Amerika Birleşik Devletleri, özellikle son seçimde çok kaotik bir ortamda seçime gitmiş ve bu noktada seçimlerde rakibi Kamala Harris’i yenerek ABD’nin yeni başkanı Donald Trump olmuştu. Bu seçimler oldukça önemliydi; zira ABD hem iç politika da hem de dış politikada belirli krizlerle boğuşuyordu. Bu krizlerin en büyüğü şüphesiz Rusya-Ukrayna Savaşı’ydı. Bunun dışında Çin ile olan ilişkiler derin bir dış politika karmaşası içindeydi. ABD’de Donald Trump başkan seçildikten sonra ilk aşamada Rusya ile diyaloğu hemen başlattı, Çin’e yüksek gümrük tarifeleri uyguladı, Grönland’ı almak istedi ki bu doğrultuda Louisiana Valisi olan Jeff Landry, Grönland Özel Temsilcisi yapıldı. Avrupa Birliği ile sorunlar yaşadı ve bugün de Venezuela sorunu gündemde. Bu konular Donald Trump’ın oluşturmak istediği yeni bir düzeni de işaret ediyor; yani kendi söylemiyle “Önce Amerika.” Bu siyasal yorum müttefiklerini yorduğu gibi aslında dünya düzeninde de belirli kırılmaları doğrudan tetikliyor diyebilirim.
Bugüne baktığımız zaman Rusya-Ukrayna Savaşı’nda barış görüşmeleri devam ediyor fakat bir belirsizlik söz konusu. Bu da savaşın daha da uzamasını beraberinde getiriyor. ABD’nin politikaları Avrupa’da ve Asya’da yeni kırılmaları tetikleyecek sorunları peş peşe getiriyor aslında. Bu doğrudan Türkiye’nin konumunu da etkiliyor.

Türkiye açısından bakıldığında, Donald Trump’ın başkan seçilmesinin ardından bazı sorunlar varlığını sürdürmüştür. Bunların başında S-400 meselesi ve buna bağlı olarak ortaya çıkan F-35 süreci gelmektedir. Ayrıca Suriye konusu da bu dönemde önemini ve karmaşıklığını korumaya devam etmiştir. Genel olarak Trump’ın liderlik anlayışı Türkiye ile diyaloğu canlı tutsa da, asıl belirleyici unsur bu sorunların ne ölçüde çözüme kavuşturulacağı olmuştur.
S-400 SORUNU
S-400 sorununu doğrudan başlatan gelişme Suriye’de 2011 tarihinde başlayan iç savaş sürecidir aslında. Bu dönemde Türkiye, sınırına kadar gelen tehditler ve hava topu saldırıları sonucunda bir hava savunma sistemi almak istedi. Bu süreçte NATO müttefikleri 2012 tarihinde belirli hava savunma füzeleri tedariklerini Türkiye’ye yaptılar fakat bunlar geçiciydi ve önlemler arttırılmalıydı. Suriye iç savaşında özellikle YPG terör örgütünün bölgede güç kazanması Türkiye’ye doğrudan tehditleri daha fazla arttırdı fakat bu noktada Türkiye sınırını temizlemek adına 2018 tarihinde Barış Pınarı Harekâtı ve ardından 2019 tarihinde Fırat Kalkanı Operasyonu’nu gerçekleştirdi. Bu operasyonlar sonrasında NATO müttefikleri İspanya dışında Patriot bataryalarını geri çektiler. Bu çerçevede Adana’da İspanya’ya ait Patriot bataryaları kaldı. Bu da Türkiye’nin hava savunması için asla yeterli değildi.
