaşamak direnmenin ta kendisiyken belli bir tarihi dönüm noktası olarak almak ne kadar doğru bilemedim. Belli ki böyle uygun görmüş büyüklerimiz. Sonuçta tarih, toplumsal kimliğin inşa ve korunma süreçlerini sağlayan hatırlama pratiklerinde önemli bir etken değil midir? Tarihin tanıklarının zamansal ve mekânsal tezahürünü canlı tutmazsak geriye bizi biz yapan ne kalır? 24 Aralık 1984, Bulgaristan Komünist Partisi’nin (BKP) Türk ve Müslüman azınlığın zorunlu isim değişikliğine karşı Eğridere’deki (Ardino) Sütkesiği (Mleçino) köyünde gerçekleşen ilk protesto mitinginin yıl dönümüdür. Bu tarihten sonra film kopmuş, Bulgaristan’da totaliter rejime karşı gizli örgütlenme ayyuka çıkmış, Türkiye’deki “soydaşlar” on yıllardır kurmaya çalıştıkları Bulgaristan Türkü kimliğinin kızıl elmasını bulup mobilize olmayı başarmış, dünyada büyük yankı uyandırmış; böylece Türkiye ve Bulgaristan’ı karşı karşıya getiren komünist rejimin son çığlıkları soluksuz kalmıştır.
İşte 24 Aralık 1984, yani Bulgaristan Türkleri için “Totaliter Rejime ve Etnik Temizliğe Karşı Direnişini Anma Günü” komünist rejimin kimlik siyasetinin yaratmış olduğu travmalarla yüzleşip gelecek nesillere bu hafızayı aktarmak için önemli bir mihenk taşıdır. Biz de bu tarihi milat alalım, önce akrebi yelkovanı geriye sarıp kim bu Bulgaristan Türkleri sorusunun cevabını arayalım. Ardından gelecek nesillere aktarılan hafızanın ve aidiyetlerdeki parçalanmışlıklarla dolu tarihin hayaletlerinin bugünü nasıl inşa ettiğini sorgulayalım.
Gönül isterdi ki uzun 19. yüzyıl hiç yaşanmamış, kısa 20. yüzyılı da içine alan milliyetçilikler çağı hiçbir halkı vatan bellediği topraklardan sırf politik erk “kendinden” değil diye ana vatan aramak zorunda bırakmamış olsaydı. Lakin kalem kırıldı, hüküm verildi ve dünya böyle bir yere evrildi. Bizlere de dillere pelesenk olmuş o meşhur öğüt kaldı: Tarihten ders çıkarmak. Oysa benim amacım ne tarihten ders çıkartmanızı sağlamak ne de acıları kabuk tutmuş bir halkın çözüm sunamayacağım yaralarını kanatmak. Sadece bugün yaşananları anlamak için hatırlama pratiklerimiz vesilesiyle inşa ettiğimiz geçmişe küçük bir bakış atmak.
19. yüzyılın ikinci yarısında Balkanlar’dan Anadolu’ya başlayan göçler, 2000’lerin başında Balkan ülkelerinin Avrupa Birliği’ne girip göçün yönünün Batı Avrupa’ya dönmesine dek devam etmiştir. Bugün hâlâ az sayıda da olsa Türkiye’ye devam eden bireysel göçlerin yanı sıra asıl çekim merkezi sonsuz ekonomik fırsatlar sunan Batı Avrupa ülkeleri olmuştur. Bu durum Balkan ülkeleri ve Türkiye arasında mekik dokuyan imparatorluk bakiyesi halkları diasporaya dönüştürmüştür. Türkiye-Bulgaristan sınırı arasında parçalanmış hayatlara sahip olan Bulgaristan Türkleri, artık sacayağı misali farklı yerlere dağılmış bir diaspora olarak karşımıza çıkmaktadır: Bir kısmı Bulgaristan’ın ulusal azınlığı, diğer kısmı Türkiye’nin soydaşı ve her geçen gün daha büyük bir kısmı da dünyanın farklı ülkelerinde yaşam kuran göçmenler. Bulgaristan Türkleri diasporasını oluşturan bireylerin geçmişi algılayış ve kucaklayışları, böylece kimlik tahayyülleri birbirinden oldukça farklıdır. Bu şerhi düşüp yüksek siyasetin daha yoğun etkisinde kalan toplumun örgütlü kesimlerinin gözünden bir portre çizmeye çalışacağım.
