Diğerlerine Karşı Biz: Avrupa ve Osmanlı Arasında Kimlik Meseleleri

Aykut Küçükyıldız
Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Uluslararası İlişkiler Bölümü öğrencisidir.

Bu yazıya başlarken evvela şunu belirtmek istiyorum: Kimlik, sabit bir şey değildir. Bireyin hayatında olduğu gibi toplumun hayatı da sürekli bir kimlik evrimine şahit olur. Biz bir toplumun kimliğini teşhis ve tahlil etmek istediğimiz zaman onu belirli bir zaman aralığında dondururuz ki işimiz kolaylaşsın. Bu zaman aralığı, araştırmacının merakı ve kabiliyetine göre değişir. Seçilen aralık ne kadar geniş bir aralık olursa olsun kimliğin araştırılması, belirli dönemlerin fotoğraflarıyla yapılır. Tarihçi, ilk ve son fotoğrafı seçtikten sonra arada bahsetmeye değer bulduğu, önemli gördüğü fotoğraflarla arayı doldurur ve bu fotoğraflar üzerinden kimliği açıklamaya başlar.

Türkiye, insanların tarihle çokça ilgilendiği bir ülke. Aşağı yukarı herkes vasat bir tarih sohbetinin parçası olabilecek kadar tarih bilir. Ancak Türk halkının bildiği tarih, bizim anladığımız anlamda, yani akademik bir uğraşı olarak, tarih değildir. Türk halkının ilgilendiği tarih bir siyaset nesnesidir. Siyasî görüşlerin temelleri ona dayanır ve “doğrulukları” tarihle ispat edilir. Bu politikleşme sürecinden ekonominin, mimarinin tarihi gibi kimliğin tarihi de nasibini alır. Zira siyaset nesnesi olarak kullanılan tarihin amacı geçmişe dair soruları cevaplandırmak değil günümüzün sorularına verilen cevabı desteklemektir. Siyaset nesnesi tarihe göre liberal ülkeler zenginleşmiştir; tarih Marx’ı haklı çıkartmıştır, geleneklerin terki yıkım getirmiştir. Tarih, argümanın hedefi değil ispatı olmuştur. Osmanlı’da eşcinselliğe dair tartışmalar bu meseleye güzel bir örnek teşkil ediyorlar. Günümüzün LGBT hareketini destekleyen cenah için Osmanlı’da heteroseksüellik neredeyse ayıp karşılanırken LGBT karşıtları için Osmanlı’da eşcinsellik hikayeleri “ahlâksızların uydurması” olmaktan öteye gitmiyor. “Ve ceddimiz Müslümandır, böyle ahlâksızlıklara bulaşmaz.” Baktığımızda bu iki argümanın da aslında geçmişe değil günümüze odaklandığını görürüz. Aslında tartışılan şey Osmanlı’da ne olduğu değil, günümüzde, Türkiye’de ne olacağıdır. Bu tartışmada taraflar geçmişin kimliğini tespit etmeye çalışmazlar, zira bu siyaseten faydasızdır, bu tartışma geleceğin kimliğinin tayini içindir ve tarihin buradaki rolü argümanın “temellendirilmesinden” öteye geçemez.

Sultan II. Mehmed’in (Fatih), Mayıs 1453’te İstanbul’a girerken, Fausto Zonaro (1854-1929) tarafından tasvir edilmiş tablosudur.

Tarihin bu tip temellendirmelere örnek olması yeni bir şey değil tabii ki. Kimliğin hem kişiden kişiye hem de zamandan zamana değişkenliği tarihin de kişiden kişiye ve zamandan zamana değişmesine sebebiyet veriyor. Misal, İslâmcı cenah için Türklerin İslâm’ı kabul etmeleri ve zamanla Arapça Farsça isimlerle unvanlar kullanmaları onları ileri götüren, geliştiren bir süreç olarak görülürken bir kısım milliyetçi için aynı süreç Türklerin ihtişamını ve kudretini kaybetmesine sebep olan süreçtir. Bu da anlaşılacağı üzere geçmişe dair değil, günümüze dair bir tartışmadır. İslâmcı cenahın tasarladığı Türk kimliğiyle milliyetçi cenahın Türk kimliği geçmişin savaş meydanlarında çarpışırlar.

