Gavsi Bayraktar
Eski İstanbullu
Bu yaşla, bu başla geldik gidiyoruz; olmaz ya, bir ilâhî ses gelse, “Ey fakir kulum, ne işin var burada? Tek kal orada da ol dilediğini, her kim olursan kabulüm!” dese!..
Neler geçer aklımdan?
1- Gidince orada da dilimi tutamayacağımı biliyor, o yüzden başından savıyor.
2- Neyzen Tevfik olursam kabul!
Birinciye diyeceği olmaz da ikinciye tepki hazırdır herhalde: “Yok ya! Gapıp da gaçan mı? Yanında başka bir şey daha alır mısın gari?”
Düşünebiliyor musunuz dostlar, ne saadettir; herkese her dilediğini söyleyeceksin ve kimse gık diyemeyecek.

Neden peki? Nedeni var mı? Dediklerinin hepsi doğru olacak da ondan!..
İnsan hayâl ettiği müddetçe yaşarmış.
İşin şakası bir yana; herkesle anlaşmış, ama kimseyle uzlaşmamış bir varlık. Hayatının tamamını zirvelerde yaşamış bir deha. En “düştü” dendiği yerler bile aslında birer şâhika! Her fiilinin hakkını vermiş bir “tam” !..
İzmir’de Şair Eşref’den hiciv sanatının inceliklerini öğrenirken, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’den medrese eğitimi almış.
İstanbul’a ilk geldiğinde, dindar yaşamıyla ünlenmiş bir Mehmet Akif tarafından kabullenildiğini bilir miydiniz? Akif’e ney üflemeyi öğretirken, O’ndan Arapça, Farsça ve Fransızca öğrenmekteydi.
Askerliğini yaparken, Askeri Müze kurucusu Muhtar Paşa’nın emrine verilmiş, o da Neyzen’i mehterbaşı yapmış. Ama bir gün, aralarında anlaşmazlık çıkmasıyla, tepesi atan Neyzen, tası tarağı toplayıp asker ocağını terk etmiş; bir süre sonra da hatasını anlayıp geri dönmüştür. Nasıl insanlarmış onlar! Hatasını kabul edip dönen mi daha ulu; yoksa “nasıl olsa Neyzen bu! Gittiği gibi gelmesini de bilir” deyip peşine inzibat salmayan Muhtar Paşa mı?..
Dünyaca ünlü iki hekim, Mahzar Osman ve Rahmi Duman, Bakırköy’de Neyzen’e dayalı-döşeli bir oda hazır tutarlar; o da zaman zaman gider tedavi olur ve kendini hazır hissettiğinde çıkar gidermiş. Hastanede iken, Rahmi Duman kendisinden felsefe dersleri aldığını saygı ile anlatırmış yakınlarına.
Mina Urgan, Bir Dinazor’un Anıları’nda, üniversite öğrenciliği sırasında, okulu astıkları bir gün, okulun arkasındaki köhne bir çay ocağında Neyzen’e rast geldiklerini, yanındaki kız arkadaşı ile birlikte, biraz ney “çalmasını” istediklerini anlatır. Üstad, kızların neyden habersiz olduklarının farkında, (zira ney “çalınmaz” “üflenir”) sabırla ve anlayışla (ama hınzırca) iç cebinden çıkardığı “girift”ini hazırlarken, “Peki kızlar” der, “ben size bir üfleyim bari!”
Cenazesinde İstanbul ayaklanır bu şahane serserinin. Paşalar, devlet adamları, öğretim üyeleri, valilerin yanı sıra, sade vatandaşlar ve en önemlisi; hırpani üst-başlarını çekiştirerek çeki düzen vermeğe çalışan İstanbul’un bil’umum “haneberduş takımı” yani evsiz-barksızlar, yersiz yurtsuzlar, mevtanın gece arkadaşları, şişe arkadaşları saf tutar omuz omuza, beylerle, paşalarla!..
Herkesi kendi meşrebince eşdeğer tutan Neyzen’in hayat felsefesinin özeti şudur,
…
Aksedince gönlüme şems-i hakikat pertevi,
Meyde Bektaşî göründüm, neyde oldum Mevlevî.
…
Büyük Usta’nın az bilinen bir hikayesi ile kapatalım konuyu:
Atatürk’ün sofrası malûm. Sanatla bilimin yoğurulduğu bir akademi. Bir akşam, Gazi, “Neyzen’i çağırsak gelir mi acaba?” der. Etraftakiler, “Aman Atatürk, gelir bir patavatsızlık yapar, sen sen ol, yapma!” gibisinden ikaz ederlerken Gazi, “O boşa konuşmaz. Bir şey söylerse, mutlaka hak etmişizdir” Diyerek yaverlere, “İncitmeden ve saygıda kusur etmeden davetimizi iletin, gelmezse de zorlamayın sakın!” talimatını geçer.
İstanbul’a haber gider, aranır ve bulunur elbet. Taparcasına sevdiği Ata’sının davetini sevinçle karşılayan Neyzen; üstünü başını dostlar yardımıyla düzelterek Ankara’nın, Köşk’ün yolunu tutar.
Akşam, sofra meyâna gelince, gözü Atasında olan Neyzen, aldığı işaretle yanında getirdiği “şah” neyini üflemeğe başlar.
Taksim biter, peşrevler başlar. Başlar da sofrada ufak ufak sohbetler de başlar. Belli bir süre sabreden Neyzen, sonunda dayanamaz, neyi çeker dudağından; neyin susmasıyla sofra bir toparlanır; sessizlik döner gelir.
Ve Neyzen o boğuk, fakat anlaşılır sesiyle, o anda yarattığı bir dörtlüğü atıverir sofranın ortasına:
Sanma ki ciddiyetle ben sarf ederim san’atımı;
Ney elimde suyu durmuş kuru musluk gibidir.
Bezm-i meyde süfehânın saza meftun oluşu,
Nazarımda su içen eşşeğe ıslık gibidir.
Sofradaki ölüm sessizliğine, masanın başındaki çelik mavisi gözlerin sofra halkına kıs kıs gülerek bakışı eşlik etmektedir.
“Ben ne demiştim?” dercesine.