Müslüman Mülteciden Soydaşa Türkiye’de “Bulgaristan Türkleri”
“İnsanın nereye ait olduğu, kökenleri, ötekilerle ilişkileriyle, güneşte ve gölgede işgal edeceği yeri konusunda sürekli olarak kendi kendini sorgulamaya itildiği bir ülke.” (Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler)
Türkiye’deki Bulgaristan Türkleri topluluğu sayısız göç dalgası sonucu oluşmuştur. Farklı dönemlerde göç etmeleri ve Bulgaristan ile kurdukları farklı bağlar sebebiyle bambaşka kimlik tahayyüllerine sahip olduklarını göz önünde bulundurarak Türkiye’nin toplumsal hayatında nasıl ortaya çıkıp dönüştüklerine bakalım.
Müslüman Muhacirler
Toplumsal hafızamızda 93 Harbi olarak bilinen 1876-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve ardından gelen Balkan Savaşları’nda Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak kayıpları, Bulgaristan’da yaşayan Müslüman ve Türk nüfusun bir kısmının başta İstanbul olmak üzere Anadolu’ya göç etmesine sebep olmuştur.
| Yıl | Göçmen Sayısı |
| 1893 | 11460 |
| 1894 | 8837 |
| 1895 | 5095 |
| 1896 | 1946 |
| 1897 | 2801 |
| 1898 | 6640 |
| 1899 | 7354 |
| 1900 | 7417 |
| 1901 | 9339 |
| 1903 | 9714 |
| Toplam | 70603 |

1912-1913 Balkan Savaşı sırasında 200 bin Müslüman ölmüş ve 1923 yılında kurulacak Cumhuriyet’e kadar takriben 440 bin kişi Anadolu’ya göç etmiştir. İkinci Balkan Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte İttihat ve Terakki hükûmetiyle Bulgaristan Krallığı arasında 1913 yılında imzalanan Konstantinopolis Antlaşması’nda karşılıklı isteğe bağlı nüfus mübadelesini kolaylaştırmak için ek mukavelename imzalanmıştır. Bu antlaşmada, iki devlet arasındaki azınlık sorunlarından kaynaklanan gerilimi azaltmak için Bulgaristan ile Osmanlı İmparatorluğu arasında “…ortak sınır boyundaki 15 kilometrelik bir bölge içinde yaşayan topluluğun kendi istekleriyle karşılıklı değiştirilmesi…”[2] kararına varılmıştır. Antlaşmanın sonunda, Osmanlı Trakyası’nda yaşayan yaklaşık 50 bin Bulgar Bulgaristan’a giderken 50 bin kadar Türk de Türkiye’ye gelmiştir.[3] 1920’lerden 1930’lara kadar yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Müslüman Türklerin Türkiye’ye göçü konusunda başta Bulgaristan olmak üzere Balkan ülkeleriyle anlaşmalar imzalamıştır.[4]
Bu göçlerin arifesinde, 1926 yılında çıkarılan 885 sayılı kanun, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk iskân kanunudur. İçerik itibariyle incelendiğinde, Yunanistan ile imzalanan mübadele antlaşmasıyla gelecek mübadillerin yerleştirilmesini düzenleyen bu kanun, yenilenmiş ve o çokça tartışılan 1934 İskân Kanunu’na evirilmiştir. Yeni kanun, gelecek göçmenleri tasnif etmiş ve “Türk kültürünü (hars) paylaşmayanlar, çingeneler, anarşistler, casuslar ve devletten ihraç edilenlerin” göçmen olarak iskân edilemeyeceğini belirtmiştir. Ramazan Hakkı Öztan, 1932 yılında TBMM’nin gündeminde olan İskân Kanunu’nun 14 Haziran 1934’te yürürlüğe girmesine dikkat çekerek 1930’ların yükselen revizyonist konjonktürünün bu kanunun zamanlaması ve içeriğinin belirlenmesinde etkili olduğunu söylüyor. Revizyonistlere yakınlaşan Bulgaristan ve Romanya gibi yoğun Müslüman nüfusuna sahip Balkan ülkelerinin azınlıklara uyguladığı politikaların sertleşmesi 1930’ların ortasına damgasını vurmuştur. Türkiye’nin Balkanlar’daki Türk ve Müslüman azınlığın akraba devleti statüsüne sahip olmasını göz önünde bulundurduğumuzda bu kanunla olası göç dalgalarında kabul edilecek göçmenin tanımlanması kaçınılmazdır.[5] Sema Erder tarafından “İskân Kanunu’nun Kadim Dostları” olarak tanımlanan Balkan göçmenleri[6], 1950’lerden itibaren Türkiye’nin değişen ekonomi-politik iklimine bağlı olarak iskânlı göçmen yerine serbest göçmen olarak kabul edilmişlerdir.
