Ragıp Ziya Mağden, Amerika’da Kaybolan Oğlundan Hatıralar ve Amerikan Filmleri

Mustafa Türkan

“8 Şubat [1954] gecesi!… Korkunç, karanlık, menhus bir gece idi.”

Ragıp Ziya Bey’in biricik oğlu Tamer, o gece büyükannesi, üvey annesi ve kardeşlerine sinemaya gittiğini söyleyerek evden çıkmış, gece saat 21.00’de arkadaşı Feridun Özer’le iskelenin yolunu tutmuş ve karşıya geçtikten sonra Tophane rıhtımında bulunan Amerikan şilebine binmişti. Ragıp Ziya Bey’in bu vaziyetten ancak birkaç gün sonra, eve döndüğü zaman haberi olmuştu. O heyecan ile sokaklara düşen Ragıp Ziya Bey, merkezlere, şubelere koşmuş, sağa sola haber göndermişti. Aradan bir ay geçtikten sonra A. P. ajansından korkulan haber geldi:

16 yaşındaki iki Türk çocuğu, Florida’nın Tampa limanında, muhacirin dairesince yakalanarak, başka bir gemi ile, Mobile’den Türkiye’ye iade edildikleri sırada geceleyin, soğuk sulara atlayarak kaçmak istemişlerdir!.. Sular soğuk, hava rüzgârlıdır. Çocuklardan bir tanesi, 25 saat sonra boğulmuş olarak bulunmuştur. Diğerinin âkıbetinden de korkulmaktadır.[1]

İşte Tamer böyle, 1954 senesinin Şubat ayında verilen on beş günlük grip tatilinde bir kuş, bir hayal gibi aralarından sıyrılıp gitmiş ve o ‘menhus’ gecede kayıplara karışmıştı. Florida’nın yerel gazetelerinden The Tampa Tribune’de Tamer ve arkadaşının akıbetiyle ilgili iki haber vardı. İlk haberde, göçmenlik bürosu yetkililerinin Tampa’dan sınır dışı edilen gençlerin Lipscombe Lykes adlı yük gemisinin güvertesinden Alabama’daki Mobile Körfezi’ne atladıkları, gençlerden birinin boğulduğu, diğerinin akıbetinin henüz bilinmediği yazıyordu.[2] Bu haberde ölen gencin kimliği henüz açıklanmamıştı. İkinci haberde, diğer gencin cesedine ulaşılamadığı, dört millik mesafeyi yüzerek kıyıya ulaşmış olabileceği ihtimali üzerine sınır devriyesinin körfezin her iki kıyısında da arama kurtarma çalışmalarına devam ettiği ancak başarılı olamadığı belirtilmişti.[3] Böyle durumlarda anne babalar, umuttan kuvvet aldıkları müddetçe canlı kalırlar, ihtiyaç duydukları kuvvetin menbaını ihtimallerde ararlardı.

Bu arayış kalabalık bir insan atölyesi olan Amerika’da Tamer’i bulmaya yetmiş miydi? Ragıp Ziya Bey’in vekaletlere, sefarete ve New York başkonsolosluğuna yaptığı müracaatlar, ne yazık ki neticesiz kalmıştı. Emniyete sorduğu zaman, böyle bir geminin İstanbul limanından bir ay sonra kalkacağı, o günlerde hiçbir vapurun limandan Amerika’ya kalkmadığı söylenmişti. Tek hayal kırıklığı bu malumat eksikliği de değildi. Bunun üzerine, ihtiyati bir düşünceyle Napoli ve Gibraltar’a telsizle haber vermek için eski sporcu arkadaşlarından, Denizcilik Bankası Umum Müdür Muavini Ulvi Yenal’ı ziyaret etmek istemiş, ancak randevu talebi reddedilmişti. Arkadaşının çok meşgul olduğunu ve onu kabul edemeyeceğini öğrendiğinde kırk senelik bir aşinalığın da Tamer’e faydasının olmayacağını anlamıştı. Günler geçtikçe Ragıp Ziya Bey’in muhitinde dedikodular başlamış, insanların tenkit ve tazyikine tahammül de güç bir mesele halini almıştı:

