Borazandan Saz Semaisine

Gavsi Bayraktar
Eski İstanbullu

Hani, “züğürtleyince eski defterleri kurcalamak” diye bir deyim vardır. Bu gece ben de eski defterlere daldım, aranırken neredeyse tam iki yıl önce yazdığım bir yazı ilişti gözüme.

Beni gerçekten etkileyen bir yazıydı. Sizlerle paylaşmak istedim. Buyurunuz:

*

Amansız bir yaz günü, benden daha yaşlıların tanımlamalarıyla, eyyam-ı bahur, ya da samyeli…

Sabah erkenden denize girip eve saklandık hanımla birlikte. Ekmek almak için bile akşam ezanından sonra indik köye.

Akşam maç seyretmek niyetindeyim. Galatasaray ile Kayserispor’un süper kupa maçı var. Sinek kovucu tütsüyü yaktım; kavun, peynir, salatalık (boyuna dilimlenmiş), bir de “ismi lazım değil”; masaya çöktüm. Gerisi hanım sultanın himmetine kalmış artık. Bana düşen, maça odaklanmak.

Yayın başladı. 1999 depremi ve federasyon başkanı anısına saygı duruşu yapılıyor. Fonda bir müzik! Trompet sesi! Saygı duruşlarında çalınan bir ritüel bu. Ama, bir aksaklık var!.. Hani bir şiirin mısralarını, sıralarını karıştırarak okursunuz ya!.. Hani bir müzik eserinde, partilerin sırasını karıştırırsınız ya!.. Öyle işte!.. Kim icra etmişse, cahilce, bilinçsizce ve zevksizce çalmış sazını!.. “Trompet böyle mi çalınır!” diye düşünürken, bir anda kopuyorum ve aynı ritüelin bilerek ve duyarak yapılmış bir icrasında buluyorum kendimi.

Elli yıl önce, 2 Ağustos 1961 akşamı, İstanbul Boğaziçi’ndeki Kuleli Askerî Lisesi bahçesi…

Kaynak: https://www.tarihi.ist/kuleli-askeri-lisesi/

25 Ağustos 1958 sabahı dört yüz seksen arkadaşla başlayan lise eğitimi sona ermiş, dayanan kalmış, dayanamayan gitmiş; eleğin üstünde kalma başarısını gösteren üç yüz on dokuz kişi yarın öğleden sonra Karaköy rıhtımından Ordu gemisine binip İzmir’e, Menteş’e, Harbiye’nin kampına gidecek. Eleğin altına düşen son birkaç arkadaş da eve!..

Çok sıkı, çok katı bir eğitim görmüşüz. Üç yılda dört yüz seksenden üç yüz on dokuza düşmek bunun doğal sonucu ve de kanıtı. Sadece ders değil, ders dışı yetenekler de öne çıkartılmış. Bunların arasında müzik de var elbet. Sivil elbiseyi çıkartıp üniformayı giymemle birlikte, (Neden ve nasılını bilmiyorum!) okulun bando birimine seçildim ve yine bilmediğim bir nedenle tenor saksafon çalmakla görevlendirildim. (On beş on altı yaşlarında, eline verilmiş sazın üstündeki binlerce (!) deliği kontrol eden yüzlerce (!) düğmeden korkmayacak delikanlı varsa, gelsin, pardon derim!) Gerçi sonuçta kaytardım ve bateriye kapağı attım, böylece ve şans eseri müzikten kopmadım. O guruptan aramızda zamanına göre değer sayılabilecek yetenekte arkadaşlar çıktı. Benim kaytardığım tenor saksafonda Paşabahçeli Gürol, pikolo flütte Çıkık İsmail, trompette Uykucu Ergün ve parmak çocuk (Aadını hatırlamıyorum!), davulda Lâz Altay, ilk anda aklıma gelenler. Bu arada ben de bateride oldukça iyi idim doğrusu! (Ehem!!!)