Yıl | Göçmen Sayısı |
| 1934 | 8.682 |
| 1935 | 24.968 |
| 1936 | 11.730 |
| 1937 | 13.490 |
| 1938 | 20.542 |
| Toplam | 79.412 |
İskânlı Göçmenden Serbest Göçmene
Türkiye’nin 1952 yılında NATO’ya üye olması ve Soğuk Savaş sürecinde Batı Blok’unda kendini konumlandırması kapitalist dünya sistemine farklı şekillerde eklemlenme çabasını da beraberinde getirmiştir. Özellikle Demokrat Parti yılları olarak tanımlayacağımız 1950’li yıllarda, Türkiye tarımsal artığın ihracatına dayalı ekonomik büyümeyi hedeflemiş, bu doğrultuda politikalar hayata geçirmiştir. Nüfus artışının hızlanması ve tarımda makineleşmeye geçilmesi Türkiye’nin tarımsal araziyi işlemek için göçmene ihtiyaç duymamasına yol açmıştır.
| Yıl | Göçmen Sayısı |
| 1949 | 1.500 |
| 1950 | 45.346 |
| 1951 | 101.719 |
| Toplam | 148.565 |
Türkiye’nin ekonomik koşullarının yeni bir dış göç dalgasına hazır olmayışı, muhalefetin mecliste temsiliyet kazandığı 1945 sonrası dönemde, dış göç olgusunu ilk kez hükûmetle muhalefet arasında oy devşirilebilecek bir siyaset alanına dönüştürmüştür. İkinci Dünya Savaşı sürecinde yavaşlayan insan mobilizasyonu, Türkiye’nin göçmen kaynağı olan Balkanlar’dan göçü azaltmıştır. Türkiye’nin Kore Savaşı’na asker göndermesini takip eden süreçte Bulgaristan, 1925 yılında imzalanan Türk-Bulgar İkamet Mukavelenamesi gereği ülkesindeki 250 bin Türk ve Müslüman azınlığı sınır dışı edeceğine dair bir notayı Türkiye’ye iletmiştir. İki ülke arasında ilişkiler “göç” teması etrafında çıkmaza sürüklenmiştir. Türkiye ekonomisinin kaldıramayacağı bu göçü halkına kabul ettirebilmesi için yürütmüş olduğu iktidar teknolojilerinde bir dizi yenilikler yapması gerekmiştir. Bunun yanı sıra, göç sürecinin masrafları ve göç sonrası ekonomik yükün tazininin devletin elinden çıkmasını sağlayan iskânlı göçün bitip serbest göçün başlamasıyla Türkiye’nin kamusal alanında Balkan ve Rumeli göçmen dernekleri peyda olmaya başlamıştır.
