Chris Selçuk Erenerol
Brüksel Serbest Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü Yüksek Lisans Mezunu ve Türk Ortodoks PATRİKHANESİ Basın Sözcüsü Yardımcısıdır.
Laiklik, sekülarizm ve devlet dini konuları çokça tartışılan ve pek az üstüne uzlaşılan alanlardır. Öncelikle bu kavramların özünde ne olduğunu, nasıl işlediklerini ve kullanıldıklarını anlamak şarttır.
Sadece kendi ülkemizin akademik çevrelerinde değil aynı zamanda yurtdışında, Anglofon ve Frankofon literatürde de laiklik ve sekülarizm kavramları üzerine uzlaşı bir hayli güç ve savunurlarını bölen çalışma alanlarıdır. Bu sebepten ötürü, her çalışan gibi, ben de bir yerde kendi okumalarımdan ve çalışmalarımdan yola çıkarak kabul ettiğim anlayış üzerinden, kavramları Türk literatürü çerçevesinde tanımlayıp açıklayacağım.
Laiklik, insan onurunun, her yönüyle, devlet aygıtının baskılarına karşı koruması ve her hususta adaleti sağlamasıdır. Her bir devlet belli inanç kalıpları içerisinde kurulur. Yönetim biçimleri, yasaları ve bunların uygulanması bu inanç sistemi üzerine şekillenip gelişir. Laikliğin bu hususta en önemli görevi, bir milleti oluşturan bütünün parçalarına bakmaksızın vatandaşları başta hukuk önünde eşit ve adil bir şekilde yer almalarını sağlamaktır. Sosyal adaletsizlikleri mümkün mertebe ortadan kaldırmaya yönelik girişimlerde bulunması ve kişileri başta din temelli bir ayrımdan uzak tutmasına yöneliktir.
Laik olan bir devlet sistemi bile bir inanç yapısı ve anlayışı üzerinde şekillenir. Bunu yadsımak ya da salt tarafsız ve adil bir anlayışın egemen olabileceğini düşünmek başlı başına bir hatadır. Laikliğin buradaki görevi, bu ideal düşünce yapısının oluşabilmesi adına asgari şartları oluşturma çabasıdır. İdeal bir devlet yapısı zaten ütopik ve gerçeklikten bir hayli uzaktır. İnsanın oluşturduğu ve kurduğu farazi kavramlar ne denli istismara açık olsa da belli başlı koruma mekanizmaları her zaman tarih sahnesinde yerini alır ve almaya da devam edecektir.
İşte bu bağlamda laiklik, özellikle modern devlet yapılanmasında ve modern toplumların geldiği bireysellik ve ayrımcılığa açık yapısında hayati bir önem taşımaktadır. Bu nedenle laikliği başta kavramsal olarak iyi bir şekilde özümsemek ve nasıl çalıştığını, uygulanabileceğini anlamak elzemdir.
Devletlerin laikliği seçmesi bir yandan anayasal bir tercihken öte yandan da kültüreldir. Ulaşılmak istenen mutlak adalet kavramı ve adil bir toplum yapılanması illa laikliğin kabulüyle olmak zorunda olmasa dahi, perde arkasında, hukuki ve siyasi boyutta laik bir bilincin içselleştirilmesiyle mümkündür. Laiklik, ne denli din ve devlet işlerinin ayrımının çok ötesinde ve derin bir kavram olsa da belki de siyasal sahne için en önemli katkısı dinin toplumsal mühendislik ve yönetim için kullanılmasının önünde bir engel oluşudur. En nihayetinde, insan eliyle kurulmuş kavramlar ne denli tarihsel sağlamlığa dayansa da her kavram ve kurum yapı itibariyle çürümeye ve yozlaşmaya meyillidir. Bu yüzden özellikle laiklik taviz vermeyen bir yapıda, çoğunluğun iyiliği adına, uygulanmak zorundadır. İktidar hiçbir zaman onu seçen çoğunluğun tarafı olmamalıdır. Empoze edilen ideolojiler bazı zamanlarda dinden bağımsız dahi olsa laiklik vatandaşları her türlü ayrımcılıktan ve istismardan korumakla mükelleftir.
