İrem Ertürk
Paris’te EHESS ve EPHE bünyesinde düşünce tarihi çalışmalarında doktora adayıdır.
Hannah Arendt, totaliter rejimlerin istediği ideal yurttaşı, olgu ile kurgu, doğru ile yanlış arasındaki ayrımın artık farkında olmayan kişi olarak tanımlar. Arendt’in bu yerinde tespiti, günümüz toplumlarını yorumlarken gerçeğin izinde yol almak isteyen biz sosyal bilimcilerin omuzlarına tarihî bir sorumluluk yüklemektedir. Bu sebeptendir ki, temel kavramların içini boşaltmaya ve manipülasyona yönelik tüm popülist çabalara karşı bir duruş olarak bu yazıyı kaleme almak istedim. Sözü geçen kavramların tarihsel gerçekliğiyle ortaya konmasına bir katkı sağlamayı temenni ediyorum.
Son zamanlarda Türkiye gündemini meşgul eden ‘Türk milleti’ ve ‘Cumhuriyet’ kavramları üzerinde yaşanan tartışmaların da bu kurgu ve olgu sorununa güzel bir örnek teşkil ettiğini düşünüyorum. Ayakları yere basan sağlam bir argüman kurabilmek için de, 20. yüzyılda yeni bir Türk devleti olarak Türkiye’nin orta çıkışında ve 19. yüzyılda tüm dünyayı etkisi altına almış düşünce hareketlerini, ulus-devlet akımlarını ve bunun Osmanlı İmparatorluğu’ndaki karşılığı olan ulusal kimlik denemelerini ve kökenlerini anlamaya ihtiyacımız var. Bunun için de bu kimliği barındıran, Türk-Osmanlı tarihyazımında ‘millet’ kavramının içeriğinden ve tarihsel dönüşümünden başlamamız gerektiğini düşünüyorum –ki bu bizi yeni Türk devleti kurulurken özellikle seçilmiş ‘Türk milleti’ kavramının neye tekabül ettiğine götürecek. Nam-ı diğer dilimiz Türkçeye.
‘Millet’ kelimesi semantik olarak karşımıza 19. yüzyıl Osmanlı metinlerinde Osmanlı yönetimindeki dinî gruplar, Müslüman milleti, Yahudi milleti gibi dinî aidiyeti simgeleyen bir anlam ile çıksa da aslında dinî ve etnik referansın ötesinde ‘halk’ anlamında kullanışı, çok daha eski dönemlere rastlamaktadır. Türk-Osmanlı tarihyazımında ‘millet’ kavramına bu dinî atıf ile yaklaşan geleneksel görüşün aksine, Nikos Sigalas geçtiğimiz günlerde, millet kelimesinin aslında polisemik bir anlam yapısına sahip olduğunu ortaya koyduğu önemli bir çalışma yayımladı. Bu çalışmadan yola çıkarak özellikle 17. yüzyıl Osmanlı belgelerinde millet kelimesinin eklestik anlamda kullanılmadığı görülüyor. Yine öne çıkan önemli detaylardan biri, Âşıkpaşazade tarihinde de millet kavramının aslında ‘halk’ anlamında kullanılmış olması.
Diğer yandan 18. yüzyıl metinlerinde de ‘halk’ kelimesiyle aynı anlamda, bir grupla birlikte ulusu temsil eden, İngilizce nation kelimesinin tercümesi olarak kullanıldığını görüyoruz – ki bu Antik Yunan’daki laos, genos, ethnos kelimelerine yakın bir anlam taşıyor. Farabi de benzer bir şekilde millet kavramını, Antik Yunan’daki politea’ya benzer olarak, “bir kanun ve bunları uygulatan bir yönetici çerçevesinde şekillenmiş bir toplumun içindeki düşünce ve eylemlerin toplamı” olarak yorumlar. Dinî metinlere baktığımızda da ‘millet’ kelimesinin (kökeni milla) çoğu yerde ruhsal bir liderlik altında örgütlenmiş insanlar anlamında kullanılmış olduğunu görüyoruz. İbrahimî dinlerin kutsal kitaplarında geçen “Âdem’in tüm çocukları tek bir millet oluşturmuştu… Milletlerinin arasında hiçbir kavga yoktu, melekler inip ellerini sıkıp onları kutlamışlardı” anlatısında da dinî referansın yanında onun ötesine geçen ve tüm toplumu kapsayan seküler bir atıf görüyoruz. Bu noktada, Osmanlı tarih yazımında, nation kelimesinin karşılığı olarak kullanılmış seküler bir anlam içeren ‘millet’ kelimesinin 18. yüzyılda Batı etkisiyle, Avrupa siyasetinin üstünlüğüne işaret eden ya da batıdan alınan bir kavram olduğu algısının yanlış bir kurgu olduğu görülüyor.
