Tarih ve Coğrafya Açısından Filistin Meselesi

K. Altay Kocaova
T.C. Millî Eğitim Bakanlığı’nda öğretmendir.

Doğu Akdeniz ve Orta Doğu coğrafyası, bilindiği üzere medeniyetin ortaya çıktığı yer olmuştur. Tarımın başladığı, yazının bulunduğu, ilk köylerin, ilk şehirlerin, ilk devletlerin kurulduğu, hukukun ve Semitik dinlerin ortaya çıktığı yer oldu. Pek tabii olarak da bitmek bilmeyen savaşların, göçlerin, çatışmaların da en önemli merkezi…

Kaynak: https://news.sky.com/story/a-brief-history-of-the-israeli-palestinian-conflict-explained-in-less-than-300-words-12997971

Eski Mısır, Mezopotamya ile Anadolu uygarlıklarının da bir yandan çatıştıkları, bir yandan kültürel aktarımlarda bulundukları, ticaret yaptıkları bölge oldu. Sonraki süreçte merkezden çevreye doğru ilkesine benzer biçimde önce yakın yabancılar geldiler. Persler ve ardından Makedonyalılar, ardından da Romalılar… Sonraki süreç içinde ise bölgenin âdeta yıldırım hızıyla Araplaştığını gördük. Öyle ki, İslam peygamberi Hz. Muhammed’in 632’de ölümünden sonraki on yıl içinde Mısır, Filistin ve Suriye, Arapların eline geçti. Bu arada Roma İmparatorluğu döneminde Filistin bölgesinin iki ayrı eyalet olduğunu, birinin adının Judaea (Yahudiye), diğerinin de Arabia Petraea olduğu unutmamak gerekir. Judaea eyaleti, günümüzde İsrail’in orta ve kuzey topraklarını oluştururken Arabia Petraea eyaleti ise günümüzde Mısır’ın Sina bölgesini, İsrail’in güney topraklarını ve Ürdün’ü kapsamaktaydı.

Bu bölge, İpek Yolu’nun önemli bir bölgesi olmasının yanında, Baharat Yolu’nun en önemli bölgesini oluşturmaktadır. Bir Orta Doğu haritası üzerinde Kudüs merkezli ve yaklaşık 550 kilometre yarıçaplı bir daire çizerseniz, Mısır’daki Kahire ve İskenderiye’den Türkiye’deki Hatay’a, Kıbrıs’tan Irak ve Suriye çölleri ile Arabistan’ın kuzeyini içine alan bir bölgeyi görmüş olursunuz. Hatta bu dairenin yarıçapını 1000 kilometreye çıkarırsak, Türkiye’deki Kuzey Anadolu dağlarından Suudi Arabistan’ın iç kesimlerine, Mısır’ın büyük kısmından İran’a kadar olan, yaklaşık 3 milyon kilometrekarelik bir alanı verir. Bu da bize bölgeyi doğru bir biçimde inceleme ve değerlendirme fırsatı verecektir.

Bununla birlikte, üç din için de çok önemli olan Filistin bölgesinin zaman içinde iki dönem itibarıyla öneminin arttığını görüyoruz. Biri, yaklaşık iki yüz yıl süren ve süreç içinde şiddeti git gide azalan Haçlı Seferleri dönemidir. Diğeri de 1798’de başlayan ve git gide şiddetlenerek günümüze kadar devam eden dönemdir.

İşte, biz bu ikinci dönemi ele alarak Filistin meselesine odaklanacağız. İlk olarak, Fransa’nın Napoleon liderliğinde 1798’de başlattığı Mısır’ın işgali ile Filistin’e doğru ilerleyip Cezzâr Ahmet Paşa liderliğindeki Osmanlı ordusuyla yaptığı savaşı ele alacağız. Ardından 1860-61 yıllarında yaşanan Cebel-i Lübnan olayları ve Fransa’nın Beyrut ve çevresinin işgali ile birlikte hazırlanan Cebel-i Lübnan Nizamnamesi ile bölgenin çok geniş bir özerkliğe sâhip olmasını inceleyeceğiz. Sonraki süreçte önce Mısır’da Kavalalı Mehmed Ali Paşa ile başlayan Hidivlik yönetimini, Süveyş Kanalı’nın inşasını ve İngiltere’nin 1878’de Kıbrıs’ı, 1882 yılında Mısır’ı işgalini ele alacağız. Son olarak da 1. Dünya Savaşı ile birlikte günümüze kadar gelen süreci değerlendirip Türkiye ile ilgili durumdan söz edeceğiz.

*  *  *

Sanayi Devrimi’nin başlaması ve ardından Avrupa’ya yayılması, sömürgecilik ve Avrupa’nın kendi içindeki mücadele ve çatışmalar, Türklerin elindeki Doğu Akdeniz’in de kaderini etkilemiş ve günümüze kadar gelen ve görünen o ki, daha uzun yıllar devam edecek olan çatışma durumunu başlatmıştır.

Günümüzde daha dar bir biçimde İsrail-Filistin çatışması ya da Filistin meselesi olarak görülse de aslında İskenderun körfezinden başlayarak Sina’ya uzanan sahil şeridinin meselesidir. Hatta biraz daha da genişletip Doğu Akdeniz’den Mezopotamya’ya kadar uzandığını söylemek yanlış olmayacaktır. İşte bu nedenledir ki, konuyu doğru bir bakış açısıyla inceleyebilmek için ilk olarak Napoleon’un Mısır seferine odaklanmamız gerekiyor.

1. Napoleon’un Mısır’ı İşgali ve Osmanlı-Fransız Savaşı (1798-1802)

18. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı Devleti, oldukça zayıflamış ve büyük çapta toprak kayıpları yaşamıştı. Ruslarla yürütülen savaşlarda, Ruslar ilk kez Tuna Nehri’ni aşmış, Kırım ve Özi kalesi kaybedilmişti. Doğuda da Zend hanedanı yönetimindeki İran’ın Basra ve Bağdat’a yönelik hareketleriyle uğraşılıyordu.

