Edebiyatta İzlenimcilik

MELİSSA AYKUL
FREIE ÜNİVERSİTESİ FİZİK BÖLÜMÜ’NDE ÖĞRENCİDİR.

Bu yazıyı yazan bir uçak sevdalısı. Size, inişe geçmiş bir uçağın modelini oturduğu yerden söyleyebilir. Öyle ki ölümüne savunacak kadar en sevdiği modele sahip çıkar, arkadaş ortamlarında onu yalnız bırakmaz. Devasa makinelere duyduğu bu heyecan Almanya’ya taşınmasıyla trenlere de bulaştı ve kendini S-bahn hatlarının tarihi üzerine araştırma yaparken buldu. Fakat bugün konumuz bu değil. Gelecekten fırlatıldığım bu tren koltuğunda, Hamburg’dan Berlin’e yol alırken aklımda bu sabah Hamburg Sanat Müzesi’nde eserlerini gördüğüm bilumum izlenimci ressam; duyguları taşımaktan bitap düşmüş ve yerini dışavurumculuğa bırakacak olan bu akımın edebiyattaki etkilerini anlatmak istiyorum; ama önce kendisi de bir izlenimci olan Gabriel Faure’den Pavane’i açalım ki içeriye süzülen staccatolar el ele tutuşup legatoyla bize duyguları taşısın.

İzlenimcilik ilk olarak 19. yüzyılda, Fransa’da resim akımı olarak ortaya çıkar. Atölyede resim yapmak yerine doğanın kendilerinde bıraktığı izlenimi ışık oyunlarıyla tasvir eden ressamlar tarafından yaratılır. Eserin konusu sadece doğa olmak zorunda değildir; herhangi bir an’a dair görüntü de olabilir. Örneğin Claude Monet, farklı mevsimlerde doğanın kendisinde bıraktığı izlenimi resmederken Edgar Degas’ın özneleri, operadaki ya da baledeki gözlemlerine dayanarak tasvir ettiği Parislilerdir.

A bench in a room with pictures on the wall

Description automatically generated

19. yüzyılın sonuna doğru Monet’nin ve Degas’nın etkisinde kalan Guy de Maupassant, izlenimcilik akımını edebiyatta kullanan ilk yazar olur. Kırsal hayatı anlattığı öyküleri, tıpkı izlenimci ressamların yaptığı gibi tek bir an’a odaklanır. Fakat edebiyattaki izlenimciliğin, yıllar içinde okuyucuya karakterin içinde bulunduğu an’ı aktarmanın yanında sesleri, kokuları, hafızayı ve görüntüleri kullanarak karakterin duygu durumu hakkında okuyucuya bilgi vermek istediğini de söyleyebiliriz. İzlenimci ressamlar gibi izlenimci yazarlar da realizmi reddeder. Karakterin duyguları, düşünce yapısı ya da psikolojisi, mekanı ya da o an’ı gerçek kılan detaylardan önemlidir. Bu düşünceler genellikle okuyucuya bilinç akışı tekniği ile aktarılır. Yazar için olayların kronolojik sırasının bir önemi yoktur. Mühim olan, karakterin hissettiği duyguyu ortaya çıktığı anda aktarabilmektir. Virginia Woolf izlenimcilik akımını takip eden yazarlar arasında sayılabilir. Mrs. Dalloway adlı eserinde bilinç akışı tekniğini kullanarak bize Clarissa Dalloway’in ve ona eşlik eden karakterlerin bir gününü anlatır. Clarissa çevresine karşı oldukça hassastır, yaşadığı an’a dair izlenimlerini, hissettiklerini şu satırlarda bulabiliriz:

Westminster’de oturunca –kaç yıl olmuştu sahiden? Yirmiyi geçmişti– trafiğin ortasında bile ya da geceleyin uyandığında, emindi bundan Clarissa, bir sessizlik, ya da törensellik duygusu geliyordu insana; Big Ben vurana kadar tarifi imkânsız bir duraklama; bir endişe (ama senin kalbinden olabilir bu demişlerdi, grip etkilemiştir). İşte! Vurdu yine. İlk önce bir uyarı, tatlı tatlı; sonra saat başı, kesin. Kurşundan halkalar havaya karışıp eridiler. Ne budalayız, diye düşündü, Victoria Sokağı’nda karşıdan karşıya geçerken.” (Mrs. Dalloway – Sayfa 8)