*

20. yüzyıla geldiğimizde ‘millet’ kelimesinin, ‘ulus’ ile eş anlamda kullanılmaya başladığını ve 19. yüzyılda başlayan ulus-devlet akımlarının bir parçası olarak ortaya çıktığını gözlemliyoruz. Avrupa’da 18. yüzyılda ulus-devletlerin ortaya çıkması toplumsal yapıları kökten bir değişime uğratmıştı. Ulus-devletlerin ilk ortaya çıktığı Fransa, İtalya ve Almanya gibi devletlerde ulus-devletin meşruiyet kaynağı, din, soy veya krallık olmaktan çıkmıştı. Devletin meşruiyet kaynağı artık milletti. Aidiyetini millete yönelten bu toplumların içinde daha seküler ve demokratik bir yapı içerisinde eşit vatandaşlık kavramı da ortaya çıkmıştı –ki bunun Osmanlı İmparatorluğundaki ilk karşılığı Osmanlı vatandaşlığıydı. Tabii ki her toplumu kendi dengesi içinde, bağlı olduğu dönemin konjonktüründe değerlendirmek gerekiyor. Avrupa ulus-devletlerine baktığımızda neredeyse tamamında gördüğümüz etnik temelli millet yapısı, kozmopolit Osmanlı’da mümkün değildi. Bu nedenle aidiyet duygusu vatanseverlik olarak karşılık buldu demek yanlış olmayacaktır. Çünkü özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında, kendini Osmanlı halkına ve kültürüne ait hisseden ve Türkçe dilini sahiplenen, geniş kitlelerde yankı bulmuş, kozmopolit ve çok kültürlü bir millet yapısı gözlemliyoruz.
İmparatorluktan koparak kendi ulus-devletlerini kurmayı tercih eden milletler de vardı. 1821’de başlattığı bağımsızlık savaşıyla Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparak kendi ulus-devletini kuran ilk millet, Yunanistan olmuştu. Lakin, 1830’da kurulan Yunanistan’a değil de Osmanlı İmparatorluğuna bağlı kalmayı tercih eden, Sultan tarafından atanmış Hristiyan bir Prens ile otonom bir şekilde yönetilen, kendi bayrağına sahip bir Sisam (Samos) adası örneği de vardı.
Vatanseverlik değeri tüm dinden ve ırktan Osmanlı vatandaşları tarafından karşılık bulmuştu. İlerleyen dönemlerde Nahda düşünce hareketinin ve Arap milliyetçiliğinin öncüleri olarak tarih sahnesine çıkacak olan Butrus Büstani gibi isimler, Osmanlı vatandaşlığını destekleyen vatansever isimler arasındaydı. O dönem Suriye Vilayetine vali olarak atanmış olan Mithat Paşa, Arapça gazete ve dergilerin basılması için verdiği destekle, Arap dili ve edebiyatının ve Arap milliyetçiliğinin önünü açan figürlerden olacaktı.
Aynı vatansever duygularla hareket eden Yeni Osmanlılar, Tanzimat ve Islahat Fermanı’yla birlikte iyice perçinleşmiş sosyal eşitsizliklere ve yolsuzluklara karşı yeni bir entelektüel hareket başlatmışlardı. Cemiyetin uleması olarak bilinen Ali Suavi, Ermeni Filip Efendi ile Muhbir gazetesinde bu reformist düşüncelere yer vermişti. Filip Efendi Osmanlı vatandaşlığının en büyük destekçilerindendi. Girit Krizi sırasında, Yunanistan işgali karşısında bitap düşmüş Müslüman ada halkı için, Filip Efendi önderliğinde bir yardım kampanyası başlatılmış ve Osmanlı Devleti’ndeki tüm vatansever Hristiyanlardan, Yahudilerden, Girit’teki Müslüman Osmanlı vatandaşları için yardım toplanmıştı.
