“Sinemadan Nemalanan Simalar — Dahası: Sinemanın Yarını”

Sinema Vakası Üzerine Savruk Bir Kültür Tarihçiliği Denemesi

Halil Suat Saraç
Maastricht Üniversitesi Psikopatoloji yüksek lisans mezunudur.

Hollanda’da Leiden Üniversitesi bünyesinde her yıl adına konferanslar düzenlenen büyük kültür tarihçisi Huizinga, H.G. Wells ve Oswald Spengler’ın dünya tarihini incelediği Meleklerle Didişenler (Two Wrestlers with the Angel) başlıklı makalesinde şöyle der: “Bazen tarih disiplininin içinden gelenlerin kendini yetersiz görüp çekinik kalarak girişmeye yeltenmedikleri bir tarihçiliği dışarı disiplindekiler cahil bir gözü peklikle üstlenirler.” Huizinga, mantalite tarihçiliğinin üstün bir örneğini Orta Çağ İnsanının Düşerken Verdiği Portre (Waning of Middle Ages) adlı eserinde vermiştir. Psikoloji disiplininden olan ben de bu makalede sinema üstüne bir mantalite tarihine girişeceğim, onun yükselişine ve yaratma kudretini sürdürüp sürdüremeyeceğine değineceğim.

Sinema krizde.

Sinema krizde.

Sinema krizde!

Ölüm döşeğinde derin derin nefesler alıp veriyor! Geçmişi, doğumu, gelişimi gözünün önünden bir film şeridi gibi geçiyor. O nefeslerin belli belirsiz sözcüklerinden duyduğumdur, göz yuvarlarının kendinden geçmiş hareketlerinden gördüğümdür.

Telif hakkına sahip fotoğraf. (Fotoğraf: Halil Suat Saraç)

/.\

Yıl 1895. Lumiere kardeşler o güzelim Lyon’da sinematografı icat etti.

/,\

Yıl 1896. İddia o ki, seyirciler o dönemin yüzlerce kısa filminden biri olan L’Arrivée d’un train en gare de La Ciotat’yı izlerken yaklaşan trenden ürktü. Gözün çağı (1900-2025) uzaktan gözüktü.

/,\

Yıl 1899. King John filmi bir tiyatro oyununun kameraya alınmış hâli idi. Henüz yakın plan çekim pek de ortalıklarda görünmüyordu.  

/,\

İtalyan deli adam Marinetti’nin kitabın (kitap formunun) ölüm fermanını ilan ederek sinemanın kulağına ezan okuyup “Sen fütürist neslin sanatısın” dediği 1916 sinema manifestosunun üstünden henüz 107 yıl geçti. Geçti ya, ergenlik heyecanı ile yerinde duramıyor olması gereken sinema daha şimdiden yorgun.

/.\

Robert Wiene’nin çektiği Caligari’nin Muayenehanesi filmi Marinetti’nin hayaline yakın bir yerde görünüyordu, Fritz Lang’ın M. Filmi de.

/\

Sinema neden sonra yakın çekimi keşfetti. Yakın çekimin ortaya çıkışı, belki Odysseus ile İlyada arasında bilişsel sözcüklerdeki muazzam artışla bir tutulabilirdi.

/\

1910’lar… Piyanoların, orgların, zaman zaman tüm bir orkestranın şakıdığı bir salon yapısı.

/\

1920’ler… Renk, sinemayı iyiden iyiye ele geçirdi, önce iki renkli sonra üç renkli teknolojiler…

/\

1927 yılında ses sineması kazandı. Ses görüntüye eklemlendi. Piyanolar yerini ses sistemlerinin o soğuk nefesine bıraktı.

/\

1950’ler… Koku sinemaya eklenmeye çalıştı. Smell of Mystery filmi gibi başarılı görülebilecek örnekleri olsa da yaygınlaşamadı.

/\

Yıl 1963. Jim Morrison sinema okumaya UCLA’e gitti. Aynı sıraya dirsek koyduğu okul arkadaşı yönetmen Francis Ford Coppola’nın Apocalypse Now filminde Jim Morrison The End parçasını parlatacaktı. Bu gelecekçi şair, sinema gibi genç bir sanat türünün tüm eserlerini bilebileceğini düşünüyordu aklınca. Sinema gerçekten de kayıtlı tarihte doğan bir sanat olarak benzersiz, gözlerimizin önünde emekledi, ilk adımlarını attı, şimdi de büyüme sancıları içinde kıvranıyor.

/\

Sinema eserlerinden hangisinin baş ucu filmi olacağını, hangisinin bir klasiğe evrileceğini kestirmek, türün körpe olmasından dolayı zor.

