19 Mart Sürecinin Hukuki Boyutu

Bu çalışma, 19 Mart sürecinde topluma karşı işlenen hak ihlallerini irdelemektedir.

Bu çalışmanın amacı, 19 Mart 2025 tarihinde başlayan ve kamuoyunda yoğun tartışmalara neden olan toplumsal olaylar ve bu olaylara ilişkin kolluk güçlerinin müdahaleleri hakkında hukuki ve anayasal çerçevede bir değerlendirme sunmaktır. Sürecin değerlendirilmesi, demokratik toplumlarda güç kullanımının sınırlarını belirleme, bireysel hak ve özgürlüklerin korunması ve hukuk devleti ilkesiyle uyumluluk açısından önem arz etmektedir. 6 Şubat depreminin yerle bir ettiği 11 kentte yaşanan yıkım ve on binlerce yurttaşın hayatını kaybetmesi, Kartalkaya’da göz ardı edilen sorumluluklar nedeniyle yaşanan kayıplar, tarikat ve cemaat yapılanmaları içinde çocukların maruz kaldığı sistematik istismar, kadın cinayetlerinin süreklilik arz eden yapısı, işçi ve çocuk işçi ölümleri, gelir dağılımındaki derin eşitsizlik, yolsuzluklar ve giderek derinleşen ekonomik kriz gibi toplumsal yaralar, egemen sınıfın kendi koyduğu hukuki normlara dahi riayet etmemesinden kaynaklanan yapısal adaletsizliklerin birer tezahürüdür.

Hukukun sistematik biçimde uygulanmaması neticesinde toplumda biriken öfke, 19 Mart itibarıyla doruk noktasına ulaşmıştır. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na yönelik ve bu çalışmanın kaleme alındığı tarih itibarıyla halen devam eden siyasi içerikli soruşturmalar, halkımız açısından bardağı taşıran son damla olmuştur. Bu gelişmenin ardından Türkiye genelinde kitlesel eylemler başlamış; özellikle İstanbul’da Saraçhane kısa sürede yoğun katılımlı protesto alanına dönüşmüştür. İlk üç gün boyunca artan bir baskı politikası güden kolluk kuvvetleri, dördüncü gün itibarıyla bu stratejinin halk üzerinde beklenen caydırıcı etkiyi yaratmadığını gözlemlemiş ve bu noktada yöntem değiştirerek kitlesel gözaltı uygulamalarına yönelmiştir. 22 Mart’ı 23 Mart’a bağlayan gece, 200’ü aşkın kişi hakkında yakalama kararı çıkarılmıştır. “Yakalama” kararı, yasal terminoloji gereği böyle adlandırılsa da, uygulamada şiddet ve kötü muamele içermesi nedeniyle kanımızca işkence yasağına aykırılık teşkil etmektedir. Bu işlemler, savcılık kararlarıyla gözaltına, gözaltılar ise mahkeme kararlarıyla tutuklamaya dönüştürülmüştür. Burada kullanılan “yakalama”, “gözaltı”, “tutuklama”, “savcı” ve “hâkim” gibi kavramlar, yasal terminolojiye ait teknik terimlerdir. Ancak bir işlemin kanunen öngörülmüş olması, onun hukuka uygun olduğu anlamına gelmemektedir. Kanaatimizce burada söz konusu olan yalnızca birer idari ya da yargısal işlem değil; TCK kapsamında “Kişiyi Hürriyetinden Yoksun Kılma” suçunun sistematik biçimde işlenmesidir. Bu fiillere imza atan kişilerin, taşıdıkları “hâkim” ya da “savcı” sıfatlarını içerik bakımından hak edip etmedikleri ciddi biçimde tartışmalıdır.