Bu arada ünlü Fransız devrimi gerçekleşmiş, ardından krallık yönetimi yıkılıp cumhuriyet kurulmuştu. Bu arada da Kral 15. Louis ile Marie-Antoinette’in öldürülmesinden sonraki süreçte, 1792 yılında birçok Avrupa monarşisinin katılımıyla 1. Koalisyon Savaşı başlamıştı. Avrupalı monarşilerin Fransız devrimini ortadan kaldırmasıyla başlamış ve beş buçuk yıl sonunda General Napoleon komutasında Fransa’nın büyük zaferiyle sonuçlanmıştır.

Bu savaş süreci ve sonuçlarına bakıldığında Fransa’nın Akdeniz’i hakimiyeti altına almaya çalıştığı görülmektedir. 18 Ekim 1797 tarihinde Avusturya ile imzalanan Campo Farmio Antlaşması[1] ile bu durum resmîleşmiştir. Avusturya, Belçika ve çevresindeki toprakları Fransa’ya bırakmıştır. Bir yandan da Venedik Cumhuriyeti’nin yıkılıp topraklarının Avusturya ile Fransa arasında paylaşıldığını görüyoruz. Bu paylaşımda da Fransa, Venedik’in Dalmaçya kıyılarındaki toprakları ile Arnavutluk bölgesindeki bazı bölgeleri, limanları ve Korfu ile çevresindeki adaları alıyordu. Ayrıca Malta’yı da ele geçiren Fransa, İtalya üzerinde hkimiyetini güçlendirirken Akdeniz’deki hakimiyetini de doğuya doğru genişletmekte ve Osmanlı Devleti ile hem karadan hem denizden komşu olmaktaydı.

Kaldı ki, o dönemde Osmanlı Devleti’nin Mora valisi, İstanbul’a gönderdiği raporda, Fransızların Mora’daki Rumlar arasında milliyetçilik propagandası yaptığı ve Mora’ya yerleşme amacı güttükleri belirtilmektedir. Bu da bize Napoleon’un adım adım doğuya ilerleyerek bütün Akdeniz’i hakimiyeti altına almayı amaçladığını göstermektedir.

Bu arada İngilizlerin Hindistan stratejisine zarar vermek isteyen ve Mısır üzerinden daha kolay bir biçimde Hint Okyanusu’na ulaşmak isteyen Napoleon, 1 Temmuz 1798 tarihinde İskenderiye Limanı’na girdi. Fransa’nın İskenderiye’ye asker çıkardığı haberini Fransa’nın Kıbrıs konsolosu, Osmanlı Devleti’nin Kıbrıs tahsildarına 10 Temmuz tarihinde resmen bildirdi. Tahsildar da bu haberi hemen İstanbul’a ulaştırdı. Ancak Osmanlı hükûmeti, bu habere inanmadığı gibi 15 Temmuz 1798 tarihinde bu haberlere karşı önlemler içeren ferman bile yayımlamıştır.[2] Ancak 27 Temmuz’da Rodos memurlarından gelen raporlardan dolayı Osmanlı’nın ikna olduğunu görüyoruz ki, aradan geçen 27 günlük süre, çok büyük bir zaman kaybına yol açmıştır. Bu süreçte İskenderiye ele geçirildiği gibi Fransızlar ile 21 Temmuz’da Kahire önlerinde yapılan Piramitler Savaşı adı verilen muharebede, birkaç saat içinde Osmanlı adına savaşan Murat Bey liderliğindeki Memlûkler, Arap savaşçılar ve Osmanlı yeniçerileri çok ağır bir yenilgiye uğratılmış, altı bin civarında kayıp verilmişti. Bu arada Kahire’de yaşanan kargaşa ve paniğin etkisiyle yağma başlamış, 24 Temmuz’da da Fransızlar, Kahire’ye girmiştir. Yani Osmanlı Devleti, Fransızların İskenderiye’ye asker çıkardığına ikna olana kadar İskenderiye ve Kahire işgal edilmiş, binlerce kayıp verilen muharebeler yaşanmıştır. Birkaç gün sonra, 1 Ağustos 1798 tarihinde de İngiliz donanması, Amiral Sir Horatio Nelson komutasında Nil Nehri’nin ağzında yapılan Nil Deniz Savaşı’nda (Ebûkir) Fransız donanmasını bozguna uğratmış ve imha etmiştir[3].

Bu arada Napoleon, yanında sadece ordusunu değil, sayısız bilim adamı ve eseri de getirmiştir. Böylece amacının, basit bir istila hareketi değil, bir yerleşme ve daha ziyade Mısır’ın tarihî zenginliklerini de ele geçirme olduğu anlaşılmaktadır. Kaldı ki, Mısır tarihinin ve uygarlığının anlaşılmasını sağlayan en önemli keşiflerden biri olan Rosetta taşının bulunması da bu dönemde olmuştur. Ayrıca birçok altyapı ve üstyapı çalışmaları yapılmıştır.

Bununla birlikte Osmanlı Devleti, Fransa ile tek başına savaşmaya cesaret edemediği için savaş ilan etmekten kaçınmış, bölgedeki bürokrat ve komutanlara yerel direnişi öğütlemiş, ayrıca Rusya, İngiltere ve bazı Avrupa devletleriyle Fransa’ya karşı ittifak arayışına girişmiştir.

Mısır’ın birçok yerinde, özellikle Mansure, Dimyat ve ardından Kahire’de isyanlar çıkmış, aralarında general ve üst düzey subayların da olduğu çok sayıda Fransız askeri öldürülmüş, ancak isyanlar sertçe bastırılmıştır. Bu arada Osmanlı kuvvetleri de Mısır’ın güneyi ve Filistin yönlerine doğru çekilmişlerdir.

Filistin Harekâtı ve Akka Muharebesi

Tarih boyunca Mısır’a hakim olan her yapı, gücünü Filistin ve Suriye’ye doğru yaymaya, bu bölgelere de hakim olmaya çalışmıştır. Tarihin, bildiğimiz ilk yazılı barış antlaşmasına yol açan Kadeş Savaşı’ndan günümüze kadar hep böyle olmuştur.