Bu sorunun çözümü için ilk aşamada bir ihale açıldı fakat Türkiye, sistemi sadece satın alma girişiminde bulunmadı ayrıca ortak üretim ve teknoloji transferi de istedi. Bunun sebebi aslında Türkiye’nin bu sisteme vakıf olması ve süreç içerisinde kendi yerli üretimini sağlamak istemesinden kaynaklıydı. Bu çerçevede Çinli bir şirket olan CPMIEC şirketinin geliştirdiği FD-2000 Türkiye açısından faydalı bulundu. Bu sistemin kabul edilmesi ve iptal süreci ise Çinli şirketin ABD yaptırım listesinde bulunması ve NATO’dan itiraz gelmesiydi. Bu itirazlar sonucu ihale iptal edildi. Bu süreçte ABD’den Patriot alınmak istendi fakat üretici şirket teknoloji transferine yanaşmadı. Ayrıca ABD istemleri oldukça pahalı sistemler diyebiliriz. Bu noktada ihalede ikinci olan İtalyan-Fransız ortak yapımı SAMP-T için görüşmelere başlandı fakat Suriye’de gelişen atmosfer oldukça karışık durumdaydı ve hava savunma sistemleri acil alınmalıydı. Suriye’de Rus uçağının düşürülmesi ardından Rusya ile siyasi açıdan dış politikada yaşanan zorluklarda hava savunma sistemini Türkiye adına zorunlu kılıyordu. Türkiye-Rusya görüşmeleri bu çerçevede tekrar başladı. Rus uçağının düşürülmesi ve ikili görüşmelerin başlaması arasında birkaç yıllık süreç sonunda ikili ilişkilerde düzelme görünürken bu görüşmelerden önemli bir kararda çıktı; zira bu görüşmeler sonucunda 2017 tarihinde Rusya ile S-400 hava savunma sistemleri noktasında anlaşıldı. Burada 2,5 milyar dolarlık bir sistem alındı. Ayrıca planlanan S-500 üretimlerini ortak yapmaktı diyebiliriz. Burada önemli olan konu Türkiye’nin aciliyetiydi; zira sınırında büyük bir sorun söz konusuydu ABD ile anlaşılmaması Türkiye’yi acil bir noktada Rusya’ya yöneltti hem de süreç içerisinde Rusya ile olan ilişkiler düzeltildi.
Sorun burada başladı aslında. ABD ve NATO bu alıma ilk noktada sert tepki gösterdi; zira S-400 sistemleri NATO ile uyumlu değildi yani S-400, NATO savunma ve radar sistemlerini entegre edilemiyordu. İlaveten NATO ülkeleri hava savunma sistemlerini tek bir merkezden birbiriyle bağlantılı şekilde yürütüyor yani S-400 sistemleri bu ağa bağlanamaz; zira Rus yazılımı NATO entegresine dahil olabilir. Ayrıca F-35 savaş uçağının kabiliyetleri hakkında bilgi de toplayabilir. NATO içerisinde bu çekinceler çok yoğundur bu sebebiyetle NATO ağlarına bağlanmayan bir hava savunma sistemini Türkiye tam kapasite çalıştıramıyor. Bunun yanında ABD, Rusya’nın silah satışından para kazanmasını ve dünya üzerindeki etkisini arttırmasını engellemek amacıyla Rusya’dan silah alan ülkeleri CAATSA yaptırımları altına alıyor. Bu, Türkiye’nin şu an dahil olduğu yaptırımlardan biri. Türkiye ayrıca ortağı olduğu ve 1,6 milyar dolar yatırım yaptığı F-35 programından da çıkarıldı ve en gelişmiş uçaklardan birini almayı kaybetti. Bu süreçte bakıldığında sorun olarak görülen konu F-16’ların yaşlanması, Türkiye bu süreçte bu uçakları modernize ediyor ayrıca yenilerini almak için de ABD ile pazarlıklar yürütüyor. Bu süreçte en büyük sorunlardan diğeri de Yunanistan’ın Ege’de hava üstünlüğünü zorlaması oldu. Bu süreç bugüne kadar böyle ilerledi ve ikili ilişkilerde büyük sorunlara sebebiyet verdi fakat Donald Trump’ın ABD Başkanı olması sonrasında özellikle sorunlar liderler arasında çözülme aşamasına geldi diyebiliriz. Burada önemli olan sorun S-400’lerin durumu. Türkiye bu hava savunma sistemini geri iade edebilir fakat buna Rusya yanaşmayabilir. Ayrıca satılması planlansa dahi Rusya’dan onay gelmesi gerekli. Bu da bir sorun. Zira asıl nokta ABD’nin istediği bu savunma sistemine doğrudan sahip olmamaktan geçiyor ama bunun içinde formüller kısıtlı diyebiliriz. S-400 parçalara ayrılabilir ve sistemin çalışmasını tamamen bu şekilde durdurabilir. Bu noktada çalışmaması Türkiye açısından F-35 programına geri dönmek ve CAATSA yaptırımlarının kaldırılması demek ki bu çok güçlü siyasi bir başarı olacaktır. Donald Trump’ın başkanlık süreci en azından bu süreç için bir umut ışığı yarattı diyebiliriz. Fakat S-400’ün geri verilebilmesi veya satılması çok zor gözüküyor demiştim; zira Rusya bu sayede NATO içerisinde bir çatlak oluşturuyor ve NATO’nun en büyük askerî gücü Türkiye’yi teknolojik askerî araçlardan mahrum bırakıyor diyebilirim. Bu ara formülde alternatif senaryolar ne olacak göreceğiz.