İşkence Suçu Zaman Aşımına Tabi Değildir

İşkence suçuna ve bu suça iştirak eden kamu görevlilerinin sorumluluk alanlarına ilişkin değerlendirme yapılırken, öncelikle Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 137. maddesinin ikinci fıkrası dikkate alınmalıdır. Söz konusu hüküm şu şekildedir: “Konusu suç teşkil eden emir, hiçbir suretle yerine getirilemez; yerine getiren kimse sorumluluktan kurtulamaz.” Bu düzenleme, emri verenin kamu hiyerarşisinde üst konumda olması durumunda dahi, emrin içeriği suç teşkil ediyorsa, bu emrin yerine getirilmesinin hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmayacağını ifade etmektedir. Hukuka aykırı emirlerin uygulanması halinde sorumluluk emri verenle birlikte sorumluluk sahibine ait olmakta, böylece kamu görevlileri için hukuki bir sorumsuzluk alanı tesis edilmemektedir. Zira meşruiyetini hukuktan almayan hiçbir kamu otoritesi ya da işlemi, hukuk düzeni tarafından korunmaz. Benzer bir düzenleme, Türk Ceza Kanunu’nun 24. maddesinin üçüncü fıkrasında da yer almaktadır: “Konusu suç teşkil eden emir hiçbir surette yerine getirilemez. Aksi takdirde yerine getiren ile emri veren sorumlu olur.” Bu hüküm, işkence suçlarına ilişkin zaman aşımının söz konusu olmaması (TCK m. 94/6) ile birlikte değerlendirildiğinde, hukuki ve cezai sorumluluğun hiçbir biçimde ortadan kalkamayacağını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, “Emre uydum!” veya “Emir kuluyum!” şeklindeki savunmalar, işlenen fiilin suç niteliğini ortadan kaldırmaz. Aynı yasanın Hükûmet Tasarısı Gerekçesi’nde de açıkça belirtildiği üzere, kamu görevlisi, verilen emrin “yetki”, “konu” ve “şekil” açısından hukuka uygun olup olmadığını denetlemekle yükümlüdür.[1] Bu denetim yükümlülüğü ihlal edildiğinde, emri yerine getiren kişi sorumluluktan muaf tutulamaz.

Bu bağlamda yalnızca ulusal hukukta değil, uluslararası hukuk alanında da benzer ilkeler geçerlidir. En bilinen örneklerden biri, II. Dünya Savaşı sonrası kurulan Nürnberg Uluslararası Askerî Ceza Mahkemesi’nde gerçekleştirilen yargılamalardır. Bu yargılamalar sonucunda Birleşmiş Milletler Uluslararası Hukuk Komisyonu tarafından oluşturulan ve “Nürnberg İlkeleri” olarak bilinen kurallar dizisi, hangi davranışların hangi koşullarda uluslararası suç oluşturduğunu belirlemiştir. Bu ilkelerden IV numaralı olanı şöyledir: “Bir kişinin, hükûmetinin veya bir üstünün emri doğrultusunda hareket etmesi, eğer gerçekten onun için bir ahlaki seçim imkânı mevcutsa, uluslararası hukuk uyarınca sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.”[2] Bu düzenleme, bireysel sorumluluk ilkesini güçlendirmiş ve “Sadece emirlere uydum!” savunusunun geçerliliğini yitirmesine yol açmıştır. Söz konusu mahkemede yalnızca üst düzey yöneticiler değil; kamp görevlileri, kolluk kuvvetleri mensupları, hatta sağlık personeli dahi yargılanmış ve cezalandırılmıştır.[3]

Bu tür yargılamalar bugün hâlâ dünyanın farklı coğrafyalarında gerçekleşmektedir. Türkiye bakımından benzer bir sürecin yakın gelecekte gerçekleşme ihtimali her geçen gün daha da belirginleşmektedir. Bu ihtimalin güçlenmesi, mevcut iktidarın hukuk dışı uygulamalara yönelmesinde belirleyici bir motivasyon kaynağı oluşturmaktadır. Yaşananların arkasında, bilinçli ya da bilinçsiz şekilde iktidarın siyasal bekasını koruma kaygısı yatmaktadır. Ancak tarihsel deneyimler göstermektedir ki, su er ya da geç yatağını bulur. Türkiye’nin laik, demokratik bir hukuk devleti idealine ulaşacağına olan inancımız tamdır. Bağımsız ve tarafsız mahkemelerin tesis edileceğine ve işkence suçlarının tüm failleriyle birlikte yargılanacağına dair beklenti, yalnızca bir temenni değil; hukukun kaçınılmaz bir gereğidir.