Napoleon, Filistin ve Suriye’ye doğru hakimiyetini genişletmek için harekete geçmiş ve 20 Şubat 1799’da El Ariş’i ele geçirmiştir. Sina yarımadasının en kuzeyinde ve Gazze’nin yaklaşık 70 kilometre güneybatısında bulunan şehri ele geçirerek Filistin’in kapısı açılmıştır. 24 Şubat’ta Gazze’nin hemen yanındaki Han Yunus, 25 Şubat’ta da Gazze ele geçirilmiştir. Bu sırada yaşanan muharebelerin ardından geri çekilen Osmanlı askerleri de Akka kalesinde bulunan Cezzâr Ahmet Paşa’nın kuvvetlerine katılıyordu. 3 Mart günü, bugün Tel Aviv’in bir bölgesi olan Yafa’ya gelen Napoleon, dört günlük bir kuşatmanın ardından 7 Mart’ta şehri ele geçirdi ve ilerlemeye devam etti.

Tek başına Fransa’ya karşı hareket etmekte zorlanacağını düşünen Osmanlı Devleti, ittifak görüşmelerinin olumlu geçmesiyle birlikte 2 Eylül 1898’de Fransa’ya savaş ilan etmiş ve çok sayıda Nizâm-ı Cedîd askerini, Akka’ya Cezzâr Ahmet Paşa’nın komutasına göndermişti. Bu arada Cezzâr Ahmet Paşa, uzun süredir görev yaptığı bu bölgeyi, yeniden inşa ve imar etmişti. Mısır ve Filistin bölgesinden geri çekilen askerlerin de katılımıyla elindeki kuvvet artmıştı.

Bu arada 19 Mart’ta Akka önlerine gelen Napoleon, şehri kuşatmaya almış ve sürekli top atışlarıyla kaleyi ve içindeki binaları yıkmaya çalışmıştır. Ayrıca sık sık lağımlar açılarak da surları yıkmaya çalışmışlardır. Bir yandan Cezzâr Ahmet Paşa’nın kuvvetlerinin direnişi ve sık sık baskınları, bir yandan Memlûk süvarilerinin çete savaşı, bir yandan da İngiliz donanmasının ateş gücü ve zaman zaman karaya çıkarma yaparak verdikleri büyük zarar karşısında 20 Mayıs 1799’da geri çekilmek zorunda kalmıştır.[4]

Böylece 1 Temmuz 1798’den 20 Mayıs 1799’a kadar Mısır ve Filistin’in neredeyse tamamını ele geçiren Napoleon, Mısır’a doğru geri çekilmeye başlamış ve yolda da Cezzâr Ahmet Paşa’nın kuvvetleri ile bölgedeki Arap kabilelerin saldırılarıyla büyük kayıplar vermiştir.

Sonraki süreçte Napoleon, Mısır’a çekilmiştir. Osmanlı Devleti de İngilizlerin desteğiyle İskenderiye’nin hemen kuzeydoğusundaki Ebûkir’e çıkarma yapmış, ancak Fransızlar bu muharebeyi kazanmıştır. Sonraki süreçte Napoleon, Fransa’ya geri dönmek zorunda kalmış, ardından da Mısır’ı boşaltmak için görüşmeler yapılmaya başlanmıştır. İlk olarak yapılan El-Ariş Sözleşmesi’ni İngiltere’nin reddetmesi üzerine görüşmeler devam etmiş, Fransa, Mısır’ı boşaltmış ve Napoleon’un Osmanlı padişahı 3. Selim’den ricası üzerine 25 Haziran 1802’de Paris Barış Antlaşması[5] imzalanarak kapitülasyonlar yeniden yürürlüğe kolmuş ve savaş durumu sona ermiştir.

 2. Cebel-i Lübnan Olayları ve Cebel-i Lübnan Vilâyet Nizamnamesi

Lübnan yaklaşık 170 kilometre uzunluğundaki Lübnan Dağları ile Anti Lübnan Dağları çevresinde oluşan bir bölgedir ve İskenderun’dan Gazze Şeridi’ne kadar uzanan sahil hattının ortasında yer alır. Tarih boyunca coğrafi olarak Filistin bölgesi ile bütünlük arz ettiği gibi, stratejik olarak çok daha düz olan Şam bölgesini de kontrol etmek ya da etki altına almak için önemli bir bölgedir.

Bölgenin dağlık olmasından ötürü tarih boyunca çok farklı etnik ve dinî grupların bir arada yaşadığı bir yer olmuştur. Hristiyan Maruniler (Arap), Dürziler (Arap), Sünni ve Şii Müslüman Araplar, Müslüman Türkler, gerek Ortodoks, gerek Katolik Rumlar ve bir miktar Ermeni’den oluşan nüfus yapısı, dağlık yapıdan ötürü kontrolün ve devlet otoritesinin zor sağlandığı bir bölgeydi. Bu yüzden de özellikle Dürzi emirleri bir anlamda özerk bir şekilde hareket edebiliyordu.

Osmanlı Devleti de bu bölgeyi daha kolay yönetmek için etkin olan aileler üzerinden hareket ediyor. Zaman zaman ise fazla güçlendiği düşünülen ailelere karşı, rakipleri olan aileleri destekleyerek işleri yürütmeye çalışıyordu. Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlı’ya bağlanan topraklarda ilk olarak Dürzi emirlerinden Ma’noğulları’na yetki verilmişti. Bu aileden gelen, 1572-1635 arasında yaşayan Emir Fahreddin döneminde ise fazla güçlenmesi, zaman içinde Osmanlı’ya karşı Avrupalı devletlerle ittifak kurması, Papa ile görüşmesi, Hristiyan Marunilerle iş birliği yapması ve bu şekilde sık sık isyan ederek bağımsız bir Lübnan devleti peşinde koşmasının sonucunda 13 Nisan 1635’te idam edildi[6]. Sonraki süreçte aile, Osmanlı ile anlaşmayı başarsa da son olarak 1697’de emirlik hakkı, Emir Fahreddin soyundan alındı ve Maruni Şihab ailesine verildi[7]. Böylece Hristiyan Maruniler sürekli güçlenirken bir yandan da Avrupa desteğini almış oldular. Öyle ki, Osmanlı Devleti’nin Orta Doğu topraklarında Avrupa etkisi altına girdiği ilk bölge Lübnan olmuş oldu dersek yanlış olmayacaktır.

19. yüzyıla gelindiğinde Mısır’da yaşanan gelişmelerin Lübnan’ı doğrudan etkilediğini görüyoruz. Önce Fransız ordusunun Akka’da durdurulması, sonraki süreçte Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve oğullarının Osmanlı Devleti’ne karşı kazandığı zaferler, bölgede yeni bir anlayışın doğmasına yol açtı. Bölgenin yönetimini eline alan İbrahim Paşa, hemen reform sürecini başlatarak gruplar arasında eşitliğe yakın bir anlayışı uygulamaya geçirdi, böylece etkili bir vergi reformunu uygulamaya başladı[8].