Bu noktada diğer bir konu Suriye meselesiydi. Bilindiği üzere Suriye’de bir devrim yaşandı ve Esed rejimi devrildi. Bu süreç içerisinde Suriye tekrar hür ve özgür bir yapıya kavuşturuldu. Kısaca Türkiye’nin en büyük siyasi başarılarından biri Suriye’de gerçekleşen devrimdir diyebiliriz. Bu çerçevede Suriye’de hâlâ sorunlar söz konusu. İlk aşamada Donald Trump 2019 tarihinde Suriye’ye getirilen Sezar yaptırımlarını kaldırdı. Bu, Suriye’nin batı ekonomi sistemlerine entegresi adına oldukça önemli bir gelişme ve bu gelişmede doğrudan Türkiye etkili bir oyuncu oldu. Bir diğer konu ise SDG/YPG terör örgütünün Suriye’deki varlığının ne olacağı bu çerçevede Suriye devrimi sonrasında 10 Mart Mutabakatı ile SDG/YPG doğrudan Suriye’nin yeni hükûmeti bir anlaşma taslağı kurdu. Bu anlaşmada Suriye’deki tüm azınlık gruplar güvence altına alındı ve SDG/YPG kontrolündeki bölgelerin Şam’a bağlanması kararlaştırıldı. Bu noktada SDG/YPG terör örgütü Suriye ordusuna dahil edilecekti. Fakat mutabakat bugün uygulanmıyor ve SDG/YPG terör örgütü bölgede tekrar özerk bir güç kazanmaya devam ediyor diyebiliriz. Bu şöyle yorumlanabilir SDG/YPG İsrail’in bölgede yayılmacı hedeflerini ve azınlıklar üzerinde bir etki yaratmasından güç alıyor ve mutabakatı uygulamayı geçiştiriyor. SDG içerisinde düşünceler farklı bir noktada belirli bir kısmı entegrasyonu savunurken diğer bir kısım daha muhalif durumda bu da süreçte tıkanıklık yaratan ikinci bir konu. Bunu İsrail’in bölgedeki varlığı ile de okumak gerekli diye düşünüyorum. Bu noktada ABD’nin görüşleri de önemli bir nokta oluşturacaktır; zira bölgede SDG/YPG terör örgütünün güçlenmesi Türkiye’nin ulusal güvenlik politikalarına doğrudan ters bir konu içeriyor. Bu çerçevede SDG/YPG ya Suriye hükûmeti ile mutabakatı tam bir şekilde uygulayacak ya da Türkiye bölgede operasyonu hızlandıracak ki görüntü SDG/YPG terör örgütünün bir oyalama taktiği yürütmesi gibi gözüküyor. ABD-Türkiye ilişkilerinde Suriye içerisinde yeni senenin konusu bu olacak. Suriye içerisinde ABD aynı zamanda Türkiye-İsrail arasında dengeleme politikası üzerine çalışacaktır.