Aklı eren, ermeyenin bu münasebetle işe karıştığı görülüyor; her kafadan bir ses çıkıyor; önüne gelen habire beni sıkıştırıyor; izahat istiyor, sebep soruyordu. Tamer, kaçmazdan evvel evindeki hayatın, sözde, tahammül edilmez bir hale geldiğini; ağzından (ya intihar, ya firar!) formülünü düşürmediğini söyliyenler oluyordu. Malûmya: âleme dedi kodu lâzım!.. Ana – baba kırılacakmış, üzülecekmiş kahrolacakmış, âlemin umurunda mı?… Sonra, dedi kodu zevkini nasıl tatmin edeceklerdi ya!?.. Onun için, bizler, artık Kadıköy sokaklarında gezinemez, kimselere görünemez olmuştuk. Muhitte, bazı kimseler, daha karşıdan görür görmez: bana, fena fena bakıyor; Tamer’i döğerek, söğerek evden kaçırdığım düşüncerile. manevî takip ve baskı altında bulundurmaktan âdeta zevk alıyorlardı. Hücum, isnad ve iftiraların bir türlü arkası alınamıyor, sonu gelmiyordu.[4]

Baskıya dayanamayan Ragıp Ziya Bey, olayı yerinde tetkik etmek için yolculuğa çıkmaya karar vermişti. Böyle bir yolculuk Ragıp Ziya Bey için mümkün müydü? Ragıp Ziya Bey türlü imkânsızlıklar içerisinde kıvranırken aradığı fırsat ayağına geldi. Ziraat Vekili Nedim Ökmen’den tetkik maksadıyla dört yüze yakın ziraatçıyla Amerika’ya gönderileceğinin haberini aldı. Tetkikler California ve New York eyaletlerinde yapılacaktı. İnsan atölyesinde umudu imal etme ihtimalinin verdiği coşkuyla duygularını şöyle ifade etmişti:

Ben, sevgili oğlum Tamer Mağden’in, uğruna canını tehlikeye soktuğu bu memleketin topraklarına ayak basmıştım ya, ondan ötesi kolaydı, artık… O anda zannediyordum ki, birkaç ilân vermek; polise ve baş konsolosluğa müracaat etmek; sefarete kadar gitmek; icabında detektifler tutmak sayesinde, —Tamer’imi—, elimle koymuş gibi bulacak ve elinden, kolundan tutarak beraberimde İstanbula kadar getirebilecektim… Ne hayal, ne hayal!..[5]

Ne var ki, vaziyet hiç de hayal ettiği gibi olmamıştı. Ragıp Ziya Bey, uzun araştırma ve soruşturmalardan, verilen ilanlardan en ufak bir netice bile elde edememişti. Tamer sanki denize atladığı an yer yarılmış da yerin içine girmişti: “O dakikadan itibaren, ne olduğundan, ne bittiğinden kimsenin haberi yoktu.[6] Yalnız tahkikat neticesinde Tamer’in arkadaşı Feridun Özer’in yirmi dört saat sonra soğuktan kalbinin durması neticesinde boğularak öldüğünü öğrenmişti: “Suya atıldığı dakikadan itibaren ondan en ufak bir malûmat almak kabil olmadı.[7] Ragıp Ziya Bey, oğlundan en ufak bir malumat alamamış olsa bile bir umut onun kurtulmuş olabileceğine inanmıştı: “Ve ben, Amerika’da kaldığım müddetçe, öyle sanıyordum ki, biricik ve sevgili oğlum, yalnız ve kimsesiz sayılamazdı. Günün birinde: (Baba! ben buradayım!) diyerek koşup yanıma gelecek ve boynuma sarılacak; ve her ikimiz beraberce aziz yurdumuza dönecek; ve bundan böyle, mes’ud ve bahtiyar yaşayacaktık.[8] Yüreğindeki acıyla yavaş yavaş yaşayan bir ölüye dönen Ragıp Ziya Bey, oğlunun günün birinde yurda dönebileceğine inanıyor olsa da yokluğuna uzun müddet dayanamayacağını düşünüyordu. Bu satırları oğluna veda mahiyetindeydi: “Eğer günün birinde,” diyordu, “…o korkunç denizlerden kurtulup da sağ kalır ve inşaallah anayurduna avdet edebilirsen; babanın seni daima hatırladığını; senin için dişinden, tırnağından arttırdığı birkaç parayı kardeşine bıraktığını; ve seni, her zaman, hiç, ama hiç kimselerle kabili mukayese olmayacak derecede içten, candan sevdiğini daima hatırlamanı candan dileyeceğim.[9]