Toplumsal Olaylarda Görüntü Kaydı Alma Hakkı

Gezi Parkı Direnişi, kamuoyunun zihninde “Kırmızılı Kadın” gibi simgesel imgelerle yer edinmiştir. Bu imgelerin kayda geçirilmesi, dönemin gazetecileri ve basın mensuplarının sahadaki varlığı sayesinde mümkün olabilmiştir. Ancak o dönemde dijital teknolojilerin bugünkü ölçüde yaygın olmaması nedeniyle pek çok benzer olay ya gözden kaçmış ya da kayıt altına alınamamıştır. Aradan geçen on iki yılda görsel kayıt teknolojilerindeki gelişmeler, neredeyse tüm toplumsal olayların yüksek çözünürlüklü biçimde belgelenmesini olanaklı hale getirmiştir. 19 Mart süreciyle birlikte, kolluk kuvvetlerinin gerçekleştirdiği kötü muamele ve işkence fiilleri sıklıkla kamuoyuna açık şekilde, yüksek çözünürlükte kayıt altına alınmakta ve dijital mecralarda yayılmaktadır. Vatandaşlar tarafından yapılan bu kayıtların kamuoyuyla paylaşılması, sıklıkla “ifşa” biçiminde tanımlanmakta ve kamu denetimi işlevi görmektedir. Ancak uygulamada, hukukun etkinliğini yitirdiği siyasal bağlamda, kolluk kuvvetleri bu tür kayıtların kendileri açısından cezai ve idari sorumluluk doğurabileceği gerekçesiyle bu ifşa faaliyetlerinden rahatsızlık duymaktadır. 2020 yılı sonlarına doğru artan bu rahatsızlık, 27 Nisan 2021 tarihinde Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından yayımlanan 2021/19 sayılı Genelge ile somut bir hal almıştır.[4] Söz konusu genelgede, toplumsal olaylar sırasında görev yapan polislerin görüntülerinin kaydedilmesine izin verilmemesi gerektiği, kayıt yapan kişilere müdahale edilmesi ve gerekli görülmesi halinde adli işlem yapılması yönünde açık talimatlar yer almaktadır. Bu düzenleme, işkence fiillerinin belgelenmesini önlemeye yönelik, hukuk dışı bir yönlendirme niteliği taşımaktadır.

Bu genelgeye karşı Türkiye Barolar Birliği tarafından açılan iptal davasında, Anayasa’nın 13. maddesi uyarınca temel hak ve özgürlüklerin yalnızca kanunla sınırlandırılabileceği, Anayasa’nın 22. maddesinde güvence altına alınan haberleşme özgürlüğüne ancak hâkim kararıyla müdahale edilebileceği ve Anayasa’nın 7. maddesi gereğince yasama yetkisinin yalnızca Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ait olduğu gibi çok yönlü anayasal gerekçelere dayanılmıştır. Türkiye Barolar Birliği’nin başvurusunda, genelgeyle yapılan sınırlamanın ölçülülük ilkesine de aykırı olduğu vurgulanmıştır.

Emniyet Genel Müdürlüğü, bu davaya verdiği cevapta, görevli memurların “özel hayatının gizliliği”ni ve Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’nu gerekçe göstermiş; ayrıca Türk Ceza Kanunu’nda özel hayatın gizliliğinin ihlali suç olarak tanımlandığını belirtmiştir. Ancak kamusal görev ifa eden bir kamu görevlisinin kamusal alanda görüntülenmesini “özel hayat” kapsamında değerlendirmek, hukukî bir zemin sunmamakta; daha çok, ya hukuk bilgisi eksikliğinin ya da bilinçli bir hukuk eğip bükme pratiğinin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Kanaatimizce bu yaklaşım, yalnızca işkencenin cezai sorumluluğundan kaçma çabası değil, aynı zamanda bu tür fiilleri meşrulaştırma arzusunun bir tezahürüdür. Bu konuda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Gilbert v. İsviçre (03.04.2012) kararında, kamu görevlilerinin –polis dâhil– görevlerini yerine getirirken özel hayat beklentilerinin sınırlı olduğu açıkça belirtilmiştir.[5]  Bu karar, polislerin “özel hayat” alanının mesai saatleri dışında başladığını kabul eden bir yaklaşımı desteklemektedir ve hukuk devleti ilkesinin tesisi açısından yaşamsal önemdedir.