Tanzimat Fermanı’nın ilanı ve uygulanmasıyla birlikte Hristiyan Marunilerle birlikte Dürziler de çeşitli ayrıcalıklar talep etmeye başladı. Bu arada daha güçlü konumdaki Maruniler, ellerindeki bölgeleri büyütmek, Dürzilerin bazı topraklarını ele geçirmek için harekete geçti ve etki alanlarını büyüttüler. Bu durum, 1841 yılında taraflar arasındaki çatışmaları beraberinde getirdi ve bunlar zorlukla bastırılabildi. Buna karşı Osmanlı Devleti, bölgeyi merkeze bağlamaya ve böylece Marunilerin gücünü azaltıp Avrupa etkisini kırmaya çalışarak bölgenin Şihab ailesi liderliğindeki özerk yapısına son verdi ve Bosna kökenli Ömer Lutfi Paşa emir olarak bölgeye gönderildi. Ancak İngiltere ve özellikle Fransa’nın tepkisi üzerine ertesi yıl eski statüye geri dönüldü ve Ömer Lutfi Paşa, emirlikten alındı[9].

Sonraki süreçte Osmanlı Devleti, iki grubun eşitlenerek iki ayrı kaymakamlıkla yönetilmesini denemiş, bu durum yine işe yaramamıştır. Mayıs 1845’te Dürziler’in saldırıya geçmesi ve birçok kiliseyi yakarak bir Katolik papazı öldürmeleri üzerine iş daha da karışmıştır. Marunilerin Katolik olmalarından ötürü Fransız etkisinde olmaları ve buna karşılık İngilizlerin de çıkarları açısından Dürzileri desteklemesiyle birlikte Osmanlı Devleti’nin çabaları ve müdahaleleri pek işe yaramamıştır.

Bu süreçte Dürzi topraklarında yaşayan Maruni köylülerin de toprak sahipleriyle yaşadığı sorunlar günden güne büyürken Tanyus Şahin adlı bir Maruni köylü liderinin başlattığı Kisrevan Köylü İsyanı[10] ve ardından kurdukları cumhuriyet tipindeki yönetim de bölgedeki gerginliği arttıran olaylardı.

Bölgede bunlar yaşanırken Balkanlar’da ve özellikle Karadağ bölgesinde yaşananlardan dolayı Osmanlı Devleti, dikkatini Balkanlar’a çekmek zorunda kaldığı gibi Lübnan’daki kuvvetlerinin de bir kısmını çekmesiyle birlikte yaşanan çatışma süreci daha da büyümüştür.

1860 yılının nisan ayında Dürzi ve Maruni iki gencin sokak kavgasının büyümesiyle tarafların çatışması başlamış ve Dürziler ağır kayıplar vermiştir. Yaşananların ardından Halep ve birçok yerde camilere Hristiyanlarla ilgili bilgiler asılmış, mayıs ayı içinde de olayların şiddeti artmıştır[11]. Bu arada Osmanlı Devleti de Vali Hurşit Paşa eliyle tarafları sakinleştirerek olayları engellemeye çalışırken Sur kentinin Rum Ortodoks başpiskoposunun bölgedeki Hristiyanları savaşa çağıran mektubunun Dürzilerin eline geçmesiyle, tamamen savaş durumuna geçilmiştir.

1860-61 İsyanı, Avrupa Müdahalesi ve Cebel-i Lübnan Nizamnamesi

Maruni-Dürzi çatışması, 1860 yılının haziran ayından itibaren savaş boyutunu almıştır. 3 Haziran’da Lübnan’ın güney kesimlerindeki Hasbaya’yı Dürziler kuşatmış, yüzlerce Dürzi ve Maruni arasında sert çatışmalar yaşanmıştır. Ertesi gün yaklaşık 1500 kişiden oluşan Dürzi gücü Raşaya’ya saldırmıştır. Bu arada Osmanlı Devleti, Şam Valisi Ahmet Paşa eliyle müdahale etmeye, Hristiyanları bölgeden çıkarmaya ve kurtarmaya çalışmış, ancak Dürziler büyük çapta saldırılarını sürdürmüşlerdir. Ayın sonuna doğru ise bütün Bekaa Vadisi, Dürzilerin eline geçmişti[12].

9 Temmuz gününe gelindiğinde ise diğer Araplar da işin içine karışmış ve Lübnan boyunca birçok Hristiyan mahallesi basılmış, büyük katliamlar gerçekleştirilmişti. Ayrıca olaylar, Müslüman ve Hristiyanların birlikte yaşadığı Şam ve diğer birçok şehre de sıçramış, ölen Hristiyanların sayısı binlere ulaşmıştır. Sonraki süreçte kuzeye doğru ilerlemeye çalışan Dürziler, Vali Hurşit Paşa’nın çabaları sonucunda sâakinleşmiş ve çatışmalar durmuştur.

Osmanlı Devleti, İstanbul’dan bölgeye Fuad Paşa’nın gönderilmesini kararlaştırmış ve Fuad Paşa hızla yola çıkarılmıştır. 18 Temmuz’da Beyrut’a vardıktan sonra hızla duruma hakim olmuştur. Bu arada ihmali ya da suçu görülenler incelenmiş ve gerekli işlemler yapılmıştır. Halep gibi şehirlere de olayların yayılmaması için askerî tedbirler alınmıştır. Ağustos ayının sonuna doğru tutuklananların sayısı bini bulmuş, yüz altmış yedisi idam edilmiştir[13].

Durumun kontrol edilemez hale gelmesiyle birlikte Fransa, bu durumu fırsata çevirmiş ve Beyrut konsolosluğundaki askerlerinin yetmeyeceğini öne sürerek bölgeye asker göndermek istemiştir. İngiltere, bu talebe karşı önce isteksiz olsa da bölgeyi Fransa ve Rusya’ya kaptırmak istemediği için dahil olmuş ve kabul etmiştir. Ardından Prusya ve Avusturya’nın da dahil olmasıyla, bir “Avrupa Kuvveti” oluşturulmasına karar verilmiştir. Yaklaşık 12 bin askerden oluşacak bu kuvvetin yarısını Fransa karşılayacaktı.