Birleşen Yakın Arabalardan Komünist Rejim Kıskacındaki Soydaşa

Soğuk Savaş’ın dünyayı iki kutba ayırdığı o dönemde, Doğu Bloku ülkesi Bulgaristan’dan gelen Türk ve Müslüman azınlığın göçünü anti-komünizm ve mezalime uğrayan soydaşın kurtuluş/kaçışı retoriği etrafında örerek göçün Türkiye toplumu tarafından kabul edilebilir olmasını sağlamıştır. Bu söylem Bulgaristan Türklerinin 1951-1952 yılları arasındaki göçü ile sınırlı kalmamıştır. 1963 yılında Bulgaristan’daki elçilik ve konsolosluklara 300 bine yakın göç başvurusunun ardından Türkiye Bulgaristan ile 1968 yılında “Türkiye-Bulgaristan Yakın Akraba Göçü Anlaşması”nı imzalamıştır. 1968 yılında imzalanan bu anlaşmaya göre her yıl 1 Nisan-30 Kasım arasında göç gerçekleşecek ve sayı haftalık 300 kişiyi aşmayacaktır. Göç İdaresi Başkanlığı’nın verilerine göre, 1968-1979 yılları arasında “Türkiye-Bulgaristan Yakın Akraba Göçü Anlaşması” çerçevesinde 116.521 kişi Türkiye’ye göç etmiştir.[7] Kamuoyundan göçmenlere karşı artan öfke ve ötekileştirme hareketleriyle mücadele edebilmek ve gelen göçmenlerin halk tarafından kabulünü sağlamak için anti-komünist ve pan-Türkist söylem bu dönemin iktidarları tarafından sıklıkla kullanmıştır.[8] Bu söylem asıl zirveye ise 1989 yılında, dünyanın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gördüğü en büyük kitlesel göç esnasında ulaşmıştır. Tüm bu bahsi geçen göç dalgaları içerisinde hem Türkiye’nin toplumsal hafızasındaki yeri hem de Bulgaristan Türkleri için en travmatik olanı, BKP’nin 1984 yılından itibaren sıklaşan etnik temizlik politikaları sonucu Mayıs 1989 tarihinde başlayan kitlesel zorunlu göçtü.

Bir adım geriden: Klasik anlatıyı geri çağıralım ve bir kez daha 1980’lerde Bulgaristan’da neler olduğunu hatırlayalım. 1989’daki parti darbesiyle devrilene dek hem BKP’nin hem devletin başkanı olan Todor Zhivkov, Bulgaristan’ı geleneksel çok etnikli tarım toplumundan arındırarak daha modern, sanayileşmiş ve etnik olarak homojen bir sosyalist devlet haline getirmeyi planlamış ve ülkedeki azınlıklar üzerinde “Soya Dönüş Süreci” olarak bilinen yoğun bir asimilasyon programı başlatmıştır. Bulgaristan’ın toplam nüfusunun yüzde 8,8’ini (588.318) oluşturan ikinci en büyük etnik grup olan Türkler, etnik ve dinî kimlikleri nedeniyle özellikle 1984-1989 yılları arasında Bulgar hükûmetinin yoğun kimlik politikalarına maruz kalmıştır.[9] Özellikle 1984-1985 arasında Bulgaristan Türklerinin kültürel ve dinî kimliklerini ifade etmelerine yönelik kısıtlamalar en üst seviyeye ulaşmıştır. Bulgar hükûmetinin meşhur asimilasyon programıyla, Aralık 1984 ve Ocak 1985’te Türk azınlığın Türkçe isimlerini Bulgar isimleriyle değiştirmeye zorlanmasının yanı sıra kamusal alanda Türkçe konuşulması yasaklandı. Camilerin ibadete kapatılmasının akabinde sünnet ve geleneksel İslami kıyafetler giymek gibi kültürel ve dinî uygulamalar da yasaklandı. Bulgaristan’da Türk ve Müslüman azınlığın maruz kaldığı bu politikalara tepki Türkiye’deki hemşehrilerinden geldi. Türkiye’nin 1980’lerdeki kamusal mobilizasyonun oldukça kısıtlı olduğu darbe sonrası ikliminde aktif olarak faaliyet gösterip “Kamu Yararına Çalışan Dernek” sıfatı alan Balkan ve Rumeli göçmenleri dernekleri arasında Bulgaristan Türkleri kendi hemşehrileri için Türkiye’de verdikleri kimlik mücadelesiyle ayrı bir kol olarak gelişmeye başlamıştır.[10]
Soydaşlığın Limitleri veyahut Evlad-ı Fatihân’ın Yeniden Dirilişi
“Aynı insana yirmi yıl sonra aynı yerde rastlasak, acaba kendini nasıl tanımlardı? Aidiyetlerinden hangisini en başa koyardı? Avrupalı mı? Müslüman mı? Boşnak mı? Başka bir şey mi? Belki de Balkan mı? (Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler)
