21. Yüzyılda Schmitt’in Siyasal Kavramı’nı Yeniden Düşünmek

B. Caner Şafak
Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde Yüksek Lisans öğrencisidir.

Giriş

Bu yazıda 20’nci yüzyıl siyaset felsefesine damgasını vuran Alman anayasa hukukçusu (Staatsrechtler) Carl Schmitt’in 1927’de yazdığı, 1932’de yeniden şekillendirdiği Siyasal Kavramı (Der Begriff des Politischen) eserini 21. yüzyılda -ana ilkelere sadık kalmak koşuluyla- yeniden düşünmeye çalışacağım.

Schmitt’in düşüncesine yönelik artan ilginin yalnızca Batılı akademisyenler arasında olmadığı, daha geniş bir coğrafyada etkili olduğu görülmektedir. Anakara Çinli akademisyenler arasında Aleksandr Dugin aracılığıyla (Neo-Avrasyacılık düşüncesinde) Rusya’da ve Latin Amerika’da da Schmitt’in düşüncelerine yönelik artan bir ilgi söz konusudur. Anglo-Sakson dünyada Schmitt’e olan ilginin 1987 yılında yayımlanan Telos dergisinin “Carl Schmitt: Enemy or Foe?” başlıklı özel sayısı ile artmaya başladığı söylenebilir. Chantal Mouffe’un 1990’lı yıllardan itibaren Schmitt’in düşüncelerini (özellikle liberalizm eleştirilerini) kendisine temel alarak yazdığı eserlerin de Schmitt’in yeniden gündeme gelmesinde özel bir yeri olduğu kuşkusuzdur. Türkiye’de de 2000’li yıllardan itibaren Schmitt’in metinlerinin Türkçeye çevrilmeye başlamasıyla birlikte Schmitt üzerine çalışmalar artmaktadır. Kanaatimce Schmitt’in günümüzde bu denli popüler bir hale gelmesinin nedenlerinin düşünülmesi gerekmektedir.

Kaynak: https://archive.org/details/carl-schmitt-der-begriff-des-politischen-1932

Bu makalenin amacı, Schmitt’in Weimar Cumhuriyeti döneminde kaleme aldığı eserinin bir klasik olarak çağımıza ne denli hitap ettiğini irdelemektir. İlk olarak Schmitt’in siyasal düşüncesini ve liberalizm eleştirisini Siyasal Kavramı’ndaki ana ilkeler çerçevesinde kısaca açıklayacağım. İkinci olarak onun düşüncesini 21. yüzyılın getirdiği değişimleri ve temel problemleri göz önünde bulundurarak tartışmaya çalışacağım. Son olarak ise bu ana ilkelerin özünün aynı kalması kaydıyla, Schmitt’in siyasala dair düşüncelerinin nasıl geliştirilebileceğini yorumlamaya çalışacağım.

Schmitt’in Siyasal Düşüncesi

Carl Schmitt’in Siyasal Kavramı’ndan çıkarılabilecek üç temel ilkenin dost-düşman ayrımı ile bunun yoğunlaşma derecesine dayanan siyasal tanımı, istisna durumu veya olağanüstü hâl ve homojenliğe dayalı siyasal birlik olduğunu düşünüyorum.

Schmitt’in siyasala dair kavrayışı, çatışma üzerine kuruludur. Ona göre meşru olan tüm siyasal ve hukuksal teoriler, insan doğasını çatışmaya eğilimli olarak nitelendirenlerdir. Schmitt, siyasalın gücünü insan yaşamındaki farklı alanlardan -dinsel, ahlaki, ekonomik, vb. karşıtlıklardan- alabileceğini söylemektedir. Kendine haiz bir alanı bulunmamakla birlikte siyasal, değişik zamanlardaki insanlar arasındaki dinsel, ulusal, ekonomik veya diğer alanlardaki yoğunluk derecesine işaret etmektedir. Burada ifade edilen dost-düşman ayrımının yoğunluğu öyle güçlü ve tayin edici bir boyuta ulaşmıştır ki bu ayrıma sebep olan ve başlangıçta siyasal bir nitelik taşımayan karşıtlık, artık siyasalın himayesine girmiştir. Schmitt’e göre siyasal, daima kriz anına odaklanmış ve dolayısıyla tayin edici nitelikteki bir gruplaşmayı ifade etmektedir.[1] Schmitt, eserine “Siyasal kavramı devlet kavramından önce gelir”[2] gibi iddialı bir cümleyle başlasa da kanaatimce siyasal olanı ortaya sererken devletten çok da kopamamıştır. Dolayısıyla dost, devlet ile toplumsal ve siyasal yaşam biçimini paylaşan ve ona katılan kişiyi ifade ederken düşman ise devletin somut fiziksel varlığına tehdit oluşturan kişiyi ifade etmektedir.[3]