Osmanlı tarihindeki ilk Türkçe mizah dergisi olan Dijoyen’i yayımlayan Rum kökenli Teodor Kasap da vatanseverliğiyle öne çıkan bu isimler arasındaydı. Yeni Osmanlı elit hareketinin ve Osmanlı vatandaşlığının en büyük destekçilerindi.
Osmanlı vatandaşlığı, dönemin tabiriyle Devlet-i ‘Aliyye’nin taht-ı raiyetinde olan herkesi kapsayan Osmanlıcılık akımının bir neticesiydi. “Üç Tarz-ı Siyaset” olarak bilinen (Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük) düşünce akımlarından ilki olan Osmanlıcılık, o dönem için örneklerinden gördüğümüz gibi kozmopolit ve modern bir kavramdı. Tanzimat ve Islahat Fermanı sonrası, gayrimüslimlere uygulanan ek vergiler, devlet memuru olma, askerlik gibi o güne kadar gayrimüslimlere yasaklanan çoğu uygulama kaldırılmış, tüm Osmanlı tebaasına kanunlar nezdinde eşit haklar verilmişti. Bu reformlar, tüm vatandaşlarına mal ve mülk sahibi olma hakkı tanıyan 1858 Arazi Kanunnamesi ve 1868’de imzalanmasıyla yabancılara da toprak sahibi olma hakkı tanıyan İstimlâk Nizamnamesi ile devam etti. Lakin Yeni Osmanlıların da eleştirilerinin hedefi olarak, sadece teoride bahsi geçen bu reformların hayata geçmesi gecikiyordu. İmparatorluğun tüm tebaasına Osmanlı vatandaşı olma hakkını tanıyan 1869 Osmanlı Tâbiiyet Kanunu ile dil, din ırk ayrımı olmaksızın imparatorluğun tüm vatandaşlarına eşit haklar sunan bir çalışmayla tüm bu reformlar taçlandırıldı, diyebiliriz. Sonucunda, hem kendi ulus-devletlerini kurmak isteyen milletler hem de Fransız ve İngiliz himayesine girmeyi ticari avantaj olarak gören, yabancı uyruklu vatandaşlar yüzünden Osmanlılık denemesi başarılı olamadı.Ulus-devlet projesi İslam-Türk ekseninde şekillenmeye devam etti.
Nitekim Osmanlılık akımının, Osmanlı toplum hayatı ve sonrasında Türk milletinin oluşumuna katkısı küçümsenemeyecek kadar büyük . Osmanlılık, Yeni Osmanlılar başta olmak üzere, dönemin aydınlarının vatansever duygularla desteklediği millî bir kimlik haline gelmişti. Her şeyden önemlisi Osmanlı tebaası artık okuyan, düşünen, yazan, üreten, dünyadaki gelişmeleri takip eden, söz hakkı olan aktif yurttaşlar olarak harekete geçmişti. II. Abdülhamid, gayrimüslimlerin yabancı devletlerin himayesine geçme sevdalarından vazgeçmeyeceğini anlayınca, Panislamizm projesiyle senelerce âtıl kalmış halifelik makamını canlandırmak istemiş, İslam kimliğiyle imparatorluğun tüm vilayetlerini bir arada tutmaya çalışmıştı. Tabii ki tüm bu millî kimlik projelerinin ana ekseninde başta İngiltere ve Fransa olmak üzere yabancı devletlere toprak kaybetmemek vardı. Ama samimi bir şekilde Osmanlı İmparatorluğunun tüm vatandaşlarını tek bir millet olarak birleştirme arzusu da vardı.