Bu sürecin sonunda Osmanlı Devleti, Fransa, İngiltere, Rusya, Avusturya, Prusya ve İtalya’nın katılımıyla düzenlenen uluslararası konferans ile birlikte “Cebel-i Lübnan Vilayet Nizamnamesi” hazırlandı.

Nizamnamenin birinci maddesinde bölgenin doğrudan Osmanlı’ya bağlı bir Hristiyan mutasarrıf tarafından yönetileceği belirtilmektedir. Bununla birlikte bölgede on iki temsilciden oluşan bir İdare Meclisi oluşturulacak, vergilerin belirlenmesinde, ekonominin denetlenmesinde bunlar yetkili olacaktı. Ayrıca bölge, yedi kazaya bölünecek ve başında nüfusa göre birer görevli olacak, hukuk işlerinde mezhep ve dinlere göre hareket edilecekti[14].

Buna göre Lübnan, çok geniş bir özerkliğe sahip olurken Osmanlı hakimiyeti sadece kâğıt üzerinde kalmıştır. Kendi hükûmetine, kendi düzenine, kendi silahlı gücüne, kendi hukuk düzenine sahip olan bölge, âdeta Osmanlı’nın elinden çıkmıştır.

3. Kavalalı Mehmed Ali Paşa’dan İngiliz İşgaline, Mısır’da Osmanlı Yönetiminin Sonu

Fransa’nın Napoleon liderliğinde Mısır’ı işgali, Osmanlı’nın otoritesine çok büyük darbe vurmuştu. Fransızlar çekildikten sonra bile Osmanlı Devleti, otorite kurmakta zorlanmıştır. İşte, böyle bir ortamda 1805 yılında Mısır valisi yapılan Kavalalı Mehmed Ali Paşa, bölgenin bütün yapısını değiştirmiş ve gelişen süreç içerisinde kendi hanedanını kurmayı başarmıştır.

Derhâl modern bir ordu kurma çabasına girmiş, 1807 yılında İskenderiye’ye asker çıkarıp İngilizlerle Osmanlı adına savaşarak İngiltere’yi yenilgiye uğratmıştır. Ardından da 13 Mart 1811’de Mısır’daki güçlerini hâlâ koruyan Memlûkleri yok ederek Mısır’ın tek hakimi olmayı başarmıştır[15].

Sonraki süreçte Arabistan’daki Vehhâbî isyanını bastırmak üzere oğlu Tosun Paşa’yı göndermiş, Mekke ile Medine’yi geri alıp Vehhâbîlerin ezilmesini sağlamış, bununla birlikte Hicaz ve Habeş bölgelerini kendi kontrolüne almış,, sonradan Sudan’ı da ele geçirerek hükmettiği bölgeleri büyük ölçüde genişletmiştir. Bununla birlikte Avrupa’dan eğitmenler getirerek bir yandan sanayi, bir yandan da altyapı ve üstyapı çalışmalarına önem vermiş, kurduğu modern ordusunu ve donanmasını güçlendirmiştir.

Yunan isyanı sırasında Osmanlı padişahı Sultan 2. Mahmud’un isteğiyle, Mora ve Girit valiliklerini alma karşılığında, donanması ve ordusuyla isyana müdahale etti. Ancak Navarin’de Osmanlı ve Mısır donanmaları, Avrupa güçleri tarafından yakılınca, başarılı olma umudu ortadan kalktı ve İngilizlerle anlaşarak kuvvetlerini geri çekti[16].

Gerek bu olay, gerek başlayan Osmanlı-Rus Savaşı’na katılmayı reddetmesi üzerine padişah ile ipler kopmuştur. Sultan 2. Mahmud’un Mısır’da yeniden Osmanlı otoritesini kurmak ve Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın gücünü kırmak için harekete geçmesi üzerine fırsat aramaya başlamış ve ayaklanmıştır.

Oğlu İbrahim Paşa komutasındaki ordusunu Suriye üzerine göndermiş ve bu süreçte Filistin, Lübnan ve Suriye’yi ele geçirmiştir. Osmanlı Devleti ile arka arkaya yaptığı savaşları kazanarak Konya’ya gelen İbrahim Paşa’nın önüne İstanbul yolu açılınca, Osmanlı Devleti, bir valisini durdurmak için Avrupalı devletlerden yardım istemiştir. Bu süreçten en çok rahatsız devlet olan Rusya, hemen karşılık vermiş ve iki devlet arasında Hünkâr İskelesi Antlaşması yapılmıştır. Böylece Rus donanması Boğaziçi’ne girerken Ruslar, Beykoz çayırına asker çıkarmıştır.

Rusya’nın etkinliğinin artması üzerine İngiltere devreye girmiş ve Osmanlı Devleti ile Mısır arasında Kütahya Antlaşması yapılmış, ancak iki taraf da tatmin olmadığı için sorun çözülememiştir. Bunun üzerine iki ordu, Gaziantep’in Nizip ilçesi yakınlarında bir kez daha savaşmış, yine Mısır kuvvetleri kazanmıştır. Bunun üzerine tekrar Avrupalı devletler araya girerek Londra Antlaşması imzalanmıştır. Böylece Suriye ve Hicaz bölgeleri Osmanlı’da kalırken Mısır ve Filistin bölgeleri Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın elinde kalacak, bu bölgelerin valiliği de Mehmed Ali Paşa’nın çocuklarına verasetle geçecekti.

Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Suriye, Hicaz, Adana, Girit gibi bölgeleri kaybederken çok önemli bir kazanım elde ediyordu. Resmî olarak kendi hanedanını kurmuş oluyordu. Böylece önce vali, ardından hıdiv, sultan ve kral olarak 1805’ten 1953’e kadar Mısır’ın başında kalmayı başardılar.

Süveyş Kanalı’nın Açılması

Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın başlattığı altyapı ve üstyapı çalışmalarını oğulları ve torunları da sürdürmüştü. Torunu İsmail Paşa, Süveyş Kanalı’nın yapımı için harekete geçti. Bu kanal projesi, daha önceki dönemlerde de gündeme gelmiş, Osmanlı sadrazamı Sokullu Mehmed Paşa denemiş, başaramamış; işgal döneminde Napoleon da denemiş ama başaramamıştı. Ancak İsmail Paşa ısrarcı tutumuyla, İngiltere’nin karşı çıkmasına rağmen başarılı olmuştur.

