MURATCAN ZORCU
KOÇ ÜNİVERSİTESİ TARİH BÖLÜMÜ DOKTORA ADAYIDIR.
Geçtiğimiz günlerde danışmanım Doç. Dr. Yonca (Köksal) Hoca’mla bir görüşmem vardı. Doktora yeterlik için okuma listem üzerine konuşacaktık. Listemi hazırlayarak yanına gittiğimde şöyle bir cümle kurdu: “Aslında ben de Ali [Yaycıoğlu] de İnalcık’ı tekrar tekrar kanıtlamış oluyoruz kendi çalışmalarımızla. Senin tezin de İnalcık’ın çalışmalarını bir anlamda tekrar edecek.” Bu cümle başka bir öğrenciye söylenseydi ne tepki alınırdı bilemeyeceğim tabii, ama benim için çok değerli bir ifade oldu. Neden mi? İnalcık Hoca hakkındaki nekroloji yazısının bu kadar geç bir tarihe kalmasının belki de bu cümleyi beklediğini düşünmeye başladım.

Ben Halil Hoca’nın ismini ilk kez ortaokul yıllarımdaki ders kitaplarında gördüğümü anımsıyorum. 2007-2008 yılına tekabül ediyor. Tarihe ilgisi olan bir öğrenciydim. Belki 2022’de vefat eden Cüneyt Arkın’ın filmleriyle, belki rahmetli dayımın anlatılarıyla, kulağım bir yerden tarihî hikâyelerle dolmaya başlamıştı ve tarih ilgimi çekiyordu. Bir de şimdilerde üniversiteyi bitirmiş, yüksek lisans ve doktora süreçlerinde olan birçok akademisyen adayının kaynağı olarak yorumlanabilecek Teke Tek Özel programına değinmeden geçemeyeceğim. İnalcık Hoca, 2009 yılında bir programa katılmış, gazetecilerin sorularını cevaplıyordu. Salt tarih olduğu için dinliyordum, sonuçta sekizinci sınıfa giden bir öğrenci için Fatih Sultan Mehmed’in vizyonunun Kanunî döneminde tekrar zuhur etmesi, klasik metinlerdeki anlatıların coğrafya ile tespitini geliştirmesi, anlaşılması güç meselelerdi. Hatta sonraki gün, Sosyal Bilgiler öğretmenim Nur Çapraz’ın “İzledin mi?” sorusuna keyifle “Evet” dediğimi hatırlıyorum.
Lise hem kariyerim hem de düşüncelerim için önemli bir merhaleydi. Kontenjanları FETÖ’cü yapılanmanın baskısıyla doldurulan askerî liselere Atatürk’ün değerini ailede almış, bu çizgiden ayrılmamış çocuklar giremiyorlardı. Diş çapraşıklığı sebebiyle elendiğimi unutamıyorum. Subay üniforması yoksa ben de akademi cübbesini giyerim gibi iddialı bir niyetle daldım tarih alanına. Dokuzuncu sınıfa giderken sene 2009’du, İnalcık Hoca’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş tarihinin 1302 olduğunu söylemesi ve Yalova’da bu konuda bir sempozyum düzenlenmesi benim İnalcık Hoca’ya ilgimin katlanarak artmasını sağladı. Devlet-i ‘Aliyye’nin ilk cildi de aynı zamanlarda çıkmıştı, sabah ve akşam serviste elimde sanki bir kutsal kitap tutuyormuş gibi okuyordum. Cahil cesareti aslında ama iki sayı çıkardığım Tarih Silsilesi isimli amatör dergime de Hoca’nın Bilkent’teki e-posta adresi üzerinden yazı istemiştim. Halil Hoca da -muhtemelen asistanı yoluyla- 27 Temmuz 1302 meselesini anlattığı Kuruluş kitabını yollamıştı. Bir kargo paketinin üzerinde Halil Hoca ile kendi ismimin bulunması bana hâlâ keyif verir.
Aynı yıl, Gebze’de yerel bir gazetede tarih yazılarını derlemeye, yazmaya başlamıştım; oradaki yazıların bir araya getirilip bir kitap olmasını istiyordum. Hatta şimdilerde utanarak andığım bir teferruattır, İnalcık Hoca’yı yine rahatsız edip Takdim yazısı isteme cesaretim. Hoca çok kibardı, asistanı vasıtasıyla “Tebrik ederim. Fakat size iyi bi[r] haber veremiyorum. Çünkü Devlet-i Aliyye’nin ikinci cildini hazırlamaktayım” cevabını göndermişti. Sonraki yıllarda da çeşitli defalar İnalcık Hoca’ya ulaşmaya çalıştım, çıkan her kitabını alıp okumaya başladım. Lise yıllarımın sonuna doğru Neşe Karatay’ın TRT Haber’de yayımlanan birer saatlik Halil İnalcık ile Tarih Sohbetleri programı Hoca’nın çalışma disiplinini, Bilkent Üniversitesi’ndeki odasını, çalışma stilini, HICOS’taki koleksiyonunu gösteriyordu. Bu belgeselde çok ilgi çekmeyen sakin bir alanda sürdü keyifli sohbetler. Tabii zaman akıyor ve ben de üniversite yıllarıma kavuşuyordum. Lise yıllarımın sonunda bana yazılan andaçlarda İnalcık Hoca’nın isminin olması benim için şaşırtıcı olmadı.
Devlet-i Aliyye’nin ikinci cildi sanırım 2014’te çıkmıştı, ben de o sırada bir kitap fuarında çalışıyordum. Erhan (Afyoncu) Bey’in kendi imza töreninden sonra alışveriş yapıp “Her kitabı kaybedin de İnalcık’ı Aykut’a verin, onda dursun” dediğini unutamıyorum. İnalcık’ın Türk tarihçiliğindeki önemi her tarihçide bu örnekte olduğu gibi görülüyordu.