Türü ileri taşıdığı için Eisenstein’ın 1925 yapımı Potemkin Zırhlısı filmi saygıdeğer bir konumda. Sinema bu film esnasında kendi imkânlarını keşfediyor ve buradan itibaren bir medya aracı olarak ciddi anlamda gelişmeye başlıyor.

/\

Sinemaya bu coğrafyanın en büyük katkısının Nuri Bilge Ceylan olduğu düşünülebilir.  Ben ise yönetmenin asırlar yıllar sonra kanonik bir hâl alacağını sanmıyorum. Eserlerinin Tarkovskivari bir period piece (Harold Bloom’un klasik olmaya elverişsiz eserler için kullandığı tabir) olarak kalacağını düşünüyorum. Bu coğrafyanın insanını yansıtmaya, onun humorunu yakalamaya yaklaşan asıl kişi -bu bazılarına tartışmalı bir görüş gibi gelebilir- bana kalırsa Yüksel Aksu’dur. Gittiğiniz sokaklardaki muziplikler, ki bunu tren yolculukları yapıp Anadolu’yu dolaşmış biri olarak söylüyorum, Nuri Bilge karakterleriyle pek de özdeşleşmez. Sokaklarda alttan alta Matrakçı Nasuh’un şehir tasvirlerindeki gibi naif bir gülümseme, Mehmed Siyahkalem’deki gibi bir oyunbazlık, Ertem Eğilmez filmlerindeki gibi bir mizah vardır. Ya da şöyle mi demeli, Mozart Türk halkını Nuri Bilge Ceylan ile Orhan Pamuk’un toplamından daha iyi tahlil etmiş, daha iyi tanımıştı. Biraz abartarak dile getirecek olursam, bu iki kafadar, Batılı kulaklara yaşamayan bir Türk masalı, olmayan bir Türk Marşı anlatmayı yön bildiler. Şoray Uzun’un röportajlarındaki Anadolu ile Nuri Bilge’nin Anadolu’su arasındaki fark çarpıcı hatta dudak uçuklatıcıdır. Tabii bu onun yapıtlarını izlemekten tat almadığım anlamına gelmemeli. Onu, Dostoyevski’de zirvesini gören İslav kederinin bir kopyası olarak izlemesi keyifliydi. Belki bir gün şathiye türüyle Tanrı’yla bile şakalaşan bu insanın “ironi ki en çok yakışan bize” tavrını yansıtan bir görsel üslup yeniden ortaya çıkacaktır.

/,\

Sinemanın gidişatına dönecek olursak, türlü badirelerle büyüyen sinema, belki de İtalyan yapımı Cinema paradiso (1988) filmiyle eski büyüsünü rahmetle anar olmaya başladı. Gençlik döneminin yâdı, gençliğin bittiğinin ilk işareti olmalı. Sinema ayağa düşmeden önce.

/\

2011 yapımı Artist filmi nostaljik sinemaseverleri dehşet memnun etti, dahası o yıl Oscar ödülünü kazandı. Film, sessiz sinema dönemine odaklanıyordu. Kartlaşmış sinema, flört döneminin o ilk kıvılcımlarını mı özlüyordu, o günlere mi özeniyordu? Diğer yandan, sanrısal bir merakla daha derin anlamlar aramak yerine filme duyulan ilgiyi yönetmen Hazanavicius’in becerisine yorarak seyircinin ilgisini geçiştirmek de bir seçenek. Yine de ben bu seçenekten yana değilim. Artist’in yarattığı sansasyon daha derin bir meseleyi içinde saklıyor.

/\

Ricky Gervais’in 2020 Golden Globe Ödülleri’nde söylediği gibi, artık kimse sinemaya gitmiyor, herkes Netflix izliyor, bütün ödülleri Netflix’e verelim ve evlere dağılalım.

/\

Ya da sinemanın sevilen siması Quentin Tarantino’nun Once Upon a Time in Hollywood’u Golden Age of Hollywood’a bir serenat değil miydi? Hele Margot Robbie’nin heyecan içinde oturup kendini dev ekranda izlediği sahne, belki bir daha asla dirilmeyecek bir kültürün ağıtıydı. Sinema o yüce ritüelini kaybediyordu. Sinemanın kendisi için tartışmalı olsa da ritüelin ölüme doğru yol alışı pek de tartışmaya açık değil. Sinema bu yeni formuyla var olabilir mi? Seremonisini kaybeden sinema ciddi bir sanat aracı olmaktan evde ses olsun diye açılan bir araca, alelade bir dekora mı evriliyor?