Bir kimlik tanımı, “Biz kimiz?” sorusuna cevap verdiği kadar “Biz kim değiliz?” sorusuna da cevap vermelidir, yani “Diğerleri kim?” sorusuna da. Zira “biz”den bahsedebilmek için “onlar”dan bahsetmek gerekir. Kimlik, insanların neleri paylaştığı kadar neleri paylaşmadığı meselesiyle de ilgilenir. Bunu özellikle on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl Avrupası’nda görebiliriz. Misal, Weber’in Protestan etiği gelişmiş kapitalist ülkelerin değerlerini tanımladığı gibi gelişmemiş, ilkel ülkelerin de değerlerini tanımlar. Weber’in Protestan etiği, Avrupa’nın kapitalistleşmiş ülkelerini bir gelişmişlik kimliği altında toplarken aslında bu değerleri benimsemeyen “diğerlerini” de tanımlar ve onları “biz”in karşısına koyar. Burada “biz” ve “diğerleri” aynı anda tanımlanmak zorundadır çünkü bunlar birbirlerinin varlık sebebidir. “Biz” olmadığı takdirde “diğerleri” olamaz, “diğerleri” olmadığında da “biz” olunmaz. Bu karşıtlık, birinci dalga feminizmde kadın erkek, Marksizm’de burjuva-proletarya, milliyetçilikte biz-yabancılar olarak karşımıza çıkar. Bu kimlik tanımları, diğerlerine karşı tanımladığı bizi birleştirmek amacı taşır.

Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’ya yayılırken benzer bir şekilde kendisini “Frenk’e karşı cihad eden İslâm” olarak tanımlamıştı. İmparatorluk için Avrupa bir sefer sahasıydı ve fethedilmeyi bekliyordu. “Biz”, medeniyeti ve İslâm’ın güneşini taşıyanlardı ve bunu “diğerlerine” götürüyordu. Onlar, İmparatorluk’un fethiyle birlikte kurtulacaklar ve adaletle yönetileceklerdi (Lewis, 2008). Mesela, İstanbul’un fethi sırasında da sürekli olarak Muhammed Peygamber’e atfedilen “İstanbul bir gün elbet fethedilecektir” hadisi ve benzer başka hadisler tekrar edilmişti (İnalcık, 2020). Bundaki amacın askerleri yüreklendirmek olduğu iddia edilebilir tabii ki ancak şunu da belirtmek gerekir ki bunun askerleri yüreklendirebilmesinin sebebi askerlerin yukarıda bahsettiğim mücahit kimliğini kabul edip benimsemesinden kaynaklanır.

“Müslümanlar ve diğerleri” üzerinden yapılan bu kimlik tanımı yalnızca Avrupa’ya karşı değil, Osmanlı tebaası gayrimüslimler için de geçerliydi. Millet sistemi, İmparatorluk tebaaları için dine dayanan kimlikler tanımlayarak onları idare ediyordu. Böylece tanımlanan “biz”ler ve “diğerleri” fiziksel olarak birbirlerinden ayrılıyorlardı. Her milletin mensubunun giyineceği kıyafetler tayin edilmişti ve bir milletin mensubunun bir başka milletin kıyafetini giymesi yasaktı. Hatta Yavuz Sultan Selim, gayrimüslimlerle Müslümanların hamamlarda aynı peştamalları kullanmasını bile yasaklamıştı (Boyar & Fleet, 2021). Böylece “biz” Müslümanlar “diğerleri”nden ayrılacaklardı. İdarenin din temelli kimlik ayrımı, belgelerde Müslümanların vefat ederken gayrimüslimlerin helak olmasında ya da Müslümanların bir yerin sakiniyken gayrimüslimlerin bir yerde yerleşik olmalarında da kendini gösteriyordu (Kafadar, 2019).