“Ana vatan” olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin Bulgaristan’dan gelen soydaşlarına kucak açması 1990’ların ilk yıllarında sona ermiştir. 1989 yılındaki kitlesel göçün ardından, gelen göçmenlerin bir kısmı Bulgaristan’daki rejim değişikliği üzerine geri dönmüştür. Fakat komünizmin çöküşünün yaratmış olduğu ekonomik kriz, Bulgaristan vatandaşı Türk ve Müslümanların seyahat vizesi alarak Türkiye’ye gelip, kaçak olarak ikamet edip çalışmaya başlamalarına sebep olmuştur. 1990’larda gerçekleşen bu göç dalgalarıyla mücadelede Türkiye’deki siyasi iktidarın stratejisi göçü durdurmak ve “Türk ve Müslüman varlığını Balkanlar’da korumak” söylemi etrafında şekillenmiştir. Osmanlı döneminde Balkanlar’ı Türkleştirme görevi verilen Evlad-ı Fatihân’a bu kez de Türk varlığını koruma misyonu yüklenmiştir. Böylelikle Balkanlar’dan Türkiye’ye gerçekleşecek olası göçler durdurulmaya çalışılmıştır. Balkanlar’da görünürde liberal demokratik devletlerin kurulmaya başlanması Türk ve Müslüman azınlığın parlamentoda temsiliyet kazanmasını beraberinde getirmiştir.[11]

Bulgaristan’da Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS)’nin siyasi partiye dönüşmesiyle Türk ve Müslüman azınlık siyasi temsil kazanmış ve hükûmetlerce Türkiye’ye göç etmelerine sebep olacak hiçbir “kimlik” sorunu kalmamıştır. Peki ya gerçekten de sorunun çözümü bir siyasi partinin kurulmasından mı ibaretti? O halde kadrajı çok ufak da olsa Hak ve Özgürlükler Hareketi’ne çekelim ve birkaç aydır kamusal alanda oldukça tartışılan parti içindeki değişim rüzgârına bakalım.
Bulgaristan Türk Millî Kurtuluş Hareketi’nden Hak ve Özgürlüklere
İktidar sizi nerenizden yaralarsa orası kimliğiniz olur. (Milan Kundera)
Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan ettiği ilk günden itibaren süregelen Türk ve Müslüman halkın maruz kaldığı 1984 yılında başlayan isim değişikliğiyle ayyuka çıkan azınlık haklarının ihlalleri halkın çeşitli şekilde örgütlenmesini de beraberinde getirmiştir. Nurcan Özgür Baklacıoğlu, Hak ve Özgürlükler Hareketi üzerine yapmış olduğu çalışmasında bu örgütlenme pratiklerini şu şekilde tasnif etmektedir: “…Azınlıklar arasında ülkeden kaçma, isim değiştirme olayları hakkında uluslararası örgütlere ve Türkiye’ye bilgi sızdırarak uluslararası kamuoyunun tepkisini çekme, bireysel ve bölgesel protestolarla süreci durdurma, azınlıkların birleşip ayaklanmalarını sağlayarak uygulamalara son verme…” Bu girişimlerin arasında en öne çıkan da Hak ve Özgürlükler’in selefi olan “Bulgaristan Türk Millî Kurtuluş Hareketi (BTMKH)’dir.[12]
1985 yılında kurulup üç bölgeye (Rumeli, Deliorman, Dobruca) bölünerek “silahsız mücadele” gösteren BTMKH örgütünün başkanlığına bugün HÖH’ün onursal başkanı olan Ahmet Doğan seçilmiştir.[13]1986 yılında aralarında Doğan’ın da bulunduğu 28 üye tutuklanıp hapis cezasına çarptırılmıştır. Kısa süreli fetret devrinin ardından 1989 yılında örgüt İnsan Hakları Demokratik Birliği (Ligi) olarak yeniden kurulmuştur. Örgüt halkı açlık grevine ve sivil itaatsizliğe teşvik ederek protesto ve mitinglerle direniş atmosferinin oluşmasını sağlamıştır. Bu azınlık örgütüne, dönemin illegal birçok örgütü de eşlik etmiş ve 30 Mayıs 1989 yılında Todor Zhivkov’un televizyona çıkıp o meşhur konuşmayı yapmasıyla dönüm noktası başlamıştır: “Kendini Bulgar hissetmeyen ülkeyi terk etsin…” Bu tarihten Türkiye’nin sınırı kapattığı 20 Ağustos’a kadar takriben 350 bin kişi Türkiye’ye göç etmiş, 120 bin kişi de evini ve işini bırakıp geldiği sınırda kalmıştır.