Mısır yönetimine çok pahalıya mal olan kanal inşaatı için İsmail Paşa, çok ağır ekonomik yükümlülükler altına girmişti. Bu şekilde 15 Ağustos 1869’da tamamlanan kanal, 17 Kasım’da açıldı. Açılışa ise aralarında imparatorlar, veliaht prensler, amiraller ve büyükelçilerin olduğu çok sayıda üst düzey Avrupalı geldi[17].

Kanalın açılmasıyla birlikte İngiltere, kanalın açılmasına karşı olan tavrını bir kenara bıraktı. İngilizler, bu kanalın Fransızlar eliyle açılmasının Hindistan sömürge yolunu tehlikeye atacağını düşünüyorlardı. Mısır valisi İsmail Paşa da bu kanalın, hanedanın Osmanlı’dan kopuşunu hızlandıracağını, Mısır’ı bağımsız bir devlete dönüştüreceğini ve zenginleştireceğini düşünüyordu. Sonuç ne İngilizlerin ne İsmail Paşa’nın düşündüğü gibi oldu. İngilizler, bu yolu en çok kullanan millet olurken kanalı Fransızlara kaptırmadılar ve güçlerini arttırdılar. İsmail Paşa ise bu süreçte girdiği borç yüküyle birlikte ekonomik olarak çöküş dönemine girdi.

Öyle ki, 1876’da İsmail Paşa, borçlarını ödeyemeyeceğini açıklayarak iflas etti. Avrupalı devletlerin borçlarını tahsil etmek için istedikleri şartları kabul etmeye yanaşmayınca da onların baskısıyla Osmanlı padişahı Sultan 2. Abdülhamid tarafından 1879’da görevinden alındı ve yerine oğlu Tevfîk Paşa geçti.

Bu arada Urâbî Paşa’nın Avrupa karşıtı tavırları da İngilizleri Mısır’a yöneltmeye bahane olmaya başlamıştı. İngiltere, Hindistan sömürgelerine giden kısa yolu kontrol altında tutmak ve bu bölgede kendisinden başka bir gücün etkin olmasını engellemek istiyordu. Bu süreçte Urâbî Paşa başta olmak üzere muhalefetin tepkisine karşı Tevfik Paşa’nın İngilizlerden yardım istemesi üzerine, İngiliz donanması İskenderiye’yi topa tuttu ve asker çıkarttı. Ardından da Urâbî Paşa ve emrindeki birliklerin direnişini bozguna uğratarak bütün Mısır’ı işgal ettiler. Böylece Osmanlı Devleti’nin dağılması ve bütün Orta Doğu’nun şeklinin değişmesine neden olacak süreç başladı.

4. Birinci Düna Savaşı ve Osmanlı Hâkimiyetinin Sonu

Osmanlı Devleti, İngiltere’nin Mısır’ı işgalini hiçbir zaman tanımadı. Ancak askerî olarak yapabileceği hiçbir şey olmadığı için ancak diplomatik yollardan ilerlemeye çalıştı ve sonuç alamadı.

Avrupa’da Temmuz krizinin başlaması, daha önceden oluşan blokların keskinleşerek her an bir kıvılcımı bekler hale gelinmesiyle birlikte Osmanlı Devleti’nin Mısır üzerindeki planları şekillenmeye başladı. Avrupa Savaşı’nın resmen başlaması, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yönetiminde bulunan Osmanlı Devleti’nin giriştiği  çabaların sonunda Almanya ile ittifak yapmasının ardından Mısır’a yönelik bir saldırı da gündeme geldi.

Osmanlı Devleti’nin Karadeniz harekâtı ile savaşa girmesi, peşinden Kafkas harekâtı ve Çanakkale cephesi ile birlikte Süveyş Kanalı’na yönelik saldırı başladı. Bu saldırının temel amacı, İngilizlerin hem Osmanlı üzerine hem Almanya üzerine Hindistan üzerinden kuvvet kaydırmasını engellemekti. Böylece İngiltere’nin en önemli nüfus kaynağına darbe vurulmuş olunacaktı. Bu amaçla 28 Ocak 1915 tarihinde ilk Osmanlı saldırısı başladı. Sina yarımadasını ele geçiren Türk kuvvetleri, bir miktar askeri kanalın öteki tarafına geçirse de ilk harekât, 3 Şubat’ta kesin İngiliz zaferiyle sonuçlandı ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa, kuvvetlerin Gazze hattına çekilmesini emretti.

Yaklaşık bir yıl sonra Süveyş Kanalı’nın doğusunda bulunan Katya’daki İngiliz birliklerine karşı 23 Nisan 1916 tarihinde Türk taarruzu gerçekleşti ve İngilizler çok ağır bir yenilgiye uğradılar. Ancak 5 Ağustos’a kadar birçok muharebede yaşanan yenilgilerden ötürü Osmanlı ordusu, El-Ariş hattına çekilmek zorunda kaldı.

İngilizlerin karşı taarruzu da Gazze’de durduruldu. Üç Gazze muharebesinden ilki 26 Mart 1917 tarihinde gerçekleşti ve Türk zaferiyle sonuçlandı. Ordu komutanı olan Cemal Paşa, hatıratında “Gazze bu hücumlara Türk ve Arab efrâdından mürekkeb olan Gazze müdâfîlerinin kahramânlığı sâyesinde yirmi dört sa’ât müddetle mukâvemet etdi”[18] demektedir. Ardından 17-19 Nisan 1917 tarihlerinde gerçekleştirilen İkinci Gazze Muharebesi de Türk zaferiyle sonuçlanmıştır. Ancak insan ve silah kaynaklarını güçlendiren İngiliz ordusunun 31 Ekim’de başlayan ve 7 Kasım’da sona eren üçüncü saldırısı, İngiliz zaferiyle sonuçlanmış ve Türk ordusu kuzeye doğru çekilmeye başlamıştır.