Peki “inanç” nedir ve devletler nasıl inanç üzerine kurulurlar? Öncelikle inancı ve inanma isteğini ele alacak olursak, inanma isteği insan doğasının en temel ihtiyaçlarından biridir. İnançlı veya inançsız olmak insan özünün bilinmeyenlere karşı ortaya koyduğu bir tepkidir ve bir şekilde artık yapımıza kodlanmıştır. Her insanın inanma veya inanmamayı seçmesi inandığı değerler doğrultusunda bir etik ve ahlaki yapı bütünlüğü oluşturur. Aynı insanların inançlarını kategorize etmesi ve bir araya getirip hareketlerini ve kararlarını ona göre alacak olması gibi; bir araya gelen insan grupları da üst bir yapı, yani devlet ve alt kurumları, oluştururken bunları aktarır. Aktarılan bu inanç sistemi ve bütünü, devletin yapılanması ve tarihselliği uyarınca doğrudan ya da dolaylı şekilde tesir edebilir. Bu tesir, her yönetilen halkta vuku bulabilecek hareketler tarafından ya reddedilir ve değiştirmeye gidilir ya da olduğu gibi kabul edilir. Dayatılan inanç sisteminin burada pozitif veya negatif bir bağlamda olması esasen araştırmalar için de önemli değildir. Lakin her toplum kendi tarihselliği ve kültür gelişimi üzerinden bu değerlendirmeleri yapar. Araştıran kişi bu bağlamda kendi düşünce yapısı üzerinden farazi bir ülkenin iç dinamiklerini incelerken tek eksenli yorumlayabilir.
İnanç ve din konusuna dönecek olursak, Durkheim, Weber ve Tillich’e göre, din —ve uzantısıyla inanç— insanların cevap veremedikleri sorular karşısında çözüm arayışı, kendilerini iyi hissetmeleri ve sosyal ilişkiler kurmasını sağlayan bir kavram olarak görülebilir. Durkheim’ın yaklaşımında din aynı zamanda sosyal grupların bağını artırması ve bir yerde de millet kavramının şekillendirilmesidir. Bu da tabii ki devletlerin oluşumunu ve tarih içerisinde gelişimlerini doğrudan etkilemektedir. Bu yüzdendir ki devletler her zaman belli inanç kalıpları içerisinde doğar, gelişir ve tarihin tozlu raflarına kalkmalarına sebep olur. Dinin bireyselliğin merkezinde olması devlet nezdinde, kurumlarında ve hatta hukukunda olmayacağı anlamına gelmez. En nihayetinde bütün bu kavramlar insan eliyle oluşturulmuştur. Koyulan kaidelerin dönemin ruhuna göre evrilmeyeceği ya da bütünüyle değişmeyeceği üzerine bir kesinlik yoktur.
Laiklik ve sekülarizm olgularını anlayabilmek adına öncelikle “devletlerin dini olmaz” anlayışını bir kenara bırakmamız gerekmektedir. Ne modern devleti ne de demokrasi öncesi devlet yapılanmalarını devlet dininden bağımsız düşünmemiz mümkün değildir. Zaten ortada bir devlet dini ya da din baskısı bulunmasaydı laik ve seküler dalgalar veya devrimler oluşamazdı. Sekülerleşen dünyamızda bile hali hazırda devlet dini olgusu ve genel bir inanç sistemi bulunmaktadır. Hatta ve hatta, Berger’in teorisi olan desekülarizasyon kavramına göre de modern dünyamız aksine git gide seküler olgulardan uzaklaşmakta ve yeniden bir inanç eksenine oturmaktadır. Sosyal olguların ve ilişkilerin direkt olarak bir laboratuvar ortamında incelenememesinden ötürü aslında kurulmuş ve kabul görmüş teorilerin de değişebilmeleri olgusunu kabullenmemiz ve ona göre incelememiz elzemdir.
Kısaca laiklik ve sekülarizm olgularını, çıkış noktalarını ve esasen tam olarak birbirlerinden nasıl ayrıldıkları konusunu inceleyelim. Laiklik Yunanca kökenden gelip, ruhban sınıfı dışında kalan halkı temsil ederken, sekülarizmin kökü Latinceden gelip döneme ait olan demektir. Yani bir tarafta direkt olarak ruhban sınıfının etkisini kırmak isteyen bir halk yapısı varken diğer tarafta çağın gerekliliklerini savunan bir anlayışla karşılaşıyoruz. Buradan yola çıkarsak ve üstüne biraz kafa yorarsak zaten iki kavram arasındaki öz farkı anlayabiliyoruz. Frankofon ve Anglofon literatür arasındaki bu çatışma bahsettiğimiz kavramların kullanımını bizim dilimize de yansıtmıştır. Halbuki bu iki olgu birbirini karşılayan kavramlar değildir.