RUSYA İLE İLİŞKİLER
Türkiye–ABD ilişkilerinde öne çıkan bir diğer başlık, Türkiye’nin Rusya ile yürüttüğü enerji ilişkileri olmuştur. Donald Trump’ın başkanlığı döneminde Rusya ile bir diyalog zemini oluşsa da, Moskova’nın barışa yalnızca kendi koşulları çerçevesinde yaklaşması ve Ukrayna’nın bu sürece ikna edilememesi, müzakerelerin tıkanmasına yol açmıştır. Bu durum ise Rusya’nın enerji alanındaki gücüne yönelik yaptırımların devreye sokulmasını beraberinde getirmiştir. Trump Rus petrol devleri Rosneft ile Lukoil’e yaptırım uygulayarak ilk düğmeye basmıştı ve ayrıca Rusya’dan enerji alımları noktasında Hindistan’a gümrük tarifesi cezası kesildi ve Çin’e yine gümrük tarifesi tehdidi gelmişti. Bilindiği üzere Türkiye Rusya’dan enerji alımlarına devam ediyor ve savaş süresince de satın alımları artırarak devam etti. Bu çerçevede Trump Türkiye’nin Rusya’dan enerji alımı yapmasını istemiyor diyebiliriz; zira Rusya enerji geliri elde ettikçe barış masasına oturtulamıyordu. Özellikle yaptırımların artması sonrasında Türkiye, Rusya’dan enerji alımlarını kesmediyse de çeşitlendirmelerini arttırdı. Bu noktada ABD’den ve çeşitli şirketlerden LNG alımları arttırıldı, Rusya’dan petrol alımında azaltmaya gidildi ve süreç içerisinde Türkiye enerji rotasını çeşitlendirmiş oldu. Burada asıl önemli olan konu Türkiye’nin enerji noktasında Rusya’ya bağımlılığı; zira belirli tarihlerde Türkiye yaptırımlar olsa da enerji alımları noktasında muafiyet alıyordu fakat bu dönemden itibaren çeşitlendirme çalışmaları hızlandırıldı. Ayrıca Karadeniz’de gaz arama çalışmaları ve Gabar’da petrol arama çalışmaları Türkiye’nin iç tüketimine önemli katkı sağlamaya devam ediyor. Türkiye-ABD arasında ayrıca nükleer enerji konusunda bir anlaşma da imzalandı ve küçük modüler reaktörler alanında bir birliktelik oluştu. İki ülke çok boyutlu ortaklığı nükleer enerji alanına da taşımış oldu. Ayrıca enerji bağımlılığını azaltmak adına Türkiye, Rusya ile Akkuyu Nükleer Tesisini inşa ediyor ve bu reaktörlerin tam kapasite çalışmaya başlaması sonrasında Türkiye elektrik ihtiyacının %10’unu buradan karşılamaya başlayacak. Türkiye, ayrıca Sinop ve Trakya’da yeni nükleer tesisler inşa etmek istiyor. Bu noktada ABD bu yardımcı ülkelerden biri olabilir. Türkiye, enerji alanında çeşitlendirmelerini arttıracağı için ABD ile enerji iş birliklerinin kapısını daha fazla aralamış oldu ve ikili ilişkileri geliştirme noktasında da oldukça başarılı hamlelerden biri diyebiliriz. Özellikle Türkiye’nin enerji merkezi olma hedefi doğrultusunda bakıldığında.
Özellikle Türkiye-ABD ilişkilerinde Gazze meselesi de ayrı bir dosya bu noktada. 7 Ekim sonrasında İsrail Gazze’de ve Batı Şeria’da birçok askerî operasyon düzenlendi ve binlerce sivilin hayatını zindana çevirdi. İsrail, ayrıca bölgede yayılmacı hedefleri olan bir devlet ve bu bölgeyi bir ateş çemberi altına alıyor. Suriye’de İsrail yayılmacılığı ayrıca azınlıklar üstünde güç sahibi olarak Suriye’nin bütünleşmesini doğrudan etkiliyor. Bu, Türkiye’nin dış politika dosyasında en büyük sorunlardan biri; zira komşusu Suriye’nin devrim sonrasında düzen sisteminin entegre olması, bölgeden göç akınlarının kesilmesi, aynı zamanda Türkiye’den Suriye’ye gidecek olan kişilerin artması demek onurlu bir dönüş fakat İsrail’in bölgedeki emelleri düzeni doğrudan engelliyor. Gazze noktasına dönüldüğünde Trump’ın girişimleri ve Türkiye’nin bölgesel etkisiyle bir ateşkes söz konusu. Ateşkesin ilk aşamasında rehine değişimleri söz konusu oldu ve Hamas burada elindeki rehineleri ateşkeste planlanan sayılarla kabul etti ve uyguladı. Fakat İsrail, bölgede tekrar saldırılarını arttırdı. Özellikle bu saldırılar Türkiye’nin gözünde ateşkesin ihlali noktasında riskler oluşturmaktadır. Türkiye’nin Gazze politikası Gazze’nin Gazzeliler tarafından yönetilmesi; ikincisi, Gazze topraklarının hiçbir şekilde bölünmemesi; üçüncüsü ise Gazze’de yapılacak her şeyin Gazzeliler için yapılması esaslarına doğrudan dayanmaktadır. Bu noktada Gazze konulu toplantılarda Türkiye doğrudan bu kırmızı çizgileri sıralıyor diyebiliriz. Ateşkes ihlalleri konuşulsa da rehinelerin teslimi sonrasında ikinci aşamaya geçilecek. Bu planda öne çıkan detay özellikle ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın Gazze Şeridinde oluşturulması planlanan uluslararası güce Türkiye’nin katılımı noktasıydı. ABD’nin gözünde Türkiye “bölgedeki en büyük ve en etkili kara gücüne sahip ülke” ve Hamas ile diyalog içerisinde bir ülke” olarak görüldüğü için Gazze meselesinde Türkiye’nin varlığı ABD için şart görülüyor. Özellikle Trump’ın dış politik görüşünde bu böyle işliyor diyebiliriz. Bu “Uluslararası Güç” noktasında Türkiye’nin askerî varlığına karşı çıkan ülke ise İsrail ve bu noktada ABD’nin ikna edici rolü ve bölge dinamikleri süreci gösterecek. Gazze meselesinde Türkiye ve ABD birlikte çalışmaya devam edecektir fakat Gazze konusunda çözümün en büyük engeli şüphesiz İsrail olacaktır.