Schmitt’e göre liberal düşünce, siyasal bedenin içine tarafsızlığı yerleştirerek dost-düşman ayrımına dayanan siyasalın varoluşsal yoğunluğunu yadsımakta, yani siyasetin imkanını yok etmektedir. Schmitt, siyasalın alternatifi olan “depolitize liberalizm”in siyasal bedene yalnızca bir tekillik ve bireycilik “patolojisi” bulaştırdığını söyler. Schmitt’e göre siyasal birlik, gerektiğinde yaşamın feda edilmesini talep edebilmelidir. Oysa “siyaseten birleşmiş halk”ı “kültüre meraklı bir kamuoyu” ile ikame eden liberal ideolojinin bu talepte bulunması veya bu talebi gerekçelendirebilmesi mümkün değildir. Schmitt’in bu noktadaki bir diğer eleştirisi de siyasal yaklaşımın geçerliliğinin gasp edilerek ahlak, hukuk ve ekonominin norm ve düzenlerine tabi kılınmış olmasıdır.[4] Schmitt’e göre, dost-düşman ayrımının ortadan kalktığı durumda siyasal yaşam da ortadan kalkacaktır.[5]

Schmitt, yasaların koyulması/kaldırması, bağlayıcılığı ve yorumlanması bakımından Thomas Hobbes’unkine benzer şekilde egemene ayrıcalık tanıyan bir anlayışa sahiptir.[6] Ona göre olağanüstü bir durum veya kriz karşısında hukuk yetersiz kalmakta, tükenmektedir. Schmitt, istisna haline karar verenin egemen olduğunu söyler.[7] Dolayısıyla egemen, aynı zamanda kriz durumunu ortadan kaldırmak için hangi araçların kullanılacağına da karar vermektedir. Schmitt’e göre kural, hiçbir şeyi göstermez; istisna, her şeyi ortaya koyar. Bu sebeple egemen, kriz anında sınırlayıcı kurallarla bağlı olamaz. Schmitt, -kanımca- şu sözleriyle çok kesin bir raison d’État anlayışı ortaya koymaktadır: “O halde anayasaya böyle bir saldırı durumunda mücadele anayasanın ve hukukun dışında, yani silah zoruyla yürütülmek zorundadır.”[8]

Aristoteles, Politika Kitap III’ün 9’uncu bölümünde devletin karşılıklı koruma sözleşmesinden fazla bir şey olduğunu ileri sürmekte ve bir entite olarak devlet ile onun yurttaşlarını ötekiler ile açıklamaktadır. Nikomakhos’a Etik 2’nci Kitap’ın 1155’inci pasajında da dostluk tartışmasında adeta birlik kavramı ile dostluğu özdeşleştirmektedir. İyi bir Aristoteles okuyucusu olan Schmitt de homojenliği siyasal birliğin devamı için elzem olarak görür. Homojenlik, tüm yurttaşların devlete dost olduğu bir durumdur. Tayin edici bir siyasal birlik olarak devlet jus belli’ye sahiptir. Bunun sonucu olarak devletin, bir olasılık olarak savaş durumunda kendi halkından ölmeyi ve öldürmeyi göze almayı talep etme yetkisi olmalıdır.[9] Ayrıca Antik Yunan düşüncesindeki eşitler arasında eşitlik anlayışına benzer bir kavrayışa sahip olan Schmitt, eşitliğin (ve dolayısıyla demokrasinin) de ancak homojenlik durumunda gerçekleşebileceğini öne sürmektedir.[10]