Üniversitede siyaset veya sosyoloji derslerinde belki sizin de karşılaşmış olduğunuz bir cümle olabilir: Türkiye laik ama seküler değil. Çalışmalarıma daha başlamamış olduğum zamanlarda bile bu cümleyi anlamlandıramaz ve neden böyle kullanmayı tercih ettiklerini sorgulardım. Sonrasında da gerçekten bir anlam ifade etmediğine kanaat getirdim. Bu bağlamda tabii ki de sekülarizmi nasıl tanımladığınız ya da hangi değerler üzerine sekülarizmi inşa ettiğiniz önemlidir lakin buna rağmen anlam bütünlüğü olarak hangi kapıya çıkmak istediklerini hala oturtabilmiş değilim…
Laiklik yapı itibariyle farklı şekillerde uygulansa dahi esas görevi devlet-kamu nezdinde inanca dayalı olabilecek her türlü adaletsizliğe mutlak müdahale ederek eşitsizliklerin ortadan kalkmasını sağlamaktır. Bu hiçbir şekilde laikliğin dinsizliği savunduğu ya da topluma dinsizlik dayatmak istediği anlamına gelmez. Aksine dini çoğunlukların azınlıklara karşı üstünlük kurmasını engeller. Sosyal yaşamı mantık çerçevesinde inşa eder ve inanç olgusunun insanlar üzerinde baskı kurmasını önler. Ne denli siyasal dinciler laikliği bir “ateist toplum inşası” olarak göstermeye çalışsalar ve başka bir argüman kurmaktan yoksun olsalar da artık bunlara inanmanın modası da geçmektedir. Laik devlet anlayışı ancak ve ancak toplum üzerinde kendi inanç sistemini empoze etmek ya da inançları manipüle ederek siyasal erki ellerinde tutmak isteyenler tarafından kötülenmek istenebilir.
Seküler devletlere baktığımızda ise (ki bu tanımın sınırlarını belirlemek zordur) din hayatın merkezinde rasyonel gelişmelerden ötürü organik şekilde görülmese dahi devlet-kamu ilişkileri arasındaki yeri bulanıktır. Bu şu demektir, sekülarizm yalnızca tek bir baskıcı unsura karşı kendini ortaya koymaz. Halk, ekonomik ya da siyasi sebeplerden dolayı dini kullanan ruhban sınıfına karşı tavır alabilir. Bunlardan belki de en güzel örnek Amerika Birleşik Devletleri olabilir. Siyasal olarak tarihselliği din ile iç içe geçmiş olan ABD şu an seküler ülkelerin başında gelmekte, hatta ve hatta laiklik kavramının kullanıldığı bazı makalelerde Fransa’dan dahi önce “laik” olduğu kabul edilen bir ülkeyken; ekonomik olarak bambaşka bir ahlaki yapıyı oturtmuşlardır. Burada kurmaya çalıştığım hipotez ise, esasen ABD’nin siyasal spektrumda seküler bir devlet olmadığıdır. Yargı erkine baktığımızda ne denli güçlü ve bağımsız bir sistemi olsa dahi siyasal yaşamı tamamen tarihselliğinden gelen dini motiflerle süslenmiştir. Bu bağlamda ABD’yi laik olarak addetmek bir yanda seküler olarak spektruma oturtmak bile imkansız sayılabilir. ABD’nin laik olduğunu iddia eden makalelerin ne akademik ne de reelpolitik yönünden hiçbir geçerliliği ya da ciddiyeti yoktur…
Seküler devlet olgusunu ele aldığımızda, bu yüzden, en çok dikkat etmemiz gereken konulardan biri bu dalgaların öncelikle farklı alanlarda oluşabileceği ve esasında, laikliğe kıyasla, direkt olarak yasaklardan ya da kısıtlamalardan bahsetmemesi olabilir. Seküler devlet genel bağlamda din ve devlet işlerinin bir ortaklık üzerine ve karşılıklı anlaşmaya dayalı şekilde ilerlemesini göz önünde bulundurmayı tercih eder. Laiklik ise farklı inançlardan oluşabilecek eşitsizliği direkt olarak müsemma göstermeksizin kamu nezdinden kaldırmayı hedefler.