/\

                Woody Allen, filmlerle yatıp filmlerle kalkan o nevrotik kaçık, bir röportajında “Yaşamının sonuna kadar ya hiç spor müsabakası ya da hiç film izlemeyeceksin.  Birinden birini seçmen gerektiği söylense, hangisinden vazgeçmeyi yeğlerdin?” diye soran gazeteciye şöyle dememiş miydi: “Hiç film izlememeyi tercih ederdim. Artık eski sinema bitti, sinema salonu bitti, eski filmlerin hepsini izledim zaten, ama hâlâ çok heyecan verici spor müsabakaları yapılıyor.” (Son Super Bowl harika değil miydi?) Daha yakın bir röportajında ise, “The thrill is gone!” (“Eski heyecanı kalmadı!”) diye haykırmamış mıydı? Bu “son yaklaşıyor” tellallığını, ruhunu Netflix’e satan Martin Scorsese de yapacaktı.

/\

Tiktok gibi kısa film üretimleriyle demokratikleşen, halkla bütünleşen sinema, evde bir yandan Tiktok’ta gezinirken bir yandan da diziyi açarım seviyesine mi iniyor? Marinetti, ‘Netflix and chill’ (‘Netflix ve takılmaca’) konseptini bilmiş olsaydı, sanatın şaşırtması, provoke etmesi, infilak edici olması gerektiğine inanan o manik İtalyan herhalde öfkeden kudururdu, bu yeni sanatın kulağına ezan okuyan ses olmaktan elem duyardı.

/\

Okuyucu kitlesi cezbedilerek gişesi garanti olsun mantalitesiyle yapılan uyarlamalarla sektör diri tutulmaya çalışılıyor. Zihnin perdede yansıtılmasının zorluğunu bilen Alfred Hitchcock, Dostoyevski gibi usta yazarların romanlarının uyarlanmasına mesafeli bakıyordu. Film, kendi sesini keşfetmek için belki de bu uyarlamalardan kaçınmalı.

/\

Yine, satışa sunduğu oyuncaklarıyla parayı kıran Marvel’ın sinemanın zirvesi olduğunu kimse iddia edemez sanıyorum. Marvel karakterlerine bir Dostoyevski romanı ya da Hamlet gibi yaklaşan bir genç ancak alaya alınır, büyüyememekle itham edilir diye tahmin ediyorum. Biraz iddialı ve sezgisel bir laf edecek olursam, Marvel’ı yaratan comic book (çizgi roman) türü modern romana, Proust’a, Dostoyevski’ye, Flaubert’e, hatta Shakespeare’e, bilincin keşfine sırt çevirmenin sonucu türemiştir. Comic book’un türeyiş destanını yazacak olan edebiyat tarihçileri gün gelecek, bunu belgeleriyle ortaya dökeceklerdir.

/\

Dahası, belki de en ciddisi, sinemanın kim bilir ne heveslerle, ne ümitlerle aklın hezeyanlarını daha iyi yansıtabilmek adına keşfettiği güzelim yakın plan çekim, dizi melodramlarında anlamını yitirdi, bayağılaştı, sansasyonel bir dekora dönüştü, donuklaştı.

Gelişmelerin durduğu, feci bir katılığın bir karabasan gibi bastığı anda bilin ki o kültür çöküştedir.

Şimdi sinema yeniden bir krizde:

Netflix krizi,

Atıllık krizi,

Eleştiri krizi,

Salon krizi…

/\

Peki sinema bundan sonrasında Divan şiiri gibi ölmeye mi yöneliyor? Sanmam. Henüz onun yerini alacak bir sanat yok. Bir süre daha dekor olarak yaşamını sürdürecektir ya da kendini yeniden keşfedecektir.

/\

Dünya biyosfer tarihinde her yok oluş bir var oluşla beraber gelişmiştir. Jura dönemi dinozorlarının yok oluşu, memelilerin var oluşunda başat rol üstlenmiştir. Keza sinema formatının günümüz kriziyle ortaya çıkan boşluktan yeni bir tür doğabilir (mi)?

                The Great Train Robbery’den Potemkin Zırhlısı’na, Vatandaş Kane’e gelişmeler kat eden sinema, şu anda bu gelişmeler için teknolojinin eline bakıyor. Avatar’ın yaratıcısı James Cameron bunun bir örneği.