Nitekim Danıştay 10. Dairesi, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün “Ses ve Görüntü Kaydı Alınması” konulu genelgesini 27 Aralık 2023 tarihinde oy birliği ile iptal etmiştir.[6] Mahkeme, genelgeyi Anayasa’nın 13. ve 7. maddelerine aykırı bularak yürütmenin temel hak ve özgürlükleri düzenleyici işlemle sınırlayamayacağına hükmetmiştir. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün bu karara yönelik itirazı da Danıştay tarafından reddedilmiş; böylece iptal kararı kesinleşmiştir.[7]Danıştay, verdiği nihai kararda, basının ve bireylerin haber alma hakkını genel nitelikli bir ses ve görüntü yasağıyla sınırlandırmanın demokratik toplumda gerekli, orantılı ve meşru bir müdahale olarak değerlendirilemeyeceğini açıkça belirtmiştir. Sonuç olarak ifade edilmelidir ki, kamu görevi ifa eden polislerin kamusal alanda görüntülerinin alınması ne suçtur ne de yasaktır. Aksine, bu tür kayıtlar yalnızca yurttaşların anayasal bir hakkı değil; aynı zamanda hukuk devletini yaşatmaya dönük temel bir yurttaşlık sorumluluğudur.

Kolluk Mensuplarının Sosyal Medya Paylaşımları ve Disiplin Yükümlülüğü

19 Mart süreciyle birlikte kamuoyunun dikkatini çeken en çarpıcı olgulardan biri, kolluk kuvvetlerinin, anayasal haklarını kullanan yurttaşlara yönelik sistematik kötü muamele ve aşağılayıcı tutumları ve onları kimi zaman bizzat kendi sosyal medya hesapları üzerinden ifşa etmeleri olmuştur. Polis memurlarının kişisel hesaplarında yaptığı kamuya açık paylaşımlarda, kişilerin ters kelepçe ile yere yatırıldığı, fiziksel şiddete maruz kaldığı ve bu durumun “Paketledik!”, “Haşereye böcek ilacı sıkar gibi!”, “Vatan hainlerine gereken yapıldı!”[8] gibi ifadelerle sunulduğu görülmüştür. Bu paylaşımlar, ilgili kolluk görevlileri açısından ileride yürütülecek adil ve bağımsız yargılamalarda doğrudan aleyhe kullanılabilecek delil niteliğindedir.

Ters kelepçe uygulamasının sistematik hale gelmesi, yalnızca orantısız güç kullanımı olarak değil, Türk Ceza Kanunu kapsamında işkence suçu olarak değerlendirilmelidir. Anayasa Mahkemesi, benzer bir olayda verdiği kararda, kişinin yaklaşık altı saat boyunca ayaklarından ve ellerinden kelepçeli olarak tutulmasının “eziyet” kapsamında değerlendirilmesi gerektiğine ve bu durumun Anayasa’nın 17. maddesi kapsamında “insan onuruna aykırı muamele” yasağını ihlal ettiğine karar vermiştir.[9] 19 Mart sürecindeki uygulamalar bu kararla örtüşmekte, hatta bazı durumlarda daha ağır nitelikler taşımaktadır. Süreç boyunca gözaltına alınan eylemcilerin özellikle İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldükten sonra maruz kaldıkları muamele de ayrı bir dikkatle değerlendirilmelidir. 19 Mart süreciyle birlikte kamuoyunun dikkatini çeken en çarpıcı olaylardan biri, zannımızca kolluk kuvvetlerinin, anayasal haklarını kullanan yurttaşlara yönelik kötü muamelesidir.[10] 18-28 yaş aralığındaki eylemcilerin, uzun süre aç ve susuz bırakıldıkları, çıplak aramaya zorlandıkları, iletişim haklarının engellendiği, avukatlarıyla görüşmelerinin geciktirildiği ve otobüslerde ters kelepçeyle bekletildikleri yönündeki beyanları; hukuk kurumları ve çeşitli insan hakları örgütleri tarafından kayıt altına alınmış[11] ve kamuoyuna duyurulmuştur. Bu beyanlar, fiziksel ve psikolojik işkenceye işaret etmekte ve sistematik ihlal boyutunu ortaya koymaktadır.

Ayrıca, gözaltı ve müdahale süreçlerine katılan kolluk görevlilerinin sicil bilgilerinin gizlenmesi, kimliklerini belirten hiçbir ibarenin kask, üniforma ya da başka bir araç üzerinde bulunmaması da ciddi bir sorundur. Bu durum, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu kapsamında yalnızca şeffaflık ilkesine değil, aynı zamanda mağdurların etkin başvuru hakkına doğrudan bir müdahale niteliğindedir. Kolluk görevlisinin kimliğinin belirlenememesi, cezasızlık pratiğini beslemekte, hukuk devletinin altını oymaktadır. 19 Mart ile 28 Mart 2025 tarihleri arasında toplam 301 kişinin tutuklanması, bu sayının kısa sürede 315’e ulaşması, yaşananların yalnızca münferit olaylar olmadığını, sistematik bir baskı sürecinin parçası olduğunu göstermektedir. Tutuklanan kişilerin çoğu henüz bedenlerindeki darp ve işkence izleri geçmeden, kısa sürede iddianamelerle karşı karşıya kalmış, bir ay gibi kısa bir sürede yargılamaları başlamıştır. Güncel durumda önemli bir kısmı tahliye edilmiş olmakla birlikte, devam eden davaların tamamının beraatle sonuçlanması, hukuk devleti ilkesinin gereğidir.