Post-Politik Çağ

Francis Fukuyama, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından “tarihin sonu” iddiasıyla liberal demokrasinin mutlak zaferini muştuluyordu. Fakat gerçekten komünizmin çöküşü, çoğulcu demokrasiye yumuşak bir geçişi sağlamış mıdır? Kanaatimce tablo bu iddiadan uzaktır. Batı demokrasilerinin siyasal yaşamında artan hoşnutsuzlukların yanı sıra demokratik değerlerde de aşınma yaşandığı görülmektedir. Sovyetler’in dağılması, Soğuk Savaş düzenini sona erdirerek bir karşıtlığı bitirirken aslında yeni antagonizmalar yaratmıştır. Aşırı sağ ve köktenciliğin yükselişi, gerçekte olanın evrensel değerlerin zaferinden ziyade tikelliklerin ön plana çıkması olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla Batı evrenselciliğine karşı bir meydan okumadan bahsedilebilir.[11]

“Post-politik” vizyonun çizdiği tabloya göre, küreselleşme ve liberal demokrasinin evrenselleşmesi; barış, refah ve insan haklarının gerçekleşeceği kozmopolit bir gelecek vadediyor. Bu vizyona göre, kolektif kimlikler aşındığı ve taraflar arasındaki çatışmalar geçmişte kaldığı için diyalogla oluşturulmuş mutabakatın hâkim olduğu “düşmansız” bir dünya artık mümkün. Ancak bana göre, küreselleşmeci ve mutabakatı hedefleyen bir demokrasi anlayışını savunan “siyaset”in başarıya ulaşmasının imkânı tartışmaya açıktır. Demokratik siyasetin amacının mutabakata ulaşmak olduğunu düşünmüyorum. Bu siyaset anlayışı bence hem teorik olarak zayıf hem de tehlikelidir. Dışlama içermeyen rasyonel ve yansız bir mutabakat gerçekten mümkün olabilir mi? Biz-onlar ayrımı gerçekten aşılabilir mi?

Mevcut durumun post-politik tahayyülden uzak olduğu açıktır. Sağ ile sol arasındaki sınırların giderek bulanıklaşması, daha olgun demokratik koşulları yaratmamıştır. Bunun yanı sıra Batılı demokratik kurumlar gittikçe meşruiyetlerini yitirmektedir. Ayrıca uluslararası siyasette de çift-kutuplu dünya düzeninin sona ermiş olması, çatışmaları sona erdirmemiş ve daha uyumlu bir düzenle sonuçlanmamıştır. Yugoslavya’nın dağılma süreci ve yaşanan iç savaş, 11 Eylül saldırıları ve “terörizme karşı savaş” (Global War on Terrorism), Afganistan Savaşı (2001), Irak’ın İşgali (2003), Rusya-Gürcistan Savaşı (2008), Arap Baharı (2010), Rusya’nın Kırım’ı İlhakı (2014), Rusya-Ukrayna Savaşı (2022), cihatçı terörizm gibi yakın geçmişimizde ve günümüzde yaşanan birçok olaya bakıldığında antagonizmaların ortadan kalkmak yerine hem ulusal hem de uluslararası ölçekte devam ettikleri veya yeni biçimlerde tezahür ettikleri görülmektedir.

Hakeza Avrupa’da yükselen aşırı sağ ve/veya sağcı popülist hareketler de post-politik yaklaşımlar tarafından çözümlenememektedir. Liberal kuramcıların bireyci, rasyonel seçim yapan, partizan olmayan, geleneksel bağlardan kopmuş şeklinde tahayyül ettikleri seçmen profili, onlara göre “arkaik” olan millet/ulus gibi özdeşim biçimlerine başvuran ve/veya popülist siyaseti benimseyen siyasi hareketleri takip edebilmektedir. Liberalizmin rasyonel kavrayışı, tam da bu noktada siyasetin doğasını ve özdeşim biçimleri ile tutkuların rolünü gözden kaçırmaktadır. Davranışlarımız, seçimlerimiz, kararlarımız liberal teorideki gibi rasyonel olmak zorunda mıdır? Tek bir ratio’dan söz edilebilir mi? Farkı itkilerle eyleme geçemez miyiz?