Bu anlattığım olaylar kişisel detaylarla dolu; ulusal seviyede ise zor günler geçiriyorduk. 2015’in ikinci yarısında PKK ve IŞİD gibi terör örgütlerinin ülke sathında patlattıkları bombalar her gün artıyor, FETÖ’nün darbe teşebbüsüne zemin hazırlıyordu. 2016 yılının mayıs ayında başbakan istifası görmemizin ardından haziran ayındaki Atatürk Havalimanı saldırısı da siyasi atmosfere damga vurdu. Bu çerçeve içerisinde, devlet aygıtı tarafından paralel bir yapı kurulmasına “alnı seccade görüyor” diyerek müsaade verilen hain grubun teşebbüsüne şahit olduk. Dedelerimiz, babalarımız ve bizler için Türkiye her zaman zor bir ülke olmuştur. Bu zamanlar da zor günlerin bir devamıydı.
Halil Hoca’ya kızı Günhan (İnalcık) Hanım vasıtasıyla ulaşmak istediğimde Hoca’nın hastaneye yattığı haberini almıştım. Günhan Hanım’a geçmiş olsun dileklerimi iletmek için tren biletlerine bakıyordum. Yaz okulundaki ders programımın müsaade edip etmeyeceğini anlamaya çalışırken, sıcak bir yaz günü, 25 Temmuz 2016’da Boğaziçi Üniversitesi’nin Kuzey Kampüsü’nde akşamüstü saat yedi sularında arkadaşlarımla otururken Emine (Çaykara) Hanım’ın “Büyük tarihçimiz, sevgili hocamız hakkın rahmetine kavuştu. Kalbim çarpıyor, daha fazla yazamayacağım. Bilgileri ileteceğiz. Emine Çaykara” paylaşımını gördüm. Bir dönem kapanmıştı.
Ankara’daki resmî törenlerden sonra Hoca’nın cenazesi Fatih Camisi’ne getirilmişti. 28 Temmuz 2016 Perşembe günü cenaze törenine katıldım. Hoca’nın kızı Günhan Hanım’a taziyelerimi ilettim; defnedilirken de kabrine üç kürek dolusu toprak atmak kısmet oldu. Telkinden sonra kabrin başından ayrıldık ve Mübahat (Kütükoğlu) Hoca’nın yanında bulunan İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü’nden bir grup meslektaşla bir yere geçip sıcak yaz gününde sohbet ettik. Cenazenin ardından kıymetli yazılar yayımlandı, Hoca’yla olan hatıralar anlatıldı. Bu süreçte, güzel bir iş yapıldığının farkına vardığım önemli bir proje yine Neşe (Karatay) Hanım’dan geldi, TRT bünyesinde çok kıymetli bir belgesel hazırladı: Halil İnalcık Yüzyıllık Çınar (YouTube’da mevcut). Belgeselin Bilkent Üniversitesi’ndeki galasına hassaten davet edilmem benim için hâlâ hissi pek değerli bir detaydır.
Lisans yıllarımda tarih yazımı derslerinde, seçmeli derslerin programlarında, Osmanlı Tarihi derslerinde hep İnalcık’ı okuduk, tartıştık. Osmanlı kuruluş tarihinin anlatıldığı bir derste, İnalcık Hoca’nın adı anılmadan ilk dersin bitirildiğini gören bir arkadaşımız “İnalcık’sız kuruluş mu anlatılır!” diye çıkışırken çok hak vermiş idim. Yüksek lisansa devam ederken yine İnalcık okuduk. Hem de bu sefer kendi amatör okumalarım gibi değil, tarih yazımını etkilemiş çalışmalarını, makalelerini. Misal, Tanzimat ve Bulgar Meselesi, 1940’lı yıllarda yazıldığı göz önüne alınırsa çok kıymetli bir çalışmadır. Doktoraya başladım, Türkiye Tarihi dersinde merkezin taşrada idare sistemi kurarken yerel otoriteyle ilişkisi bağlamında yine İnalcık okuduk. Doktora yeterlik listemde de İnalcık’ın etkisi yadsınamaz. Sanırım bu makaleler, doktora tezimi yazarken kuracağım çerçevenin boyutlarını çizecek.
Şimdi, yazının başına dönebiliriz. Danışmanımın geçtiğimiz günlerdeki önemli tespitini hatırladım. İnalcık Hoca’nın engin çalışmalarını inceleyerek, akademik ciddiyetle eleştirerek, en önemlisi ise işbu çalışmaları ortaya çıkaran ufkunu paylaşarak devam edeceğiz akademik çalışmalarımıza. Bu yazıyı yazarken, Hoca’nın emeklerinin ortaya çıkması sürecinde ona yol arkadaşlığı eden eşi Şevkiye Hanım’ı da rahmetle anmak isterim. Çünkü her bilim insanının sağlıklı bir ortamda çalışmasına katkı sağlayan hayat arkadaşları da unutulmamalıdır.
İnalcık Hoca’mızı hiç göremedim. Ama hem eğitim hayatım boyunca takip ettim hem de kişisel hayatını merak ettim. “Bir nefestir cânımız yâr leblerinde berkarâr / Hey bu fânûs-u sefâ bir gün söner canlar geçer” mısralarını yazan ince ruhlu bir hoca imiş İnalcık. Çok sıkıcı bir akademik toplantıda tek kadeh şarabın keyfini de sürebilecek bir insan imiş İnalcık. Zaman su gibi akıyor, vefatının üzerinden sekiz yıl geçti. Kendisini özlemle anıyoruz.

Yorum bırakın