Bu vesileyle, halen Metris T Tipi Kapalı Cezaevi, Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi ve Marmara Ceza İnfaz Kurumu’nda tutuklu bulunan yurttaşlarımıza dayanışma duygularımızı iletiyoruz. Türkiye’nin, işkencesiz, adil yargılanma hakkının güvence altına alındığı ve temel hakların güvenli biçimde kullanılabildiği bir hukuk düzenine kavuşması yönündeki inancımız tamdır.

Av. Kerim Bütün

Selin Topkaya


[1] Selman Dursun, “Türk Ceza Hukuku’nda Emrin İfasının Hukuki Niteliğinin Alman ve İtalyan Ceza Hukuku’yla Karşılaştırmalı Olarak İncelenmesi,” Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi 18, no. 2 (2014): Erişim 28 Nisan 2025, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/789171.

[2] United Nations, Principles of International Law Recognized in the Charter of the Nürnberg Tribunal and in the Judgment of the Tribunal (1950), Article 4, “The fact that a person acted pursuant to order of his Government or of a superior does not relieve him from responsibility under international law, provided a moral choice was in fact possible to him,” erişim 28 Nisan 2025 https://legal.un.org/ilc/texts/instruments/english/draft_articles/7_1_1950.pdf 

[3] United States Holocaust Memorial Museum, “Nürnberg’deki Uluslararası Askerî Ceza Mahkemesi,” Holocaust Encyclopedia, Erişim 28 Nisan 2025, https://encyclopedia.ushmm.org/content/tr/article/international-military-tribunal-at-nuremberg.

[4] T.C. Danıştay 10. Daire, E. 2021/2768, erişim 28 Nisan 2025, https://d.barobirlik.org.tr/2021/20211217_egmgenelge.pdf

[5] Age.

[6] Age.

[7] “Danıştay’dan Emniyete ‘Görüntü ve Ses Kaydı Yasağı’ Reddi,” BirGün, 24 Ocak 2025, erişim 28 Nisan 2025, https://www.birgun.net/haber/danistay-dan-emniyete-goruntu-ve-ses-kaydi-yasagi-reddi-593593.

[8] “İstanbul’da Ekrem İmamoğlu Eylemlerinde Ortalık Karıştı: Polis Ters Kelepçe Yaptı, Instagram’dan Paylaştı.” Onedio, 24 Mart 2025. Son erişim: 29 Nisan 2025. https://onedio.com/haber/istanbul-da-ekrem-imamoglu-eylemlerinde-ortalik-karisti-polis-ters-kelepce-yapti-instagram-dan-paylasti-1281748. Arşivlenmiş sürüm: https://archive.is/IZ54T. Solcu Gazete, X (eski adıyla Twitter) paylaşımı, 24 Mart 2025. Son erişim: 29 Nisan 2025. https://x.com/solcugazete60/status/1904164142736355421. Arşivlenmiş sürüm: https://archive.is/mDz26.

[9] Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi, Cihan Koçak Başvurusu (B. No: 2014/12302), 21 Eylül 2017, Resmî Gazete 8 Kasım 2017, sayı 30234, https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/12302 (erişim 29 Nisan 2025).

[10] Kemal Aslan, “23 Mart 2025 günü Saraçhane…,” Instagram, 27 Mart 2025, erişim 28 Nisan 2025, https://www.instagram.com/reel/DHtATU9txvJ/?igsh=OTZsMGNzM3J3aW5t.

[11] “Gözaltına Alınan ve Tutuklanan Öğrencilerin Durumu Hakkında Avukatın Sesi İnisiyatifi Avukatlarından Rapor: ‘Çıplak Arama, İşkence ve Kaba Dayak’,” Cumhuriyet, 2 Nisan 2025, erişim 28 Nisan 2025, https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/gozaltina-alinan-ve-tutuklanan-ogrencilerin-durumu-hakkinda-2315145

Yorum bırakın