Aşırı sağ ve/veya sağ popülist partilere yönelişi, geçmişin kalıntıları veya eğitim düzeyi gibi sebeplere bağlayarak açıklamaya çalışmak da yetersiz kalacaktır. Çünkü bu artan yöneliş farklı tarihsel arka planlara sahip ve faşist deneyim yaşamamış, gelişmişlik endeksleri bakımından ilk sıralarda yer alan ve ortalama eğitim düzeyinin yüksek olduğu ülkelerde de görülmektedir. Kanımca bu yükselişi “irrasyonel” olarak atfetmeden önce sebeplerine bakmak daha anlamlı olacaktır. Geleneksel anaakım demokratik siyasal partiler arasındaki farklar gittikçe kaybolmakta ve sağcı demagoglar boğucu mutabakata karşı arzulanan bir alternatif sunmaktadırlar. Yeni popülistler siyasetin her daim “onlar”a karşı bir “biz” yaratmayı gerektirdiğinin farkında olduklarından sundukları kolektif özdeşim biçimleri kitlelere cazibeli gelmektedir. Diyaloğu ve rasyonel müzakereyi vurgulayan demokratik siyasetin rasyonel modeli, “millet” mevhumu gibi yoğun duygusal bir içeriğe sahip kolektif özdeşimler sunan popülist siyasetle karşılaştığında savunmasız kalmaktadır.

Küreselleşmenin mevcut neo-liberal biçimini tek alternatif gibi gösteren hâkim söyleme karşı halka bir alternatifleri olduğunu ve tekrardan karar alma iktidarını onlara kazandıracaklarını söyleyen siyasetin çalışıyor olması, kanımca beklenen bir durumdur. Chantal Mouffe bunu şu şekilde ifade etmektedir: “Demokratik siyaset insanları belirli siyasal projeler etrafında mobilize etme kapasitesini yitirdiğinde ve piyasanın sorunsuz işleyişinin gerekli koşullarını güvence altına almakla sınırlandırıldığında, popüler gerilimin siyasal demagoglar tarafından ifade edilmesinin koşulları olgunlaşır.”[12] Sağcı popülist partiler, geleneksel partilerin es geçtiği talepleri -bana göre sorunlu bir şekilde bile olsa- dile getirerek insanlara bir şeylerin farklı olabileceğine dair bir umut sunmaktadırlar. Bu hareketlerin yükselişine karşı ahlaki bir kınama veya onları dışlama/izole etmeye çalışma şeklindeki tepkiler, bu olguyu görmezden gelmekten başka bir şey değildir. Kanaatimce yapılması gereken bu olgunun sosyal, siyasal ve ekonomik nedenlerini yakından incelemek gerektiğidir. Siyasal sınırın silikleşmesi ile siyasetin “ahlaklaşması” arasında doğrudan bir bağlantı söz konusudur. Siyasetin biz-onlar ayrımı yerine iyi-kötü kavramları ile kurulmaya çalışılması, siyaseti ahlakın dil dizgesinde tüketmektedir.

Bu bölümde son olarak Schmitt’in Partizan Teorisi’nin sonunda post-politik siyasetin yeni antagonizmalara yol açacağını öngören tespitine yer vermek istiyorum: “Birbirini fiziksel olarak yok etmeden önce benzerlerini tümden değersizleştirmenin eşiğine ittiği bir dünyada, mutlak düşmanlığın yeni türleri ortaya çıkmak zorundadır. Düşmanlık, belki düşman ya da düşmanlık hakkında konuşulamayacağı, hatta iki kelimenin de yok etme işlemi başlamadan önce tamamen yasaklanacağı ve lanetleneceği denli dehşet verici olacaktır. Dolayısıyla yok etme, tümüyle soyut ve tümüyle mutlak hale gelir. … Bu durum mutlak düşmanın yok edilmesine kapı açan gerçek düşmandan vazgeçilmesidir.”[13]

Siyasetin Antagonistik Karakteri

Schmitt’ten yararlanarak antagonizmanın indirgenemez bir niteliği olduğundan ve liberal düşüncenin bu nitelik ile siyasetin doğasını anlamada yetersiz kaldığından yukarıda bahsetmiştim. Liberalizm, bireyci anlayışı sebebiyle, kolektif kimliklerin biçimlenmesini de kavrayamamaktadır. Schmitt, siyasalın ayırt edici özelliği olarak dost-düşman ilişkisine işaret ediyordu. “Biz”in inşası için zorunlu bir dışsal öğeye yani “onlar”a ihtiyaç vardır. Siyaset her zaman için karşıtlıkların alanıdır ve liberal rasyonalizmin dışındadır. Siyaset “rasyonel” uzlaşının sınırlarını belirlemektedir ve her uzlaşı bir dışlama içermektedir. Deyim yerindeyse siyaset evcilleştirilemez.