Sonuç İtibariyle Donald Trump sonrası ilişkilerde birlikte çalışma erişimi daha yüksek bu daha net olarak konuşulabilir. Özellikle ABD’nin yeni Ulusal Güvenlik Stratejisine baktığımızda bu strateji Trump esintilerini direkt olarak yansıtıyor diyebiliriz. Bu stratejide “Önce Amerika” fikri öne direkt olarak çıkıyor. Bu, ABD’nin özellikle klasik dış politika ilkelerinden hızlı bir geri dönüşü simgeliyor. Yani ikili anlaşmalar, ekonomik milliyetçilik kısaca somut ulusal çıkarlara odaklanan gerçekçilik dönemi diyebiliriz. Ulusal güvenlik stratejisinde diğer bir önemli konu ABD’nin batı yarımküreyi münhasır nüfuz alanı ilan etmesi; yani bir nevi Monroe Doktrini entegresi olduğunu söyleyebiliriz. ABD’nin amacı kendi nüfus alanı olan batı yarımkürede Çin etkisini kırmak olacak. Bu durum da askerî varlığını dünyanın diğer noktalarında çekmesini beraberinde getirecektir. Bugün Venezüella’nın abluka altına alınması ya da Porto Riko’ya F-35 Lightning savaş uçaklarını konuşlandırması bu politikanın resmî aşaması. Ayrıca NATO içerisinde savunma bütçesinin %5 olması talebi özellikle müttefiklerin güvenliğini koşulsuz olarak kabul etmeyeceğini gösteriyor. Bu noktada özellikle Avrupa kendi güvenliğinden doğrudan sorumlu olacak. ABD’nin ulusal güvenlik stratejisinde Orta Doğu’ya bakıldığında askerî varlığın azaltılması ilk kural olarak gözüküyor fakat İran’ın baskılanması şart koşulmuş kısaca yeni düzende bir kırılmanın işareti diyebilirim. Bu kırılma müttefiklerin kendi başının çaresine bakması demek olacak. Türkiye açısından bakıldığında özellikle Suriye’de bir alan açılmış olacak fakat ABD’nin geri çekilmeleri rakiplerinin boşluğu doldurması anlamına da gelebilir. Bu noktada Türkiye nüfus alanı oluşturmalıdır, özellikle Suriye’de. Avrupa’da ABD’nin geri çekilmesi özellikle Rusya tehdidinin arttığı bu dönemde Türkiye’yi stratejik aktör yapabilir. Özellikle savunma sanayisi hızla güçlenen bir Türkiye, Avrupa ile olan ilişkilerini daha da ileri taşıyacaktır diye düşünüyorum. Bu çerçevede Avrupa silahlanma sürecinde olduğundan dolayı Türk savunma sanayisi önemli bir kapı oluşturacak, kısaca vazgeçilmez ortaklık diyebilirim. Türkiye-ABD ilişkilerinde kritik olan konu NATO içerisinde de sürekli konuşulan yük paylaşımı meselesi. Türkiye, savunma sanayisi alanında ilerlemesini sağlarken bu sayede NATO içerisinde yük paylaşımı Türkiye açısından da paylaşılacak ve Türkiye’nin stratejik pozisyonu da güçlenecektir. İkili ilişkilerin ana hattını ise liderler diplomasisi olarak yorumlamak gereklidir. Kısaca ABD’nin kendi içine dönmesi Türkiye’ye manevra alanı kazandıracaktır diyebiliriz.
Mustafa Metin Kaşlılar
Uludağ Üniversitesi’nde Türkiye Cumhuriyeti Tarihi alanında yüksek lisans öğrencisidir.

Yorum bırakın