İngiliz ilerlemesi Kudüs yönüne doğru olmuş ve yaklaşık bir ay sonra, 9 Aralık’ta Kudüs ele geçirilmiştir. Ancak İngilizler, bu noktada durmayı tercih etmiş, Osmanlı ordusu da yerini korumayı seçmiştir. Bu arada Arap isyanı da başlamış bulunuyordu. Dolayısıyla burada Şerif Hüseyin’in liderliğinde başlayan ve büyük bir Arap imparatorluğu kurma amacını taşıyan isyanın etkisini de ortaya koymamız gerekir. Trablusgarp’ta Nuri Paşa’nın kurmay başkanlığını yapacak kadar Osmanlı ordusuna hizmet etmiş olan, 1916 yılında yaralanıp İngilizlere esir düştükten sonra Arap isyanına katılan Cafer el Askerî, anılarının Filistin cephesi ile ilgili kısmına şöyle başlamaktadır[19]:

“Filistin cephesinde bulunan İngiliz ordusunun 16 Eylül 1918’de saldırması planlanmıştı. Arap ordusu ise bu tarihten birkaç gün önce demiryolunu kesmek, Osmanlı ordusunun savaş planlarını boşa çıkarmak ve düşman kuvvetlerinden mümkün olduğunca çok sayıda askeri üzerimize çekmek için harekete geçecekti.”

Bölgenin Araplardan sonraki aktörü olan Yahudiler de İngilizler için ayrıca önemli olmuştur. Bir yandan vaat edilmiş topraklara hakim olmak isteyen Sionizm’in etkisi, bir yandan da İngiliz istihbaratı ile çalışan Yahudi örgütler oldukça önemlidir. Bu örgütler içinde özellikle Nili örgütü[20] öne çıkmaktadır. Aaron Aaronsohn tarafından 1. Dünya Savaşı yıllarında kurulan örgüt, özellikle Filistin cephesinde, Osmanlı’ya karşı önemli istihbaratların aktarılmasını sağlamıştır. Osmanlı ordusunun cephe hattının kırıldığı ve geri çekilmek zorunda kaldığımız Nablus muharebesinde General Allenby, Nili örgütünün verdiği istihbaratlardan büyük ölçüde faydalanmıştır.

Osmanlı ordusunun çöküşüyle birlikte Yıldırım Orduları Komutanı Mustafa Kemal Paşa’nın ricat kararı ile birlikte kuzeye doğru çekilme başlamış ve Kilis güneyindeki Katma’da bir hat kurularak İngilizler burada durdurulmuştur.

Osmanlı yönetiminin çökmesiyle ve hatta işgal sürecinin Anadolu içlerine kadar başlamasıyla birlikte, isyanın lideri Şerif Hüseyin, Hicaz Kralı olmuş, oğullarından biri, Fransız mandasında Suriye kralı olmuştu. Ancak Fransızların Şam’ı işgali ile birlikte ayrılmak zorunda kalmış, bu sefer de İngilizlerin güdümünde Irak kralı olmuştu. 1925’te Suudilerin Hicaz Krallığı’nı yıkmaları üzerine Şerif Hüseyin, Ürdün’e gitmiştir. Günümüzde Ürdün, hâlâ Şerif Hüseyin hanedanının yönetimi altındadır.

1948 yılında İsrail devleti kurulmuş ve kurulmasıyla birlikte de İsrail-Arap savaşları başlamıştır.

Sonuç

Tarihin her döneminde çok önemli bir bölge olan Filistin ve çevresi, yaklaşık 225 yıldır Avrupalı büyük güçlerin ele geçirmeye çalıştığı ve devamlı olarak mücadele alanı olan bir bölgedir. Günümüzde de İsrail-Filistin mücadelesi ve savaşı üzerinden şekillenmektedir.

İsrail, kurulduğu 1948 yılından itibaren sürekli olarak Arap-İsrail savaşlarının merkezi olmuşken sonraki süreçte Filistinli örgütlerin mücadele alanına dönüşmüştür. Bu savaşların ve çatışmaların büyük çoğunluğundan ezici zaferlerle ayrılan İsrail, süreç içinde Filistinli Araplara karşı bir etnik temizliği de uygulamaya koymuştur.

Bununla birlikte 1993 yılında İsrail ile Filistin Kurtuluş Örgütü arasında imzalanan Oslo Antlaşması ile bir barış süreci başlamıştır. Ancak İsrail’in sertlik yanlısı tutumunun devam etmesi, Filistin devletini kabul etmemesi gibi nedenlerden ötürü süreç içinde FKÖ zayıflamış ve sertlik yanlısı olan Hamas güçlenmiştir. Bu da günümüze kadar gelen savaş sürecinin temelini oluşturmuştur.

Filistin, coğrafi olarak derinliği olmayan bir bölgedir. Tel Aviv bölgesinde deniz kıyısı ile Şeria Nehri arasındaki bölge, 75 kilometredir. Bu ise bir bölge için oldukça zayıf bir noktadır. Bununla birlikte İsrail sınırlarından söz edecek olursak, Şefayim bölgesinde derinlik, 13 kilometreye kadar düşmektedir. Bu yüzden de İsrail için Filistin devletinin varlığı bir sorundur. İsrail, aslında Filistin toprağı olan Batı Şeria bölgesini elinde tutmak ve böylece daha rahat hareket etmek istemektedir. Bunun yanında Gazze Şeridi üzerinden Filistin’in Akdeniz’deki deniz bölgesinde hak sahibi olduğu doğal kaynakların ele geçirilmesi de cabasıdır.

Ekim 2023’te başlayan savaş ortamı, artık soykırıma dönüşmüş durumda. Dolayısıyla böyle bir ortamda siyasi tarafsızlık mümkün değildir. Her türlü insan haklarının, dünyanın gözü önünde ortadan kaldırılması, bize barış, demokrasi ve insan hakları gibi kavramların maalesef uyuşturucu konumunda olduğunu göstermektedir. Ancak siyasi olarak tarafsız olunamayacağı gibi, askerî olarak da taraf olmak mümkün değildir.

Modern dünya açısından 225 yıldır savaş alanı olan bu bölgede savaşın sürmesi ve yayılması çok büyük bir felaket olacaktır. İsrail ve bazı Batılı güçler, her ne kadar “Medeniyetler Savaşı” görünümü vermeye çalışsa da bu bölgenin böyle büyük bir savaşı kaldırma durumu yoktur. Rusya-Ukrayna Savaşı ile Avrupa’ya yönelik kuzey gaz yolu kapanmışken Avrupa’nın da bu savaşı kaldırma şansı yoktur.