Schmitt’in siyasal kavrayışını günümüz için düşünmeye çalışırken Belçikalı politik kuramcı Chantal Mouffe’dan yararlanarak Schmitt’le beraber Schmitt’e karşı düşünmenin zihin açıcı olabileceğini düşünüyorum. Mouffe, Schmitt’i adeta bir duvarı aşmak için bir merdiven gibi kullanmakta ve fakat ardında bırakmaktadır. Mouffe, Schmitt’in bireycilik ve rasyonalizm bağlamında liberal eleştirilerini kabul eder ve kullanır. Liberalizmin siyaseti siyasetsiz bırakmasına karşı çıkar. Radikal demokrasiyi, liberal demokrasinin farklılıkları temsil etmedeki başarısızlıklarına karşı bir koşul olarak görür. Bu farklılıkların ifade edilebilmesi için antagonizm yerine agonizmi önerir. Siyaset sonrası çağda rasyonel uzlaşı, siyaset karşıtı bir tavırdır. Dolayısıyla gerekli olan agonistik bir mücadeledir. Çünkü siyasal olan doğası gereği bir karşıtlığı içermektedir ve bir hegemonya mücadelesini ifade etmektedir. Schmitt, siyasetin bir dost-düşman ayrımından ileri geldiğini söylüyordu.[14] Mouffe ise Schmitt’in “düşman” kavramını yumuşatarak “hasım” kavramı ile ikame etmektedir.

Elias Canetti’nin de “kitle” olgusuna dair tespitleri liberal siyasal kuramda hâkim olan rasyonalist bakış açısının eleştirisi için son derece önemlidir. Canetti, toplumsal faillerin bir kalabalığın parçası olarak kendilerini kitlelerle birleşme anında kaybetmek istemelerini sağlayan bir itki olduğundan bahseder. Kalabalığın cazibesi olarak ifade edilen bu itki, modernitenin ilerlemesiyle ortadan kalkacak arkaik bir olgu değildir.[15] Rasyonalist yaklaşım, irrasyonel olarak gördüğü siyasal kitle hareketlerini kavramada bu olguyu reddettiği için başarılı değildir. Mouffe’a göre mevcut demokratik kuram bu bakımdan yetersizdir. Çünkü antagonizmanın her daim var olan olanaklılığını reddetmekte ve rasyonel olduğu müddetçe demokratik siyasetin her zaman bireysel eylemler üzerinden yorumlanabileceğine inanmaktadır.[16]

Mouffe, günümüzde uzlaşıya yapılan vurguyu göz önüne aldığımızda insanların siyasete olan ilgilerinin azalmasının şaşırtıcı olmadığını söyler. Mobilizasyon, siyasallaşmayı gerektirmektedir. Siyasallaşma da insanların karşıt taraflarda özdeşleşebilmelerine bağlıdır. Örneğin, rasyonalist yaklaşımda oy verme eyleminin altında yatan sebep basitçe çıkarların gözetilmesidir. Fakat burada oy vermenin duygusal boyutu ve özdeşim (identification) meselesi ihmal edilmektedir. Mouffe bu durumu şöyle ifade etmektedir: “İnsanların siyaseten eyleyebilmeleri için onlara kendileri hakkında, değerlendirebilecekleri bir fikir sunan kolektif bir kimlikle özdeşleşebilmeleri gerekir. Siyasal söylem, insanlara siyasalar sunmanın yanı sıra, onlara deneyimlediklerini kavrayabilmelerine yardımcı olan ve gelecek için umut vaat eden kimlikler de sunmalıdır.”[17]