/\

Pathe sineması, Hollanda’nın Maastricht şehrinde Dune filmini koku deneyimiyle zenginleştirmeye çabaladı. Ben Dune’u izlerken baharatın dâhil olduğu her sahnede etrafa hibiskus benzeri bir koku sıkılmıştı. Pathe, seyircilere evde sağlanamayan bir deneyimle, salonlarını çok-duyulu yaparak bu krizi aşmaya çalışıyordu, fakat baş döndüren, karakterlere geleceği sezinleten öykünün ana maddelerinden olan baharatı anlatmak için oldukça yavan, sıradan bir koku kullanılmış olması ne üzücü, ne acıydı.  

/\

Ben bu krizden sıyrılacak sinema için birkaç kehanette bulunuyorum:

1- Yeni renk kuramı. Sinema ya da görsel medya bana kalırsa hâlâ bir gün batımının ahengini yakalayamadı. Şahsen ben renk kuramından gelişmeler bekliyorum, sinemanın görsel kayıt cihazlarının o müthiş gün-gece dönümlerinin kızıllığını bir gün daha iyi yakalayacağını umuyorum. Henüz bunun başarılamamış olmasının nedeni renk kuramındaki eksiklik olabilir. Riemann geometrisinin aşılmasıyla makinenin insan algısına daha yakın bir renk algısına varacağı söyleniyor. Bu genel olarak metre bilimin insan algısına, yumuşak metrelere (soft metrology) yönelmesi trendiyle de ilişkili. Bunu yakalayan kameralar, ilk başta ancak bir salonda seyredilebilir olacaktır. -1

2- Kokunun şafağı. Önceki gelişinde yarım kalmış bir sevdayı doğru zamanda alevlendirmek mümkün olabilir mi? Doğru zaman ve doğru duyu düsturuyla, belki. Sinemanın yeni bir heyecan aradığı, muhtemel ki yeniliklere açık olacağı bu dönemde… Wolfgang Georgsdorf’un icat ettiği koku orgu sinemalara eşlikçi olarak dâhil olabilir mi? Sinemalar filmlerine özel kokular üretmek üzere özelleşebilirler, belki bu kokular film sonrası filmi hatırlatması için satışa çıkarılabilir. İzleyiciler koku koleksiyonu yaparlar ve filmi hatırlamak istediklerinde bu kokuları kullanırlar. -2

3- Edebiyat kuramından, kutsal kitaplardan ve klasik eserlerden esinle sinema yapan, sinemayı şu anki seviyesinden çok daha ciddi bir yere taşıyan, bir mağaraya kapanıp 40 günde hazırladığı 40 sayfalık sketchboard aracılığıyla ya da yalnızca ilhamla, tek bir doğaçlama film yapıp medeniyete yeni imgeler kazandırarak ortalıktan kaybolan bir yönetmen. -3

4- Sinemayı bir kanon olarak görüp Harold Bloom’culuk oynayan bir eleştirmen. -4

/\

Ve sinema derin komasından uyanır. –

/!\

İlgililer için birtakım Kaynaklar

Sinemanın gelişimi üstüne samimi bir anlatı (Sinemanın müstakbel ölümüne de bir kısım ayrılmış):

Michael Wood – Very Short Introduction to Film – Oxford University Press (Dost Yayınları bu kitabı Film adıyla Türkçe yayına hazırlamış.)

Renk kuramının değişmesi gerektiğini düşünen, yeni bir renk metrolojisi öngören Los Alamos Ulusal Laboratuvarı üyelerince yazılmış makale:

 “The non-Riemannian nature of perceptual color space” (2022) – Roxana Bujack Emily Teti, Jonah Miller, Elektra Caffrey ve Terece L. Turton

Kokunun sinemaya eklenme girişimi için şu Vikipedi makalesi incelenebilir: https://en.wikipedia.org/wiki/Smell-O-Vision

Bahsi geçen Woody Allen röportajları:

https://www.youtube.com/watch?v=hpniYxRjX3o

https://nypost.com/2022/06/28/woody-allen-tells-alec-baldwin-hes-done-directing-the-thrill-is-gone/

Marinetti sinemanın kulağına ismini ve işlevini fısıldarken:

https://www.arthistoryproject.com/artists/filippo-tommaso-marinetti/the-futurist-cinema/

Bahsi geçen Hitchcock-Truffaut röportajı

https://www.youtube.com/watch?v=idYtdX0UeIM

Homer’in Odisseus ile İlyada arasında zihin kelimeleri tercihindeki niceliksel ve niteliksel değişimini odağına alan makale:

‘Minds’ in ‘Homer’: A quantitative psycholinguistic comparison of the Iliad and Odyssey

NOT: “/\” işaretleri düşünceyi yalıtan birer mantolama işaretleri olarak düşünce duraklarına konmak için tasarlanmıştır. Bir nevi paragraf işaretleri gibi düşünülebilir.

Yorum bırakın