10 Kasım 1989’da BKP içerisinde gerçekleşen darbeyle yönetim istifa etmiş, böylece demokratikleşme dönemine ilk adım atılmıştır. Aralık 1989 affından yaralanarak hapisten çıkan BTMKH önde gelenleri, hareketi bugünkü ismi olan Hak ve Özgürlük Hareketi’ne dönüştürmüştür.[14] Tabii bu sırada bazı güzel gelişmeler de olmuş, 15 Ocak 1990 yılında BKP, isimlerin geri verilmesi deklarasyonunu yayımlayarak görece rahatlama dönemini başlatmıştır. 26-27 Mart 1990 tarihinde Sofya’da düzenlenen kuruluş konferansıyla hareket, siyasi partiye dönüşüp parlamenter siyasete girmek için ilk adımlarını atmıştır. Azınlık hakları temsilcisi olarak 1990 yılında parlamentoya giriş yapan HÖH, Bulgaristan Türkleri’nin partisi olarak bilinip bugün hâlâ bata çıka siyasal hayatına devam etmekte.
İyisi mi bu bahsi burada kapatarak işin inceliklerini ehline bırakıp bunca kelamı neden ettiğime geçeyim. Türkiye’deki Bulgaristan Türkleri, sivil toplum örgütleri çatısı altında mobilize olarak maruz kaldıkları asimilasyona karşı kamuoyu oluşturup sınırın öteki tarafından mücadele ettikleri hemşehrilerinin Bulgaristan’daki siyasi mücadelesini 1980’lerden beri yakından takip etmektedir. Zaman zaman güç savaşlarına sahne olan Bulgaristan parlamenter seçim kampanyalarını Türkiye’nin muhtelif yerlerinde sıkça görmüşsünüzdür. (Bulgaristan’da hükûmet kurmak da kurulan koalisyon hükûmetlerini yaşatmak da oldukça zor olduğundan sık sık seçim yapılmakta.) Türkiye’deki toplumun örgütlü kesimiyle kâh aşk kâh nefret ilişkisi yaşayan HÖH’ün 2016 yılından beri genel başkanlığını yapan Mustafa Karadayı’nın istifası kamusal alanda bir dizi tartışmayı beraberinde getirdi. Şubat ayında kongreye gidecek olan partinin genel başkanlığına adaylığını açıklayan Delyan Peevski’nin gelme ihtimali topluluğun Türkiye’deki ayağını oldukça rahatsız etmiş görünüyor. “Türk partisine Bulgar lider” etrafında dönen tartışmanın Bulgaristan’daki halkı Türkiye’dekiler kadar rahatsız edip etmediğinden emin değilim; fakat günün sonunda filler tepişir çimenler ezilir. Siyasetin dinamiklerine de kolay kolay akıl sır ermez. O halde son söz olarak sizleri Benjamin’in Pasajlar’ında tarih kavramı üzerine ortaya koyduğu tezlerin altıncısında söyledikleriyle bu olayları düşünmeye davet edeyim.
“Geçmişi tarihsel olarak dile getirmek, o geçmişi ‘gerçekte nasıl olduysa, öyle’ bilmek değildir. Buna karşılık, bir tehlike anında parlayıverdiği konumuyla, bir anıyı ele geçirmek demektir. Tarihsel maddecilik için önemli olan, geçmişe ilişkin bir görüntüyü, tehlike anında tarihsel özneye ansızın gözüktüğü biçimiyle korumaktır.”
Son not: 11 Ocak 2012 tarihinde Bulgaristan Parlamentosu, 115 milletvekilinden 112’sinin evet oyuyla asimilasyonu tanıyıp geçmişte yapılanları “Türklere karşı etnik temizlik” olarak tanımladığı özür deklarasyonunu yayımladı. Ancak 1990’ların başından beri Belene Kampı’nda maruz kaldıkları şiddete karşı hukuksal mücadele veren Belene’nin failleri hâlâ hesap vermeyi bekliyor.