Türkiye ise bu bölgede etkin olmak zorundadır. Ancak bu etkinlik, insani ve dinî nedenler gibi soyut kavramlar yerine Türkiye’nin güvenliği ve çıkarı gibi somut nedenlere dayanmalıdır. İran’ın hakimiyetini yayma stratejisi ile Filistinli örgütleri yönetme çabası sona erdirilmelidir. Çünkü İran için bölge barışı değil, savaşı önemlidir. Böylece hem bölgede aktif olmakta hem de çatışma alanını kendi sınırlarının uzağında tutmaktadır.

Bununla birlikte, Filistin’in Doğu Akdeniz’in doğu kıyılarının kalbinde olduğunu, Doğu Akdeniz’in en büyük kıyısına Türkiye’nin sahip olduğunu ve Kıbrıs’ın da bu alana sadece 250-300 kilometrelik bir mesafede olduğunu unutmamak gerekir. Bu yüzden de Türkiye, savaşa her açıdan en üst seviyede hazırlıklı olmalı ve büyük bir dikkat ve ciddiyetle hareket etmelidir. Siyasi açıdan Filistin halkının yanında yer almalı ama asla askerî bir yükümlülüğün altına girmemelidir.

Dolayısıyla yapılması gereken, iki devletli bir barış antlaşmasıdır. Ancak yukarıda da belirttiğim gibi, buna en başta bölgenin coğrafyası engeldir. Bu yüzden de İsrail, savaşçı ve yayılmacı politikaları bir kenara bırakmalı ve bölge halklarıyla barışa dayanan bir ortaklık üzerine odaklanmalıdır. Çünkü İsrail saldırıları sürdüğü sürece, Filistinli örgütler de gerilla tipi saldırılarını sürdürecek ve onlarca yıldır süren savaş ve yıkım devam edecektir.


[1]     Traité de Campoformio (1797), https://www.larousse.fr/encyclopedie/divers/trait%C3%A9_de_Campoformio/111037 (Erişim târihi: 24.01.2024)

[2]     Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Osmanlı Devri, 1798-1802 Osmanlı Fransız Harbi (Napolyon’un Mısır Seferi), III ncü Cilt 5 nci Kısım Eki, s.39, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1987.

[3]     Mark, Harrison W. (çev. Karaben, Nizamettin), Nil Savaşı, https://www.worldhistory.org/trans/tr/2-2244/nil-savas/ (Erişim tarihi: 24.01.2024)

[4]     T.C. Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı, Türk Zaferleri Serisi, No: 2, Türk Zaferleri, 1. 1799-1802 Osmanlı-Fransız Harbinde Akka Kalesi Savunması, 2. 1853-1856 Osmanlı-Rus Kırım Harbi Kafkas Cephesi, s.25, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1981.

[5]     Süslü, Azmi, “Osmanlı-Fransız Diplomatik İlişkileri, 1798-1807”, Belleten Dergisi, c.47, s.185, ss.265-266, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ocak 1983, Ankara.

[6]     Emecen, Feridun, “Ma’noğlu Fahreddin”, Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/fahreddin-manoglu (Erişim tarihi: 24 Ocak 2024).

[7]     Gümüşsoy, Emine, “1860-1861 Cebel-i Lübnan İsyanı ve Osmanlı Devleti”, Askerî Tarih Araştırmaları Dergisi, y.6, s.12, ss.67, Ağustos 2008, Genelkurmay Basımevi, Ankara.

[8]     Hofman, Yıtzhak (çev. Kutluoğlu, M. Hanefi), “Mısır Yönetimi Altında Suriye ve Filistin’in İdaresi (1831-1840)”, İlmî Araştırmalar Dergisi, Dil, Edebiyat, Tarih İncelemeleri, y.2001, s.12, İstanbul.

[9]     Saydam, Abdullah, “Ömer Lutfi Paşa,” Türkiye Diyânet Vakfı İslam Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/omer-lutfi-pasa (Erişim tarihi: 24.01.2024).

[10]   Aytekin, E. Attila, “Kapitalistleşme ve Merkezileşme Kavşağında”, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat, s.50, Yordam Kitap, 1. Baskı, İstanbul, Kasım 2015.

[11]   Yetiş Doğan, Esma Gül, “1860-61 Suriye Olayları, Tazminat ve Şam Sergileri”, Belleten, c.87, s.310, ss.967, Türk Tarih Kurumu, Yayınları, Aralık 2023, Ankara.

[12]   Gümüşsoy, Emine, a.g.e., s.70.

[13]   Gümüşsoy, Emine, a.g.e., s.75.

[14]   Reyhan, Cenk, “Cebel-i Lübnan Vilâyet Nizamnamesi”, Memleket Siyaset Yönetim Dergisi, c.1, s.1, ss.175-184, 2006.

[15]   Altundağ, Şinasi, “Kavalalı Mehmed Ali Paşa Hakkında Kısa Bir Etüd”, https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/43458/14499.pdf?sequence=1 (Erişim tarihi: 24 Ocak 2024).

[16]   Kocaoğlu, Mehmet, “Kavalalı Mehmet Ali Paşa”, OTAM Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, y.1995, s.6, ss.197, 1995.

[17]   Akalın, Durmuş, Süveyş Kanalı (Açılışı ve Osmanlı Devleti’ne Etkisi 1854-1882), s.193, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi Tarih Anabilim Dalı Yakınçağ Tarihi Bilim Dalı, Temmuz 2011, Denizli.

[18]   Cemâl Paşa, Hâtırât, 1913-1922, s.142, Dersa’âdet, 1922 https://acikerisim.tbmm.gov.tr/xmlui/bitstream/handle/11543/1557/197603514.pdf?sequence=1&isAllowed=y  (Erişim tarihi: 24.01.2024).

[19]   El-Askerî, Cafer, İsyancı Arap Ordusunda Bir Harbiyeli, s. 143, Klasik Yayınları, 1. Baskı, Ekim 2008, İstanbul.

[20]   Bozkurt, Celil, İmparatorluğu Yıkan Örgüt, Nili, Ötüken Neşriyat, 2. Baskı, İstanbul, 2021.

Yorum bırakın