Ragıp Ziya Bey’in yüreğinde bu umudu yeşertmesinin sebebi, oğlunun iyi bir yüzücü olmasıydı. Fakat Tamer’in uzun sessizliği umudun boğazını sıkıyordu. Dahası New York’ta kendisine teslim edilen bazı eşyalar vardı: “Leş gibi, yosun kokan iki pardesu ile, bir Montgomery caketi, 2-3 çift çorap, birer çift pantalon, bir iki çiklet kutusu… işte o kadar![10] Montgomery terimi o dönemde, markadan ziyade belirli bir ceket stili veya modeli için kullanılıyordu. Eğer Ragıp Ziya Bey bu terimi doğru bir bağlamda kullanıyorsa, klasik İngiliz duffle tarzıyla tanınan bir ceket türünden bahsediyordu. Duffle ceketler, özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında Britanya Kraliyet Donanması tarafından popüler hale gelmiş, kalın yünlü kumaştan ve karakteristik ahşap veya boynuzdan yapılmış tokaları ve büyük cepleri olan, sıcak tutan ceketlerdi. Bu Tamer ve arkadaşının on yedi gün sürecek yolculuğa bir anlık hevesle çıkmadıklarını kanıtlıyordu.

Peki, Tamer Mağden ve arkadaşı niçin ailelerini ve arkadaşlarını arkada bırakarak Amerika’ya gitmek istemişlerdi? Mağden, oğlu Tamer’i “çok vefalı, çok duygulu, munis, sevimli ve sessiz, inatçı ve azimkâr bir çocuk” olarak telakki ediyor, oğlundan bahsettiği her satırda, insanı duygulandıran, çocuksu, tatlı bir havaya bürünüyordu. Kimseciklerin yetişemediği “Arslan-Şimşek” adındaki bisikletiyle Tamer, çocukluğunu yaşıtları gibi doya doya yaşıyor, gazetecileri taklit ediyor, tatlı peltekliğiyle tüm aileyi neşeye, sevince boğuyordu. Oğlunun her hali Ragıp Ziya Bey’in hatırındaydı. Beşiğindeki bebeğini dikkat ve muhabbet, rikkat ve şefkatle saatlerce seyrettiğini, süt kokan yavrusunu doya doya kokladığını söylüyordu. Ragıp Ziya Bey’e göre insan bir tabloyu da ancak böyle seyredebilir ve ondan ancak bu kadar zevk alabilirdi. Ağlamaları bile onun için dünyanın en güzel ağlama senfonilerinin bestelenişiydi. Dedesi avukat-muallim Ziya Mağden de torunun adeta esiri, kulu kölesi olmuştu. Tamer’in filmlere, hele makinelere karşı merakı büyüktü. Trenlere, lokomotiflere, otomobillere bayılırdı. Ragıp Ziya Bey, oğlunun bu merakını tatmin için onu istasyonlara götürmüş, oradaki makinistler, Tamer’in bu canlı ve samimi alakasından hoşlanarak onu makinelerine almışlar ve makinelerini detaylıca anlatmışlardı. Ailesi, fıtraten zeki ve müdekkik olduğundan emindi. Ragıp Ziya Bey’e göre bu masal gibi çocukluk yıllarındaki ilk büyük felaket, Tamer’in dedesinin vefatı olmuştu. Bu vefatla derinden sarsılan Tamer neşesini yitirmişti. İkinci felaket, Tamer’in annesiyle babasının boşanmasıydı. Bu felaketler Tamer’in tahsilini etkilemiş, Saint Joseph’den Haydarpaşa Lisesi’ne geçmek zorunda bırakmıştı. Ragıp Ziya Bey, oğlunun, kendi tanımıyla “memlekete kontrolsüz bir şekilde ithal edilen Amerikan filmleriyle” işte bu dönem tanıştığını söylüyordu.[11] Bu filmler Tamer’in vaziyetini ağırlaştırmıştı. Tamer, kardeşlerine ve arkadaşlarına Amerika’dan başka laf etmiyordu. Ragıp Ziya Bey o günleri şöyle anlatıyordu: “Bizlerin, evde, Amerika’nın, kolay gidilir bir yer olmadığını; her şeyin bir vakti olduğunu; orta tahsilini bitirince kendisini oraya yollamağı esasen düşündüğümüzü söylemekliğimiz de bu hususta hiçbir fayda temin edemedi, devamlı ve sistemli bir şekilde, bütün dikkatimizle yaptığımız bu mücadele maalesef sökmedi![12] Tamer’i etkileyen ve buradaki hayatından koparan Amerikan filmlerinin etkisini ise şöyle kelimelere döküyordu: “Amerika’nın macera dolu, aldatıcı, süslü ve sürükleyici, hayatta her şeyi mümkün gösteren o müthiş propagandası, yarı çıplak, oyalı boyalı, süslü, rötuşlu, renkli, baldır bacaklı filimleri; çocuğu, divaneye çevirdi![13] Ragıp Ziya Bey’e göre Tamer, “sinema nesline mensup, Amerika hastası ve hayalperest” idi. Bu hadisenin tüm mesulü Amerikan filmleriydi.