*
Bu noktada, tarihsel kopuşların yanında süreklilik arz eden detayların da altını çizmek gerekiyor ki, özellikle milleti tanımlayan ‘dil’ olgusunun önemini belirtmek istiyorum. 20. yüzyıl aynı zamanda metodolojik milliyetçilik çalışmalarının da başladığı dönem. Metodolojik milliyetçilik; dil, din ve etnik karakter ekseninde ulus-devlet yapısındaki sorulara veya sonuçlara odaklanan bir araştırma yaklaşımıdır. Ulus-devleti yeniden anlamaya ve tanımlamaya çalışır ve hangi dinamiğin (dil, din ya da etnik) ulusun kimliğini belirlemede daha etkin olduğunu sorgular. Şahsen, Türk milleti için buradaki belirleyici etkenin ‘dil’ olduğunu düşünüyorum. (Amiyane tabirle, milliyetçi olmak için illâ etnik yönelimleriniz olması, ırkçı olmanız gerekmiyor anlamına geliyor bu. Özellikle de 19. yüzyıl konjonktüründe.)
Avrupa ulus-devletlerinin neredeyse tamamının sistematik olarak düzenlenmiş dilbilgisi ile ulusal bir dile sahip olması da burada dikkat çeken bir unsur. Bugün Avrupa’daki çoğu ulusal dil, 19. yüzyıldan önce gerçek anlamda mevcut değildi. 19. yüzyıl Osmanlısı’nda da, Tanzimat edebiyatı olarak da bildiğimiz dönemde, başta Namık Kemal olmak üzere dönemin yeni tip Osmanlı aydınlarının da benzer bir misyon üstlendiğini görüyoruz. Tüm bahsi geçen vatansever aydınların amacı ve temel motivasyonu imparatorluğun içinde bulunduğu durumla ilgili halkı bilgilendirmek ve hep birlikte mevcut krizden çıkabilmenin yol haritasını geliştirmekti. Bu projelerini de dönemin gazeteleri üzerinden gerçekleştirdiler. 1860 itibariyle Tasvir-i Efkâr ve Muhbir gibi özel gazeteler çıkarmaya başladılar. Ama halka ulaşabilmek için, herkesin anlayabilmesi için de o ağdalı ve ağır saray Türkçesinin sadeleştirilmesi gerekiyordu. Saraya hapsolmuş olan dil ve edebiyat artık sade ve yalın bir Türkçe olarak halka inmeyi başardı. Dönemin gazetelerinde yazılan bu sade Türkçeyle ilk tiyatro oyunlarından, makalelerden, hikâyelerden Tanzimat edebiyatı doğdu. Bu vesileyle de toplumda okuma yazma oranı artmıştı –ki bu tam olarak halk kitlelerinin sisteme dahil olduğu aşamadır.
Burada tüm ulusu birleştiren ana unsurun vatanseverlik duygusu ve bu duygunun ifade bulduğu, yazılan ve konuşulan dil olan Türkçe olduğunu görüyoruz. Öyle ki aynı dönemde Ermeni, Rum ve İbrani harflerle Türkçe roman yazan ve gazete çıkaran gayrimüslim vatandaşlar vardı. Ermeni harfleriyle Türkçe metin yazmak yüzyıllar öncesine uzanan bir adetti. Aynı Karamanlıların Yunan harflerini kullanarak Türkçe yazması gibi. Arap milliyetçiliğinin çıkış noktasında da, tıpkı Tanzimat edebiyatında olduğu gibi, Nahda öncesinde basılan Arapça gazete ve dergiler yoluyla Arap dilinin gelişimi yatıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopan tüm milletlerin ve hatta Yugoslavya ve SSCB’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan yeni devletlerin de kendi dillerini ilan etmiş olması bu savı destekler niteliktedir. Arap isyanları, Arap milliyetçiliği ve imparatorluğun içindeki diğer milletlerin koparak kendi devletlerini kurmaya başlaması, İslamcılık düşüncesinin de yerini (zaten dille belli bir olgunluğa ulaşmış olan) Türkçülük düşüncesine bırakmasına neden oldu. Müslüman Türklerin askere alınmış olması da Türk milliyetçiliğinin yadsınamaz temellerinden biri olmuştu. Türkçülük düşüncesi 1913 yılından itibaren yönetimdeki İttihat ve Terakki’nin benimsediği ana ideoloji olacaktı.