Sinem Arslan
[1]Şüphesiz 24 Aralık 1984, Bulgaristan Türkleri için önemli günlerden yalnızca biridir. Prof. Dr. Mehmet Hacısalihoğlu, titizlikle yürütmüş olduğu envanter çalışmasında şu tarihlerin Bulgaristan Türkleri’nin toplumsal hafızasındaki önemini vurgulamaktadır : “24 Aralık 1984 (Sütkesiği), 26 Aralık 1984 (Yoğurtçular/Türkan Bebek), 27 Aralık 1984 (Mestanlı), 19 Ocak 1985 (Alvanlar), 19 Mayıs 1989 Cebel Günü, 20 Mayıs 1989 (Yusufhanlar-Bohçalar), 23-27 Mayıs 1989 (Ezerçe, Kalovo, Şumnu, Dobriç, Sarıkovanlık) gibi anma günleri Bulgaristan Türklerinin, komünist rejimin soykırım politikasına karşı direnişin anıldığı günlerdir. 24 Mayıs 1989 toplu sınır dışı edilme (Avusturya’ya), 29 Mayıs 1989 Jivkov’un “Bulgaristan’ı terk edin!” açıklaması, 30 Mayıs 1989 Özal’ın “Sınırımız açık.” açıklaması.” Daha detaylı bilgi edinmek için: Mehmet Hacısalihoğlu, “Bulgaristan’da 1984-1989 Zorunlu Asimilasyon ve Etnik Temizlik Mağdurlarının Anma ve Yas Günleri”, Sürgün ve Hafıza 989 Göçmenlerinin Anılarına Göre Bulgaristan’daki Zorla Asimilasyon Politikaları ve Türkiye’ye Zorunlu Göç, der., Neriman Ersoy Hacısalihoğlu, Mehmet Hacısalihoğlu, Ankara: YTB Yayınları, 2023, s. 360-422.
[2] Ahmet İçduygu, Sema Erder, ve Ömer Faruk Gençkaya, Türkiye’nin Uluslararası Göç Politikaları, İstanbul: MireKoç, 2014, s. 101.
[3] Ebru Boyar, Ottomans, Turks, and the Balkans Empire Lost, Relations Altered, Londra: Tauris Academic Studies, 2007, s. 13.
[4] Soner Çağaptay, “Reconfiguring the Turkish Nation in the 1930s,” Nationalism and Ethnic Politics, 8, no. 2 (2002), s. 71.
[5] Ramazan Hakkı Öztan, “Settlement Law of 1934: Turkish Nationalism in the Age of Revisionism,” Journal of Migration History 6, no. 1 (2020), s. 83.
[6] Sema Erder, Zorla Yer Değiştirmeden Yerinden Etmeye Türkiye’de Değişen İskân Politikaları, İstanbul: İletişim Yayınları, 2018, s. 143-144.
[7] “Kitlesel Akınlar”, son güncellenme 18 Aralık 2024, https://www.goc.gov.tr/kitlesel-akinlar#:~:text=1968%20%2D%201979%20yılları%20arasında%20da,ye%20göçe%20zorlanmaları%20ile%20başlatılmıştır
[8] Kemal Kirişçi, “Migration and Turkey: The Dynamics of State, Society and Politics,” The Cambridge History of Turkey ‘, der., Reşat Kasaba, Cambridge: Cambridge University Press, 2008), s. 175-198.
[9] Evgenia Ivanova, “Islam, State and Society in Bulgaria: New Freedoms, Old Attitudes,” Journal of Balkan and Near Eastern Studies,19:1, (2017), s. 37.
[10] Dernekler hakkında daha detaylı bilgi almak için: Sinem Arslan, “Migration, Identity and Politics: The Case of Bulgaristanlı Turks”, Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 2021.
[11] Sinem Arslan, “Migration, Identity and Politics: The Case of Bulgaristanlı Turks”, Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 2021, s. 71-73.
[12] Nurcan Özgür Baklacıoğlu, Etnik Sorunların Çözümünde Etnik Parti Hak ve Özgürlükler Hareketi 1989-1995, İstanbul: Der Yayınları, 1999, s. 75
[13]Ibid, s. 75-79
[14] Ibid, s. 84-93

Yorum bırakın