Farklı fikir ve görüşlerin baskılandığı bugünlerde okuyucularımızdan gelen mektupları yayınlayarak onlara bir ses olmak istiyoruz. “1 Pankart 1 Mektup” serimizde öğrenci eylemlerinden kendine yer bulmuş bir pankartı ve ona eşlik eden bir okuyucu mektubu paylaşacağız.
Son yıllarda Türkiye’deki birçok genç, her geçen gün artan gelecek kaygısı, adaletsizlik, eşitsizlik, güvencesizlik, siyasi, iktisadi ve en önemlisi ahlâki gerilerime sebebiyle gerek eğitim gerek kariyer noktasında geleceğini yurt dışında aramak zorunda bırakılmıştır. Bahsedilen tüm bu etkenlerin yanı sıra birinin yurt dışında yaşaması için elbette başka sebepleri de olabilir. Fakat tüm bu sorunlara bir çözüm aramak ve bu sorunlar sebebiyle ülkemizden uzaklaşan gençleri kazanmak yerine yurdum insanının en iyi bildiği şeylerden biri, uzaktan bakıp yorum yapmaktır. Kişinin neyi neden yaptığını bilmeden, o kişinin hayatı hakkında ahkâm kesmeye bayılıyoruz nedense toplum olarak. “Aaa bak bak hem yurt dışında yaşıyor hem içinde olmadan Türkiye’de olup bitenler hakkında yorum yapıyor… o kadar seviyorsun madem, ne işin var elin gâvur memleketinde?”
Okuduğunuz bu cümleler, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yurt dışında yaşayan insanlar için en çok sarf edilen cümlelerden bazıları. Gerçi, genç değerlere en çok sahip çıkması gereken, bu ülkeyi yöneten bir Cumhurbaşkanı gençler için “giderlerse gitsinler” diyebiliyorken toplumdan da çok şey beklememek lazım.
Neyse, dediğim gibi, yurt dışında olanlar olarak birçoğumuzun hayatını Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında geçirmesi için çeşitli nedenleri var. Bazılarımız ailevi sebeplerden dolayı dışarıdayız, bazılarımız akademik sebeplerden, bazılarımız ise kişisel tercihler sebebiyle hayatlarımızı yurt dışında idame ettiriyoruz.
Bu yollardan geçmiş insanlarla yapmış olduğum fikir alışverişleri ve bizzat bunu tecrübe etmiş biri olarak söyleyebilirim ki; yurt dışında yaşayan insanlar her ne kadar hayatlarını dışarıya karşı çok güzel olarak aktarmaya çalışsa da aslında o kültür tanımazlığından, o duygu yoksunluğundan dolayı havada adeta bir askı gibi kalmakta ve içinde bulundukları sınırlar içerisine hiçbir zaman tam anlamıyla uyum sağlayamamaktadırlar.
İşte aidiyet duygusu da aslında tam olarak bu noktada devreye girer.
Aidiyet duygusu kısaca “bir bireyin bir gruba veya topluluğa ait hissetme, kabul görme ve bağlanma ihtiyacı” olarak tanımlanabilir. Ve rahatlıkla söylenebilir ki kişinin fiziken bir yerde bulunması, oraya ait olduğunu tanımlamak için yeterli bir olgu değildir. Ait olma düşüncesini gözümüzde canlandıracak olursak, aslında bir bakıma ‘ayak tabanlarımızın yere değdiğini hissetmek’ diyebiliriz. Ayaklarının yere basması insanı evinde hissettirir. Ve birey, sadece “evim” diyebildiği yere aittir.
8 yaşından beri düzenli aralıklarla Türkiye’ye gelip gidiyor olsam da yurt dışında yaşıyorum. Rahatlıkla söyleyebilirim ki ben dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir koşulda yaşayabilecek bir insanım. Ve fakat benim ayaklarımın yere bastığını hissettiğim tek yer, Türkiye.