*
Şahsen, bu ulusal kimlik sorununun bugüne kadar yanlış şekilde ele alındığını ve ulus-devlet yapısının göz ardı edildiğini düşünüyorum. Kemalizm’e odaklanarak bu durumu hegemonik baskıcı bir unsur gibi gösterip tüm faturayı Atatürk ve devrimlerine kesen popülist bir yaklaşım var. Halbuki burada söz konusu olan, 19. yüzyıl itibariyle kademeli olarak gelişen, Avrupa’yı, hatta tüm dünyayı etkisi altına almış modern ulus-devlet sisteminin toplumlara vermiş olduğu yeni şekildir.
Anne-Marie Thiesse’in de dediği gibi “Ulusal kimliklerin şekillenmesinden daha uluslararası olan bir şey yoktur. Ancak bu kimlikler oluşumu yoğun uluslararası alışverişler çerçevesinde gerçekleşmiş olan tek bir modelden türemiştir.” Bu değişim, zamanın Avrupa’sında olduğu gibi her toplumda benzer tepkilerle karşılanmıştır. Bu tepkilerin temelinde de dinî kimlik arayışı, devletin sosyal bağı olarak dini muhafaza etme arayışı vardır. Millet kavramı ise tüm bunların üzerinde seküler bir kavrama evrilmiştir.
Peki, yeni Türk devleti Türkiye kurulurken Türk milleti ne anlama geliyordu? Bunu da Namık Kemal ve arkadaşlarının izinden gittiğini çoğu yerde paylaşmaktan geri durmayan Mustafa Kemal Atatürk’ün kendisinden, el yazılarından öğrenelim:

“Millet dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasal ve sosyal bir birliktir. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına, Türk milleti denir… Türk milletinin dili Türkçedir. Türk milletinin her kişisi birtakım farklarla fakat genel olarak birbirine benzer, bazı yapı farklarını da doğal bulmak gerekir. Çünkü Mezopotamya ve Mısır vadilerinden başlayarak bilinen tarihten önce Orta Asya, Rusya, Kafkasya, Anadolu, dünkü ve bugünkü Yunanistan, Girit, Romalılardan önce Orta İtalya, velhasıl Akdeniz kıyılarına kadar yayılıp yerleşmiş ve bu başka iklimlerin etkisi altında başka ırktan insanlarla binlerce yıl yaşamış, kaynaşmış olan bu kadar eski ve büyük bir insan topluluğunun bugünkü çocuklarının tam anlamıyla birbirine benzemesi mümkün müdür? … Milli ahlak ise toplum vicdanı olarak, din birliğinin ötesinde milli bir duygudur.”
Toparlayacak olursak; ‘millet’ ortak geçmişe, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bireyler topluluğudur. Burada vicdanları ve zihinleri birleştiren en güçlü araç ise dildir, diyebiliriz. Bu noktada bizi millet yapan, Türk milleti yapan konuştuğumuz ortak dil olan Türkçe ve onun binlerce yıllık çanağında yoğrulmuş ortak kültürel ve tarihi mirasımızdır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün bahsettiği, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran “Türkiye halkı kimdir?” sorusuna en doğru cevap da 1921 Anayasası’nı oluşturan ekiptir, demek yanlış olmayacaktır.
Bu konuya değineceğimiz Cumhuriyet kavramıyla, bir sonraki yazımızda görüşmek dileğiyle.
Kaynaklar
Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 3: Totalitarizm.
Fatmagül Berktay, Dünyayı Bugünde Sevmek: Hannah Arendt’in Politika Anlayışı.
Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları.
Nikos Sigalas “‘And Every Language that Has Been Voiced Became a Millet’: A Genealogy of the late Ottoman Millet”, Die Welt des Islams, 62, 3-4 (2022), 325-359.
Hasmi A. Stepanyan, Ermeni Harfli Türkçe Kitaplar ve Süreli Yayınlar Bibliyografyası, 1727–1968 (2005).
Anne Marie Thiesse, Ulusal Kimliklerin İnşası.