Mumyalardan Müzelere Londra Notlarım

Londra’yı ziyaret eden ne ilk ne de son Türk’üm. Londra, dünyanın diğer tüm şehirleri gibi, şu sıralar Türkiye’nin politik atmosferinden bir nebze kurtulmak isteyen yoğun bir Türk nüfusuna sahip. Sokaklarda gezerken İngilizceden sonra Türkçe ve Rusçayı dikkat çekici şekilde duymak da değerli. Neden özellikle bu iki dilin duyulduğunu sizlerin takdirine bırakıyorum. Özellikle son yüzyılda artan seyahat imkânları sayesinde artık İstanbul’dan Londra’ya gitmek dört saat bile sürmüyor. Schengen bölgesine kıyasla İngiltere’ye vize almanın daha kolay olmasının da bu durumda etkisi var. Bu seyahati yazmak benim için ne kadar cazibeli olsa da on binlerce deneyimden birisi olan bu yazıyı okumak ister misiniz, bundan emin değilim. Ama en azından National Archives’daki deneyimim hakkında yazdığım yazının sonundaki sözümü yerine getirmek isterim. (https://yarininkulturu.org/2025/01/31/ingiliz-ulusal-arsivi/)

Öncelikle, Kraliyet’in Kew Gardens bahçelerini gezmek isteyenlere -önceki arşiv tanıtım yazısında da belirttiğim üzere- yanlarında ek bütçe bulundurmalarını tavsiye ederim. Bahçenin ilkbahar, yaz ve sonbahar mevsimlerindeki halini merak ediyorum. Bir sonraki seyahatim eğer yine kış mevsimine denk gelmezse kesinlikle yeniden gideceğim. Aslında buranın benim için bu kadar ön planda olması da şaşırtıcı değildi. Arşive yakın bir semtte, Chiswick’te ikamet ettiğim için üç duraklı tren yolculuğumun üzerindeydi. Kış mevsimindeki halini görerek hayale daldım, bu hayal bile beni hayran bıraktı.

15 Aralık 2024 Pazar akşamı inmiştim Gatwick Havalimanı’na. 15 Ocak 2025 günü yine aynı havalimanından dünyanın başkenti İstanbul’a dönmek için ayrılırken hem notlarımda ve fotoğraf galerimde hem de hafızamda güzel mi güzel birçok hatıra vardı. Londra’ya gitmeden listemi hazırlamıştım, birçok müze gezdim. Ancak, yazının mahiyeti itibariyle Science Museum, National Gallery, Imperial War Museum, National Army Museum gibi Türkiye’ye dönmeden hemen önce girdiğim müzeleri bir başka yazıya bırakayım.

17 Aralık günü ayağımın tozuyla Natural History Museum’a koştum. Natural History Museum, görkemli binası ve muhteşem koleksiyonuyla beni büyüledi. 19. yüzyılın bilim anlayışının bir hayranı olarak, koleksiyonun oluşturulmasından saklanmasına kadar her detayı beni heyecanlandırdı. Siz bu yazıyı okurken nasıl bir tepki vereceksiniz bilmiyorum ama ilgimi çeken en önemli şey balina sütü oldu. Memeli hayvanlar tasnifinde saydığımız balinaları nedense zihnimde hiç sütle bağdaştırmamıştım. İnsan, inek ve balina sütündeki yağ oranlarını içeren bilgi notu bugüne kadar düşünmediğim bir detaya yöneltti. Aynısı, birazdan değineceğim British Museum’daki mumyayı gördüğümde oldu. Mumya tabutunu ve içindeki mumyalanmış cesedi biliyoruz ama bu tabutun içinin de bir sanat eseri gibi süslendiğini görünce oldukça şaşırdım. Doğa Tarihi Müzesi’nde de insan türlerinden Denisova ve Neandertal DNA’larına ait örnekleri görüp bir sapiens olarak heyecanlandığımı eklemek isterim. Bu müze serencanımda ettiğim koleksiyon dışı bir şahitlik de anaokulu ve ilkokul öğrencilerinin, gezilerinde müzede bulunan önemli parçaları aradıkları, bulduklarında da parçanın önemini ellerindeki defterlere not etmeleriydi. Ağacın yaşken eğildiğini yeniden fark ettim.