Eser boyunca “Big Ben” dikkatimizi çeker; çünkü Woolf’un karakterleri için zamanın ölçüsü Big Ben’in çan sesidir. Bu bir günlük anlatıda, bize saatin kaç olduğu bilgisi Big Ben’in vuruşları ile verilir. Woolf,  sembolizmi kullanarak karakterlerin şehirle bağlantısını Big Ben ile sağlar. Bununla beraber, Big Ben’in varlığı eserin farklı bölümlerinde Clarissa’nın düşüncelerine sirayet etmeye devam eder. Benim henüz bir Big Ben’im yok; ancak Clarissa gibi ben de zamanla sürekli bir derdi olan insanlardan oldum. Yapacağım her ne ise onu en kısa ve verimli yoldan yapmaya çalıştım, her hafta sonu gelecek haftamı planladım. Plansız işleri, zamansız görüşmeleri oldum olası sevemedim. Bu lineer ve tekrarı gelmeyecek işleyişe kafayı taktım. Ben de isterdim saatler erirken bir köşeye yatıp kıvrılmayı. Mrs. Dalloway’de ise sürrealizmle iç içe geçmiş şu pasajı pek sevdim:

Harley Sokağı’ndaki saatler, keserek ve dilimleyerek, bölerek ve tekrar bölerek haziran gününü kemirdiler, itaat önerdiler, otoriteyi desteklediler ve hep birlikte uyum duygusunun üstün yararlarını dile getirdiler, sonunda zamanın öbeği o kadar azaldı ki Oxford Sokağı’ndaki bir mağazanın üstünde asılı reklam amaçlı bir saat, neşeyle ve kardeşlik duygularıyla, sanki Rigby ve Lowndes firması için o bilgiyi bedava vermek bir zevkmiş gibi, saatin bir buçuk olduğunu duyurdu.” (Mrs. Dalloway – Sayfa 94)

Size Marcel Proust’tan bahsetmeden önce izninizle yola çıkmadan aldığım brötchen’imin* üstüne bal, tereyağı süreceğim ve termosumdan biraz kahvemi içmek istiyorum. Ziyadesiyle açım. Bu dörtlü ile NHK’nin Japonya belgeselleri arasında kurduğum garip bir ilişki var. Ekmek, bal ve tereyağının kahve ile bu denli yakıştığını belgesel izlerken fark etmiştim. Ağzıma attığım ilk lokma ile Osaka’da çeltik tarlamı biçiyorum. İzlenimci miyim, neyim? Seslerin, kokuların, tatların ya da bir görüntünün karakterin hafızasını harekete geçirip geçmişteki bir izlenimi ya da düşünceyi hatırlatması izlenimci yazarların tercih ettiği bir başka teknik. Marcel Proust, bu tekniği 7 ciltlik Kayıp Zamanın İzinde adlı eserinde madlen kek üzerinden kullanıyor. Bu kek ile geçmişteki anılarını hatırlıyor. Dahası Fransızcaya geçmişe dair hisleri, düşünceleri geri çağırmak anlamına gelen ‘Madeleine de Proust’ ifadesini kazandırıyor. Eserin ilk cildi olan Swann’ların Tarafı’ndan aldığım aşağıdaki paragrafta, anlatıcı madlen kek ile tanışıyor ve aldığı ilk ısırık ile duyguları arasında bağlantı kurmaya başlıyor.

Annem, birini gönderip, Küçük Madlen denilen, bir tarak midyesinin oluklu çenetleri arasında biçimlendirilmiş gibi görünen o kısa, tombul keklerden aldırdı. Az sonra, o kasvetli günün ve iç karartıcı bir yarının beklentisiyle bunalmış bir halde, yaptığım şeye dikkat etmeden, yumuşasın diye içine bir parça madlen attığım çaydan bir kaşık alıp ağzıma götürdüm. Ama içinde kek kırıntıları bulunan çay damağıma değdiği anda irkilerek, içimde olup biten olağanüstü şeye dikkat kesildim. Sebebi hakkında en ufak bir fikre bile sahip olmadığım, soyutlanmış, harikulade bir haz, benliğimi sarmıştı. Bir anda, hayatın dertlerini önemsiz, felaketlerini zararsız, kısalığını boş kılmış, aşkla aynı yöntemi izleyerek, benliğimi değerli bir özle doldurmuştu; daha doğrusu, bu öz, benliğimde değildi, benliğimin ta kendisiydi.” (Swann’ların Tarafı – Sayfa 66)