Liberal demokratik bir rejimde önemli olan mesele, siyaset açısından kurucu olan bir biz-onlar ayrımının çoğulculuğunun tanınmasıyla uyumlu bir biçimde nasıl tesis edileceğidir. Bu bağlamda Mouffe, çatışmanın bir antagonizm yani düşmanlar arasındaki mücadele değil, bir agonizm yani hasımlar arasındaki mücadele biçimini almasını savunmaktadır. Agonizm rakibi ortadan kaldırılması gereken bir düşman değil, varlığı meşru kabul edilen bir hasım olarak hesaba katmaktadır. Bu bakımdan antagonizmden farklıdır. Burada farklı düşüncelere karşı güçlü bir mücadele olsa da düşünceleri savunma hakkı tartışma konusu değildir.[18]

Agonistik bakış açısı, toplumsal bölünmenin kurucu karakterini ve nihai uzlaşının olanaksızlığını savunmasından dolayı demokratik siyasetin partizan karakterde olması gerektiğinin farkındadır. Bu karşı karşıya gelişin hasımlar üzerinden ve demokratik kurumlar içerisinde gerçekleşmesine imkân sağlar. Agonistik bakış açısı, her toplumsal düzenin siyasal olarak kurulduğu ve hegemonik müdahalelerin gerçekleştiği zeminin hiçbir zaman yansız olmadığı ve her zaman önceki hegemonik ilişkilerin bir ürünü olduğu gerçeğini dikkate almaktadır. Kamusal alan, nihai bir uzlaşma olanağının yokluğu dolayısıyla hegemonik tasarıların bir diğeri ile karşı karşıya geldiği bir muharebe alanıdır.[19] Mouffe’un bahsettiği agonistik karakter, ona göre demokrasinin varlığının mutlak koşuludur.

Mouffe, sağ-sol ayrımının yeniden canlandırılarak siyasetin karşıtlıklara dayanan niteliğinin teşvik edilmesini önerir. Ancak yaptığı çözümlemede sağ ve sol kavramlarını statik bir biçimde okumaz, yani bir geriye dönüşü önermez. Böylece toplumsal bölünme tanınmış ve çatışma meşrulaştırılmış olacaktır. Siyasetteki çizgiler korunmadığı taktirde toplumsal bölünme reddedileceğinden birtakım sesler de susturulmuş olacaktır. Toplumsal bölünmenin ifadesiz kaldığı durumda da tutkular demokratik siyasete yöneltilemeyecek ve antagonizmalar demokratik kurumlar için birer tehdit haline gelecektir.

Sonuç Yerine

Schmitt’in ortaya koyduğu biçimde olmasa bile siyasalın indirgenemez çatışmalı bir karaktere sahip olduğunu düşünüyorum. Günümüzdeki neo-liberal hegemonya, var olan yeni antagonizmalar ile yüzleşmemizi engellemektedir. Bu antagonistik boyutu reddetmek yerine, onunla yüzleşmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu boyutu reddetmek, çözüm sağlamadığı gibi kanımca antagonizmaların demokratik siyasal kurumları tehlikeye sokan bir hale evrilmesine yol açmaktadır.

Ayrıca Batı modelinin zorunlu olarak evrenselleşmesi gerektiği veya liberal demokrasinin biricik üstünlüğüne dair olan inancın da sorgulanması gerekmektedir. Schmitt’in çözümlemesinde kullandığı kavramlarla ifade edecek olursak, dünya tek bir evrenden (universe) değil, çoğul evrenlerden (pluriverse) oluşmaktadır. Ulus-devletlerin hâlâ önemli aktörler olduğunun yadsınması veya yerel/ulusal bağlılıkların “gerici” olarak addedilmesi yerine çok-kutuplu perspektifin benimsenmesi daha gerçekçi olacaktır. Bölgesel güçlerin çoğulluğunun kabul edildiği taktirde Jus Publicum Europeum benzeri bir dengeye küresel çapta erişilebilecek ve böylece uluslararası boyutta hiçbir aktöre tek başına hegemon rolü atfedilemeyecektir. Uluslararası hukukun işleyebilmesi ve modern savaşların yıkıcı etkilerinin sınırlandırılabilmesi de bu koşula bağlıdır.