British Museum’da bir mumya tabutunun iç çizimleri. (Fotoğraf: Muratcan Zorcu)

Gelelim British Museum’a. British Museum’da çok zengin bir koleksiyon olduğunu söylemek gerekiyor. Türkiye’den giden tarihî eserlerin genelinde Sultan Abdülaziz’in bir fermanına atıf yapılmakta. Boşuna Babıali basını tarafından Sultan Aziz’e şu söz atfedilmiyor, “Memleket-i şahanemde taştan topraktan çok var, götürsünler.” Burayı gezerken de birçok intibam oldu. Birincisi, Ruslar ve Türkler, 19. yüzyılda İngiliz emperyalizmiyle bir şekilde bağımsızlıklarını kaybetmeden dans ettikleri için dünyanın diğer uluslarına kıyasla daha az materyalle tanıtılıyor. Türkiye ve Rusya istila edilmediler, bu detayın altını çizmek isterim. Müzede, Anadolu’nun Türkler öncesi farklı kültürlerine ait zengin bir koleksiyon olsa da Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerine ait eşyalar oldukça az. Kanun, ud ve bağlamalarla gölge oyunu eşyaları gibi 1970’lerde Kültür Bakanlığı’nın girişimleriyle sergilenen  materyaller var. II. Mahmud dönemine tarihlenen bir mezar taşının ve III. Selim’in kılıcının İslam seksiyonuna girer girmez sizi karşılaması da garip bir detay. Oryantalist demek istemiyorum çünkü her müzede 19. yüzyılın erkek egemen bilim anlayışını kırmak için tarihteki, bilimdeki kadın ve LGBTİ+ bireyleri konu edinen belli saatlerde geziler var. Ben gittiğimde Japon kültürüne dair güzel bir sergi de vardı, bu beni bir süreliğine Tokyo’da hissettirdi. Özellikle Çinlilerin yatırımına hayran kaldım, var olan koleksiyonlarının ötesinde kendi koleksiyonlarını geliştirmek için ciddi bir plan ve bütçe ayırdıkları hemen anlaşılıyor. Hatta burayı gezerken Sherlock dizisinin ilk sezonundaki Çin bölümünü andım.

Bu itibarla, bahsedilmesi gereken bir müze de Victoria & Albert Museum’dır. Bu müze belki de uzun bir yazıyı hak ediyor, fakat burada maalesef birkaç satırla geçeceğiz. O yüzden mutlaka gezin, kafesinde atmosferinin keyfini çıkarın. İslam coğrafyası başta olmak üzere Asya ve Avrupa medeniyetlerine dair oluşturulan koleksiyon beni hayran bıraktı. Bellini’nin meşhur Fatih Sultan Mehmed portresinin orijinali de burada bulunuyor. Erdebil halısını, bir yandan da 16. yüzyıla tarihlenen İznik çinilerini incelerken zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Son olarak, müzenin dinlenme alanının atmosferi, yemeği sundukları tabakların detayları bu deneyimi katlıyor.

British Museum’ın Aydınlanma kısmı. (Fotoğraf: Muratcan Zorcu)

British Museum’a gittiğim gün bir plan hatası yapmıştım ve bunu o esnada fark etmedim. Müzeyi yarınlar yokmuşçasına adımladıktan sonra Aydınlanma kısmında kitapların arasında dinlenirken bir şeyi hatırladım. O akşam Royal Opera House’da La Bohème operasına biletim vardı. Müzeden çıkıp bir Uygur restoranında kendime geldikten sonra Opera Evi’nin yolunu tuttum. Covent Garden’daki yılbaşı panayırlarında sıcak şarabın rayihasıyla biraz vakit geçirdikten sonra operaya girdim. Çok özenli giyinmiş kadın ve erkekler birbirlerine eşlik ederlerken henüz tanışmış gençler olarak bizler de yeni bir sohbetin içerisindeydik. 20’lerinin başındaki Brezilyalı bir kadının ikramıyla bu genç kafilesi kendini bir anda şampanyayla süslenen sohbetin içerisinde buldu. Her locanın hınca hınç dolduğu keyifli bir Puccini operası deneyimledik:

il primo bacio dell’aprile è mio!

Il primo sole è mio.”

Royal Opera House’da La Bohème gösterimi öncesi localardaki hareketlilik. (Fotoğraf: Muratcan Zorcu)

Yazının sonuna gelirken Hyde Park’tan hoşlandığımı söylemek isterim ve sizleri 1888 yılına davet ederim. Sizlere, Türkçenin en güzel şiirlerini yazan Abdülhak Hamit Tarhan’ın Hyde Park’tan Geçerken isimli şiirinin son kıtasıyla veda edeceğim. Sizler de bu yazının tesiri altında Hyde Park’a uğrarsanız benim yaptığım gibi bu şiiri, ister göletin köprüsünde, ister göleti seyreden ağaçlardan birinin altında, isterseniz de kitapçıda sakin bir ses tonuyla okuyabilirsiniz.

Güzar ettim bu gurbet-gehte birçok deşt ü deryadan,

Ne gördümse, yazık, tefrik olunmaz şimdi ru’yadan.

Fakat çıkmaz senin âvâz-ı hüznün guş-i hülyadan,

Ölürsem de olur ruhum benim feryad eder bir kuş.

Muratcan Zorcu

Koç Üniversitesi Tarih Bölümü’nde doktora adayı

Yorum bırakın