İnsan, yapısı gereği yaşadığı koşullara uyum sağlayabilen bir varlıktır. Yaşadığınız ülkenin kültürüne istediğiniz kadar adapte olun, istediğiniz kadar çevreniz olsun ve hatta “ailem” diyebileceğiniz dostlarınız olsun… insan, derdini dert edindiği yere aittir. Cennet vatan diyoruz ya hani Türkiye için, güzel yanlarını görmek çok kolaydır. Sefayı herkes çeker. Cefayı çekmektir aslolan. Derdini dert edinmektir. Ve hatta o derdi yaşamadığın halde dertlenmektir. İşte bunun için yürekten bağlılık gerekir. Yürekten bağlı olanlar içinse nerede olduğunun bir önemi yoktur. Unutulmamalıdır ki, bu ülkenin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk bile Millî Mücadele’nin fitilini Şam’dan ateşlemiştir.
Ait olduğunuz topraklar uğruna bir şeyler yapmak, üretmek, çabalamak için hep o sınırlar içinde mi olmanız gerekmektedir? Bu, yoruma açık bir soru.
Bence hayır.
Olmadığını da kendimden biliyorum.
Ben kendimi bildim bileli ne üretiyorsam, ne düşünüyorsam, ne okuyorsam kendimi geliştirebilmek adına, bunu ülkeme daha faydalı bir birey olabilmek adına yapıyorum. Hiçbir zaman bazıları gibi “benim artık kurulu bir düzenim var, cennet vatan ama kurulu düzen de öyle ha deyince bırakılmıyor” demedim. Hangi ülkeye gidersem gideyim, hiçbir zaman orayı evim gibi hissetmedim, hiçbir zaman hissedemeyeceğim de.
Ve ben bunu, milletin iradesiyle seçilmiş belediye başkanı ve cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alındığı günün gecesi, cebimdeki son parayı bir uçak biletine verip koşa koşa Saraçhane’ye gittiğim gün çok daha iyi anladım. 19 Mart’tan bu yana Türkiye Cumhuriyeti’nin her bir ferdinin millî iradesi gasp edilmektedir. Birazcık araştırmayla herkes rahatlıkla görebilecektir ki bu, çok tehlikeli bir durumu işaret etmektedir. Millî irade gaspı, toplumun kendi kendini yönetme hakkını elinden almaktır ki, bu durum da ciddi bir insan hakkı ihlalidir. Bizzat Recep Tayyip Erdoğan 2014’teki Belediye Başkanlığı Seçim sürecinde millî irade hırsızlığının, en büyük hırsızlık olduğunu kendisi dile getirmiştir. Söylemleri ve eylemleri bu denli çelişen birinin Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetmeye ne kadar muktedir olduğu da bana kalırsa ülkemizde değinilmesi gereken en elzem problemlerin başında gelmektedir.
Nerede yaşadığından bağımsız her bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının tartışmasız olarak ses çıkarması gereken hadiseler silsilesidir son 3 aydır yaşadıklarımız ve şahit olduklarımız. Zira bugün bizim irademizi gasp edenler eğer durdurulmazsa, hiç şüphesiz ki yarın bizim çocuklarımızın ve hatta onların çocuklarının iradesi bile gasp edilecektir. Millî irade bir topluma verilebilecek en büyük yetkidir. Vatandaşın devlete ve devleti yönetenlere korkmadan “sen benim için, benim sayemde varsın” deme şekildir. Müreffeh yaşamayı en çok hak eden milletimizin bu kudretinin farkına varması ve bu kudretin cesaretiyle, ferasetiyle hareket etmesi elzemdir.
Ne yazık ki, Mustafa Kemal Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ndeki günlerden geçmekteyiz. Bu ülkenin gençleri olarak birinci vazifemizi yerine getirmemiz gerekiyor. Mevcudiyetimizin ve istikbalimizin yegâne temeli budur. Bizler bunu, bize armağan edilen bu Cumhuriyet’e ve en çok da bu Cumhuriyet’i bize armağan edenlere, bu uğurda can verenlere borçluyuz. Bugün demokrasiyi bu denli ilga edenlere karşı demokrasiyi savunup bu görevimizi ifa etmezsek, yarın ne aynada kendi yüzümüze ne de gelecek nesillerin yüzüne bakabileceğiz.
Nerede olduğumuzdan bağımsız, ne yapacağız edeceğiz, bu memleketi otokrasiye, gericiliğe ve yoksulluğa teslim etmeyeceğiz. Gerekirse öleceğiz, fakat memleketimize, cumhuriyetimize hiçbir zaman halel getirmeyeceğiz…
Ece Uğuz
Edinburgh Üniversitesi Uluslararası Hukuk Bölümü’nden
Yüksek Lisans Mezunu


Yorum bırakın