Şimdinin gençlerinin anlayabilmesi için, açıklamak zorundayım: Anlattığım günlerde, İstanbul’da her evde elektrik yok henüz… Telefon ise, bir tek semtin vapur iskelesinde var!.. Bizim semtte ancak birkaç evde radyo var!.. Uzun dalga Ankara radyosu dinlenebiliyor; orta dalga İstanbul radyosunu parazit nedeniyle dinlemek şans; kısa dalga İzmir radyosu ise gidip gidip geliyor. Şimdiki dilde “iletişim”, o zaman, “Ne demek o?”

Dönelim konumuza: O 2 Ağustos akşamı okulda son gecemiz. Biz üç yüz on dokuz arkadaş devam derken, tamam diyecekler de var aramızda. Sınıfta kaldıkları için okuldan ayrılmak zorunda kalan arkadaşlarımız da o gece “son gece”yi yaşıyorlar okulda. Bunların arasında Bando şefimiz Uykucu Ergün de var. Saat dokuzu gösterdiğinde, okulun borazan eri geliyor bahçeye. “Yat borusu” çalacak!.. Hepimiz için o yuvadaki son yat borusu bu!.. Uykucu yerinden doğruluyor, borazan eri çağırıp, elinden boruyu alıyor. Ve “yat borusu”na bir başlıyor ki; ya hey!.. Çalan bir yanda, dinleyen öte yanda!.. Herkesin iki gözü, iki çeşme!.. Ertesi sabah, acısı ve tatlısıyla, ayrılmışı ve mezunuyla boşalacak bir askerî okulda çalınan o yat borusu, on altı on sekiz yaşlarındaki delikanlıları nasıl etkiler; anlatmak gerekir mi dersiniz!.. Eminim ki Uykucu Ergun da bir daha böyle duygulu üflememiştir trompetini!

O tarihlerde dünyaca ünlü iki trompet ustası vardı: Birincisi, Amerikalı cazcı Louis Armstrong (Satchmo!), ve diğeri de yine Amerikalı ama, klâsik trompetçi Eddie Calvert. Birinciye “altın trompet”, ikinciye de “gümüş trompet” denirdi. Bu Eddie Calvert, bir parça üfledi: adı İtalyanca “Il silenzio”, bizim dilde “sessizlik!..” Çaldığı ne miydi? Bizim Uykucu Ergun’un çaldığı o yat borusu var ya!.. Aynen o işte!.. Ne zaman duysam “Uykucu” gelir aklıma.

Ertesi gün Ordu gemisine bindik; ver elini İzmir…

4 Ağustos sabahı, puslu bir sabah, gemi İzmir Limanı’na yanaşıyor. Alsancak’ta, Birinci Kordon’u geminin güvertesinden seyrediyoruz… Benim İzmir’i ilk görüşüm bu…

Rıhtımda çay ocakları var, sıra sıra. Önlerinde sokağa atılmış olan alçacık taburelere oturmuş İzmirliler, alttan yukarı bizi seyretmekteler. Aynı bizim onları yukarıdan seyrettiğimiz gibi…

Bütün kordonu sarmış bir müzik var havada. İzmir Radyosu olmalı; zira çay ocaklarının hepsinde bir ağızdan çığırmakta… Oynak, kıvrak bir hava bu!.. Tam İzmir’e yakışır!.. Yıllar sonra öğrendim: Bir saz semaisi ki, bestekârını hâlâ bilmem… Bir adı daha varmış: “Arap Saz Semaisi…”

Nerede ve ne zaman duysam, o eşsiz 4 Ağustos 1961 sabahındaki Alsancak Limanı’nı hatırlarım: Sisli, sıcak ve kıvrak!..

Aynen bu akşam maçtan önce Uykucu Ergun’u hatırladığım gibi: Hüzünlü, ustaca ve yarını belirsiz!..

Maç sonucu mu?.. Önemli mi yani şimdi!

***

İşte böyle!..

Ben, -bence- hâlâ aynı benim… Bilmem, İzmir aynı İzmir midir hâlâ?..  Hoşça kalın dostlar, Tekrar görüşürüz umarım.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s