Merkezde gerçekleşen bu kimlik tanımlaması, imparatorluk merkezinin uzaklarında, Kuzey Afrika’nın korsan limanlarında başka bir şekle bürünüyor. Tarım imkânlarının yetersizliği, denizci sayısının azlığı ve ticaretten dışlanmışlık, İstanbul’daki kimlik tanımlarının korsan limanlarında esnetilebilmesini sağlamıştı. İhtida ve irtidadın yaygın olduğu bu coğrafyada kaptanlar, gerektiği zaman dinlerini değiştirip bir tarafın hizmetine giriyorlardı. Hatta on yedinci yüzyılda bazı kaptanlar Osmanlı hizmetine girerken Hristiyanlığı terk etmediler ve diğer Müslüman reislerle birlikte korsanlık yaptılar. Bu esnekliğe rağmen korsanlıkta da merkezdeki gibi dine dayalı “biz” ve diğerleri ayrımı mevcuttu zira korsanlar İslâm gemilerine saldıramaz ve Müslüman köle alamazlardı.

Lâle Devri’yle birlikte Batı’yı örnek alarak reformlar uygulamaya başlayan imparatorluk, danışmanlık yapmak ve reform programlarını uygulamak üzere gelen Avrupalılara karşı da biz ve diğerleri ayrımını korumaya önem verdi. Avrupalı danışmanlar ya İslâm’ı kabul ederek ülkeye geldiler ya da Müslüman bir gözlemcinin altında faaliyetlerini yürüttüler. Mesela Sürat Topçuları Ocağı’nın kurucusu Baron de Tott, faaliyetlerini Seyyida Mustafa Efendi’nin nezaretinde gerçekleştirmişti (Gezer & Yeşil, 2018). İmparatorluk, Lâle Devri’ne kadar Avrupa’ya karşı öne sürdüğü üstünlük iddiasını Lâle Devri’yle terk etse de Avrupa hâlâ “diğerleri” kategorisinde kabul ediliyordu ve Avrupalıların faaliyetleri bizden biri tarafından denetleniyordu.

Sonuç olarak, “diğerlerine karşı biz” olarak yapılan kimlik tanımı, insanların kendilerini tanımlamalarının olduğu kadar kendilerinden olmayanları da dışlamasıyla yaratılıyor. Bir kimlik tanımının dışlama ve kapsamalarıysa çok farklı kaynaklara dayanabiliyor. Günümüzde kimlik tanımı için bir araç olarak kullanılan Osmanlı İmparatorluğu, zamanında kendi kimliğini gayrimüslimlerle mücadele eden Müslümanlar olarak din temelinde tanımlamış ve bu tanım çerçevesinde biz ve diğerleri ayrımını yalnız dış politikada değil, iç politikada kendi tebaasına karşı da uygulamıştır.

Kaynaklar

Boyar, E., Fleet, K (2021). Osmanlı İstanbul’unun Toplumsal Tarihi. İstanbul: İş Bankası.

Gezer, Ö., Yeşil, F. (2018). Osmanlı İmparatorluğu’nda Sürat Topçuluğu I: Top Döküm   Teknolojisi, Bürokratik Yapı ve Konuşlanma. Osmanlı Araştırmaları, 52, 135-180.

İnalcık, H. (2020). Osmanlı İmparatorluğu: Sultan ve Siyaset. İstanbul: Kronik.

Kafadar, C. (2019). Kendine Ait Bir Roma: Diyar-ı Rum’da Kültürel Coğrafya ve Kimlik Üzerine. İstanbul: Metis.

Lewis, B. (2008). Modern Türkiye’nin Doğuşu. Ankara: Arkadaş.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s