Bu yüzden siyasalın ahlakileştirildiği, teknikleştirildiği, tek bir doğrunun olduğu varsayımı ile rasyonelleştirildiği tasavvurun reddedilmesi ve çatışmalı boyutun kabul edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu cihette Schmitt’in dost-düşman ayrımına dayanan ve siyasal birlik içerisinde kati bir homojenlik olması gerektiğini düşünen kavrayışının da tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla Schmitt’in siyasalın doğasına dair yaptığı çözümlemeyi dönüştürerek düşmanlık ve homojenite yerine husumet ve çoğulculuğa dayanan bir model öneren Mouffe’un kavrayışı üzerine eğilinmesi gerektiğini düşünüyorum.

Kaynaklar

Canetti, E., (2006), Kitle ve İktidar, çev. Gülşat Aygen, İstanbul, Ayrıntı Yayınları.

Mouffe, C., (2010), Siyasetin Dönüşü, çev. Fahri Bakırcı, Ali Çolak, Ankara, Epos Yayınları.

Mouffe, C., (2018), Siyasal Üzerine, çev. Mehmet Ratip, İstanbul, İletişim Yayınları.

Mouffe, C. (2019), Sol Popülizm, çev. Aybars Yanık, İstanbul, İletişim Yayınları.

Reinhardt, J. T. “Totalitarian Friendship: Carl Schmitt in Contemporary China.” Inquiries Journal. 12, no 7 (2020): 1, Erişim Tarihi: Haziran 13, 2023, http://www.inquiriesjournal.com/articles/1784/totalitarian-friendship-carl-schmitt-in-contemporary-china.

Schmitt, C., (2005), Siyasi İlahiyat, çev. Emre Zeybekoğlu, Ankara, Dost Kitabevi Yayınları.

Shmitt, C., (2010), Die geistesgeschichtliche Lage des heutigen Parlamentarismus, Berlin: Duncker & Humblot.

Schmitt, C., (2019),Partizan Teorisi, çev. Sibel Bekiroğlu, Ankara: Nika.

Schmitt, C., (2021), Siyasal Kavramı, çev. Ece Göztepe, İstanbul, Metis Yayınları.


[1] Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, çev. Ece Göztepe (İstanbul: Metis, 2021), 68.

[2] Schmitt, Siyasal, 49.

[3] Jackson T. Reinhardt, “Totalitarian Friendship: Carl Schmitt in Contemporary China”, Inquiries Journal 12, no 7 (2020): 1, Erişim Tarihi: Haziran 13, 2023, http://www.inquiriesjournal.com/articles/1784/totalitarian-friendship-carl-schmitt-in-contemporary-china.

[4] Schmitt, Siyasal, 100-103.

[5] Schmitt, Siyasal, 82

[6] Bkz: Thomas Hobbes, “İkinci Kısım: Devlet Üzerine,” içinde Leviathan, çev. Semih Lim (İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat,2019), 200-208.

[7] Carl Schmitt, Siyasi İlahiyat, çev. Emre Zeybekoğlu (Ankara: Dost, 2005), 13.

[8] Schmitt, Siyasal, 76.

[9] Schmitt, Siyasal, 75-76.

[10] Carl Schmitt, Die geistesgeschichtliche Lage des heutigen Parlamentarismus, 9. Baskı (Berlin: Duncker & Humblot, 2010), 13-14.

[11] Chantal Mouffe, Siyasetin Dönüşü, çev. Fahri Bakırcı, Ali Çolak (Ankara: Epos, 2008), 13-22.

[12] Chantal Mouffe, Siyasal Üzerine, çev. Mehmet Ratıp (İstanbul: İletişim, 2018), 84.

[13] Carl Schmitt, Partizan Teorisi, çev. Sibel Bekiroğlu (Ankara: Nika, 2019), 122.

[14] Shmitt, Siyasal, 57.

[15] Elias Canetti, Kitle ve İktidar, çev. Gülşat Aygen (İstanbul: Ayrıntı, 2006), 191-193.

[16] Mouffe, Siyasal, 32-33.

[17] Mouffe, Siyasal, 33.

[18] Chantal Mouffe, Sol Popülizm, Aybars Yanık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2019), 100-103.

[19] Mouffe, Sol, 100-103.

Yorum bırakın