Londra seyahat serisinin son yazısına hoş geldiniz. İlki, The National Archives’ın tanıtımıydı; Türkiye’den gelecek meslektaşlara bir rehber niteliği taşıyordu. Ayağımın tozuyla yazmıştım. İkincisi British Museum’dan Hyde Park’a uzanan izlenimlerdi ki bunu bir iki hafta önce okudunuz. Şimdi de bir kültür rotası sayılabilecek üç duraktan bahsedip bu konuyu kapatacağım…
Londra’ya ilk kez gelenler soluğu Big Ben’de veya Tower Bridge’de alır. Ben de buraları gecenin rehberliğinde gezdim; hatta Buckingham Sarayı’nın bahçelerinde dolaşırken “Aşkım, beni nerelere getirdin?” diye bağırarak konuşan bir Türk kadınının sesini duydum. Ama Londra’nın kiremit kırmızısı taş binalarının arasında her sabah yürüyüş yaparken kelimelerle inşa edilmiş başka bir şehrin de keşfedilmesi gerektiğini fark ettim. Bu defa rotamı üç özel durak üzerine kurdum: Cecil Court, British Library ve Hatchards. Bu rotayı takip edenler, kitapların peşine düştüğümü hemen anlayacaktır.
Bir Kitap Sokağı: Cecil Court
National Gallery’de on binlerce tablodan ancak birkaç yüzüne dikkat kesilmiş, tıpkı British Museum’dan Royal Opera House’a devam ettiğim günkü gibi yorulmuştum. Öğle saatlerinde yemekten dönerken Covent Garden’ın güneyine doğru yürüyerek Cecil Court’a vardım. Burası minicik bir sokak; yalnızca birkaç adımda baştan sona kat edebilirsiniz. Ama herhangi bir dükkâna girdiğinizde zamanın yavaşladığını hissediyorsunuz. Vitrinlerin arkasında eski haritalar, gravürler ve kitaplar size bakıyor. İlk dükkânlardan birine girdiğimde, hemen müzikle ilgili efemera ve kitapların satıldığı bir yer olduğunu anladım. Bach’ın ve Chopin’in albümlerini inceledim, dosyalar dolusu nota kâğıdına rastladım. Çıkarken, kapının önünde üç sterline satılan opera notalarına elim gitti gitti geldi. Bir diğer dükkânda korku edebiyatının güncel romanları satılıyordu; burası ilgimi çekmediği için hızla turladım. Başka bir dükkânda ise tarihî haritalar satılıyordu. Asya kıtası koleksiyonunu derinlemesine inceledim: çoğu 19. yüzyıl kitaplarının arasından sökülmüş yüzlerce harita. Kafkasya’yı, Hindistan’ı gördüm ama Osmanlı coğrafyasına rastlamadım.
Cecil Court’tan çıkarken yakınlarda başka bir sahafa denk geldim, hemen içeri daldım. Napolyon’un 1840’lara tarihlenen biyografisi özel bir mahfazada duruyordu. Yüz elli sterlin bana ucuz geldi ama alt kattaki başka bir kitap gönlümü çaldı: Julia Cartwright’ın iki ciltlik Isabella d’Este biyografisi, 1903 baskısı. On iki buçuk sterline hemen satın aldım. Sokağın yalnızca kendisi değil, çevresindeki sahaflar da kâğıt kokuyor. Anlatılanlara göre burada eskiden birçok ünlü yazarın ve yayınevlerinin ofisi varmış. Belki de o yüzden havada hâlâ hafif bir mürekkep kokusu var gibi geliyor insana.
Bir Hafıza Mekânı: British Library
Bir başka gün, British Library’nin koleksiyonlarını gezmek için District Line üzerinde bulunan Temple durağında indim. British Museum’a gider gibi bir rota izleyerek yürüyerek kütüphaneye ulaştım. Kırmızı tuğlalarıyla karşınızda yükselen bina, adeta bir hafıza mekânı. İçeri adım atar atmaz geniş, aydınlık bir fuaye karşılıyor sizi. Kat kat yükselen merdivenlerin arkasında, cam duvarlı Kral’ın Kütüphanesi’ndeki kitaplar yer alıyor. Bu bölüm, binanın kalbi gibi.
Hayranlıkla kıskançlık arasında bir hisle, ilk işim kaydımı yaptırmak oldu. Böylece doktora tez kahramanımın tiyatrosunu incelemeye koyuldum. Okuma salonlarını üyelikle kullanabiliyorsunuz. Sessizlik içinde, önlerinde bilgisayarlarıyla oturan lisansüstü öğrenciler, devasa kitapları kucaklamış araştırmacılar… Benim için gayet tanıdık bir evren. O gün tezime odaklandıktan sonra akşam kapanış saatine doğru kütüphanenin satış mağazasına uğradım. İngilizceye ilk kez tercüme edilmiş İncil’in tıpkıbasımını yapmışlar; hayran kaldım. Çıkışta ise sağlam bir yağmura yakalandım ve aklımdan şu geçti: “Londra’da yağmur, kitap ve kütüphaneler; birbirinden ayrılmayan tek bir cisim gibi.”
Kraliyet Ailesinin Kitapçısı: Hatchards (Since 1797)
Türkiye’ye dönmeden ziyaret etmeyi planladığım bir mekândı Hatchards. 1797’de John Hatchard tarafından kurulduğunu bir arkadaşımdan duymuştum. Hatta bir kitap ayracı siparişi bile almıştım. Buraya giderken önce Kahve Dünyası’na rastladığıma şaşırarak yoluma devam ettim. Chiswick’e adım atar atmaz karşıma çıkan Yurtbay Seramik ve İstanbul Meyhanesi’nden sonra bu da beni şaşırtan bir andı. Rotamın son durağı Hatchards’tı, bu yüzden Piccadilly’e yöneldim.
Burada, Londra’nın en eski kitapçısı sizi bekliyor. Beş katlı, koyu ahşap rafların karşıladığı bir bina. Yumuşak halılarda yürürken her köşe başka bir keşif sunuyor. Giriş katta yeni çıkan kitaplar sizi karşılıyor, klasiklerin Harvard Üniversitesi’nden çıkan o meşhur yeşil ve kırmızı kapaklı serileri ise ağzınızın suyunu akıtıyor. İlk keşfim ise Boris Johnson’ın imzalı Unleashed kitabının sekiz sterline satıldığı köşeydi; kitaplar sanki yere atılmış gibiydi. Neredeyse her rafın önünde oyalandım. İçinde güzel kokteyl tarifleri olan bir kitap satın alarak kasaya yöneldim. Hatchards’ın özel poşetlerinden birine konulduklarında kitaplar daha da değerli hissettirdi. Çünkü bence burada alışveriş yapmak, kitap almak bir geleneğe ortak olmak demek. Arkadaşımın ayracını da o poşete koydurdum.
Farklı günlerin farklı saatlerinde keşfettiğim bu üç durak bana bambaşka bir deneyim yaşattı. O günlerin sonunda Chiswick’e dönerken çantamda hep birkaç kitap, havada biraz yağmur kokusu ve zihnimde yeni deneyimlerin tadı vardı. Londra’nın, her ziyaretimde bana yeni bir kitap hediye edeceğini hissediyorum.
Muratcan Zorcu
Koç Üniversitesi Tarih Bölümü’nde doktora adayı


Yorum bırakın