Fransız filozof Henri Bergson’a göre hafızanın saf ve otomatik olmak üzere iki formu vardır. Günlük aktivitelerimiz, alışkanlıklarımız otomatik hafıza tarafından yönetilir; saf hafıza ise anılarımızı saklar ve sezgi yoluyla geçmişi şimdiki zamanda canlandırır. Proust’un Bergson’un madde ve hafıza yorumunun etkisinde kaldığını biliyoruz. İlerleyen bölümlerde bu minik kek, anlatıcı için hafızası ile arasında araç haline geliyor. Madlenin tadı, anlatıcının milyarlarca nöronu arasında bağlantı kurup geçmişteki hislerini şimdiki zamanda canlandırıyor. Proust, bu tekniği kullanarak anlatıcının iç dünyasını bize açıyor.

Halamın ıhlamura batırıp bana verdiği bir parça madlenin tadını tanır tanımaz (bu hatıranın beni niçin bu kadar mutlu ettiğini henüz bilmediğim ve bunu keşfetmeyi çok daha sonraya erteleyeceğim halde), Leonie Halamın odasının bulunduğu, sokağa bakan eski gri ev, bir tiyatro dekoru gibi gelip annemler için yapılmış olan, arkadaki bahçeye bakan küçük eve (o âna kadar gördüğüm tek kesite) eklendi.” (Swann’ların Tarafı – Sayfa 70)

Benim madlenim de işte bu brötchen, bal, tereyağı ve kahve kombinasyonu. Fakat hâlâ açım, belli belirsiz bir anons duyuyorum: “Almanya, kıtanın trafik arterlerinin trenler veya vagonlar aracılığıyla büyük Alman şehirlerini Avrupa’nın tüm başkentlerine bağladığı Avrupa’nın kalbidir.’’** Saatime göre birkaç dakikaya Nauen’deyim ve tren Spandau üzerinden Berlin’e varacak. Hâlâ yemek yemek için vaktim var.

Yerimden kalkıp yemekli vagona ilerliyorum.

Ani bi’ fren, Weimar düşüyor.

Tekerlek alev alıyor, zeplin de ona özenecek.

Tekerleğin alevleri Reichstag’ı sarıyor.

Tünele giriyoruz, yerde cam kırıkları

İkinci vagonda bavullar,

Bavullarda bekleyeni olan mektuplar.

Vakt-i zamanında yerle yeksan olmuş bu şehir,

Şimdi kimine afitap kimine garabet.

Sağımda duvar yıkılıyor, solum ruh-i mücerred

1933’den 1989’a giden bu tren

Ve size geçmişi anlatan ben,

Henüz doğmadım.

Şimdi çıkarın ajandaları!

Beş yıl sonra, sekizinci ayın üçüncü sabahı

Akrep sekizde, yelkovan üçte

Dakikliğinden zinhar sual olunmaz ben

Aranıza katılmış olacağım.

*Brötchen: Almancada küçük ekmek.

**İşbu anons orijinal hali ile 1930’lara ait şu videoda dinlenebilir: https://www.youtube.com/watch?v=AIS8GGRWU_M

REFERANSLAR

Woolf, V. (2012), Mrs. Dalloway, İstanbul, Kırmızı Kedi Yayınevi, Çevirmen: İlknur Özdemir

Proust, M. (2020), Kayıp Zamanın İzinde, Swann’ların Tarafı, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Çevirmen: Roza Hakmen

Matz, J. (2001), Literary Impressionism and Modernist Aesthetics, Cambridge University Press

Fried, M.(2018), What Was Literary Impressionism?, Harvard University Press

Jack F. S. (1982), Impressionism in the Early Novels of Virginia Woolf, Journal of Modern Literature, Vol. 9, pp. 237-266 

Parker T. (1946), The Impressionism of Marcel Proust, The Kenyon Review, Vol. 8, No. 1, pp. 46-54 

Beverly J. G. (1952), Impressionism as a Literary Movement, The Modern Language Journal, Vol. 36, No. 4, pp. 175-183

Eloise, K. H. (1988), Proust, James, Conrad, and Impressionism, Style, Vol. 22, No. 3, Proust, pp. 368-381 

Mary C. R. (1984), Proust’s Impressionism, L’Esprit Créateur, Vol. 24, No. 2, Literature and Perception, pp. 80-91 

Blair, L. N. (2010). Virginia Woolf and Literary Impressionism. Presented at the Tacoma Art Museum Series on Art, Tacoma, WA. 

Yorum bırakın