Bu karşılaştırmalar üzerine tekrar etmemiz gerekirse, “Türkiye laik ama seküler değil” sözü belki şimdi gerçekten anlam ifade etmeyen bir akademik terimler salatasına dönüşmüş olabilir…

Bitirmeden önce kısaca Türkiye Cumhuriyeti’ne değinecek olursak, sanılanın aksine, Cumhuriyetimiz laiklik anlayışını Fransa’dan almamıştır. Bir kere bu maddeten olanaksızdır. Çünkü Fransız tipi laikliğin alınması için öncelikle benzeri ruhban sınıflarının olması gerekir. Farklı ruhban sınıflarına aynı çözümü dayatmak yanlıştır. Hristiyan anlayışında bir ruhban sınıfı mevcutken Müslümanlıkta aynı şekilde var olan bir ruhban sınıfından bahsetmek imkansızdır. Tarikatlaşmayı ve cemaatleşmeyi kesinlikle burada ruhban sınıfı kavramı ile karşılaştırmamak gerekir. Çünkü tarikat ve cemaatler direkt olarak kendi müritlerine bir sistemi empoze edebilme gücüne sahipken; ruhban sınıfı aynı inanca ait geniş kitleleri kontrol altında tutmaktadır. Zaten laiklik kavramı da başta dediğimiz gibi bu ruhban sınıfı dışında kalan halkı kapsayan bir kavram olarak doğmuştur. Bu bağlamda, Cumhuriyet’in kuruluşuyla beraber atılan iftiralara da bir bakmamız gerekir. Yasalarımızın Batı menşeli olması ya da laiklik kavramının günümüz teriminde Fransızca laicité’den alınmış olması, Türk devriminin özünü ve ruhunu Fransız yapmaz, yapamaz. Bu ayrımı yaparken, yazdığım Fransızca makalelerde özellikle laicité à la française ile laicité à la turque kavramlarını kullanmayı çok severim. Çünkü terimin aynı olduğu Fransız ve Türk laiklik anlayışlarının aynı olduğu anlamına gelmez. Ruhban sınıfının farkıyla özellikle İslam geleneği ile gelen Şeyhülislam ve ulema sınıfının farkına baktığımızda zaten yapısal farklılıklarını ve uyguladığımız laikliğin farkını görmüş olacağız. O yüzden gelen terimi direkt olarak Fransız devrimiyle aldığımızı düşünmek hatalıdır. Keza, Cengiz Özakıncı’ya baktığımızda zaten laiklik kavramının Selçuklu ile Türk medeniyetinde oturtulduğunu görürüz. Bunun yanında erken Türk devletlerinde de din ve devlet işlerinin ayrı tutulması, sosyal yaşamda dinin yerinin kontrol edilmesi ve siyasete karıştırılmaması; yönetme erkinin halkın refahına odaklı olması laikliğe tarihsel olarak ne denli yatkın olduğumuzu yapısal olarak ortaya koymaktadır.
Bu yüzden, kuruluş itibarıyla Türk laikliği akılcı, ilerici, devrimci, eşitlikçi ve korumacıdır; özü de tamamen halkçılığı dayanır. Tedavüle giren kanunlar kademeli olarak sosyal strataları ortadan kaldırmaya yönelik devrimci ve ilerici adımlar atmış; vatandaşlar arasında eşitlik sağlamaya çalışmıştır. Bu yönüyle Türk aydınlanması eşi benzeri görülmemiş devrimlere imza atmış ve laikliği de her zaman devrimlerinin merkezinde tutmuştur. Laiklik temelde ne denli zaten bu bahsettiğimiz kavramların etrafında şekillenmiş olsa dahi sınıfsal yapıların farkını ve uygulama şeklini unutmamak gerekir. Modern devlet kavramının ortaya çıktığı dönemde bu benzerliklerin farklı ulusların yönetiminde olması bir nevi zorunluluktu. Buna uymamış ama modern devlet hususunda bağımsız bir yargıyı oturtabilmiş ülkeler direkt olarak dini kavramlardan etkilenmemiş olsa dahi geçen zamanla o güçlü yargıların denetlediği siyasetçilerin dini görüşlerini empoze ettiklerini ya da daha Machievellist bir bağlamda inandırmak istedikleri inancı nasıl çıkarları doğrultusunda kullandıklarını açtıkları savaşlarda gördük. Bu yüzdendir ki hükümeti denetleyecek bir üst erkin, yani yargının, salt şekilde laik olması her zaman toplumun üstün çıkarı adına zaruridir.
Seküler değerler üzerine kurulmuş çok uluslu yapıdaki bir devlet belki uzlaşıya ütopik bir evrende ulaşabilecekken; modern üniter yapıdaki devletlerin (ve hatta gerçekçi olmak adına çok uluslu devletlerin de) adaleti ve eşitliği sağlaması için laikliği içselleştirmesi elzemdir. Bağımsız bir yargının varlığı ne yazık ki siyasal arenaya her zaman en doğru şekilde etki etmemektedir. Siyasilerin dini manipülasyonlardan uzak tutulması adına kontrol mekanizmalarının genişletilmesi şarttır. Günü geldiğinde her insan laikliği salt olarak din ve devlet işlerinin ayrılması olarak değil yaşamlarının teminatı olarak görecektir. Mümkünse öncesinde farkına varalım.