Tamer yalnız Amerika’yı görmek mi istiyordu, yoksa orada Broadway yıldızı olma hayalleri mi kuruyordu? Laurel&Hardy hayranı olan Tamer hangi Amerikan filmlerini izleyerek bu hayallere dalmıştı? 50’li yılların başında vizyona giren filmlerden Key Largo (Ölüm Gemisi), Dark City (Karanlık Şehir), The Great Missouri (Misuri Baskını), Treasure Island (İrlanda Hazinesi), Barricade (İntikam Kahramanı), Commanche Territory (Kanlı Savaş), Kiss Tomorrow Goodbye (Kasırga Adam), A Streetcar Named Desire (İhtiras Tramvayı), Montana (Hürriyet Kahramanı), Two Flags West (Zafer Meydanı), The African Queen (Afrika Kraliçesi), The Crimson Pirate (Kahraman Korsan), The Return of the Corsican Brothers (Korsikalı Kardeşlerin İntikamı), Cops and Robbers (Polisler ve Soyguncular), Captain Chine (Denizler Atmacası) ve He Run All the Way’i (Sevgilim Bir Katildi) izlemesi mümkündü. Tamer’in sinemaya gittiği yıllarda Dorothy Hall ve Barry Fitzgerald’ın başrollerini paylaştığı The Naked City (New York Esrarı) filminden Genne Kelly ve Judy Garland’lı Summer Stock’a (Şen Yıldızlar) kadar geniş bir ithal Amerikan film yelpazesi vardı.

Uzun bir dönem Türkiye’de sinemaya dair eleştirel bakış açısı, Ragıp Ziya Bey’in şikâyetleri hatırlatır cinsten, yani sinemayı çoğunlukla kültür emperyalizmi perspektifinden değerlendiren bakış açısıydı.[14] Ali Özuyar’ın transkripsiyonu ile Türk Sineması Hakkında Raporlar’da yer alan “Film Mütehassısı ve Tarih Muallimi Şakir Bey’in Birinci ve İkinci Raporlarının Sureti” adlı metinde, Şakir [Seden] Bey’in “terbiyevi film kütüphanesi” oluşturma düşüncesi de böyle bir bakış açısının tezahürüydü.[15] Bu tezahürde filmler Türk kültürüne ve Türkçülüğe doğrudan veya dolaylı hizmet etmeliydi. Yabancı film ithali konusunda gereğinden fazla film ithal edildiğini ve buna bir sınırlamanın getirilmesi gerektiğini belirten Türk Filmciliğinin Dertler ile Çarelerine Dair Rapor’unda (Yerli Filmler Yapanlar Cemiyeti, 1953) ithalatçıların hiçbir kalite ve sanat endişesi aramadan getirdiği sinema filmlerinin Türk milletine ve tarihine tecavüz ettiğine yer verilmesi de Ragıp Ziya Bey’in şikayetlerini andırıyordu.[16] Bunca şikâyete rağmen film ithalatının azalmamasının sebebi ise yerli film endüstrisinin iktisadi şartlarıydı. 40’lı yılların sonunda yerli filmin ortalama maliyeti 40.000 Türk lirasıydı. Bu meblağ 25.000 ile 60.000 Türk lirası arasında değişmekteydi. İmkânlar kısıtlı, iktisadi şartlar ağır, vergiler yüksek ve deneyimli eleman noksandı.[17] 1950’de gösterilen yerli film sayısı 23 iken yabancı film sayısı 229’du.[18]

“Türk Filmciliği Meseleleri” dizisinin ikincisi olarak 10 Ocak 1955 tarihinde Gazeteciler Cemiyeti’nde düzenlenen basın toplantısıyla ilan edilmiş olan, Türk Filmciliği ve Kalkınması İçin Halli Gereken Meseleler Hakkında Rapor’unda da (Türk Film Dostları Demeği, 1955) ölçüsüz ithal edilen filmlerin çocuklar üzerinde kötü tesiri olduğuna değinilmişti. Rapora göre bu filmler “konu bakımından bizim topluluğumuzun yüzde 80’ine hitap etmeyecek mahiyette” idi.[19] Aslında İbrahim ve Ahmet Efendilerin hazırlayıp sunmuş olduğu, 29 Mart 1903 tarihli “Memâlik-i Şahane’de sinematograf temâşâ ettirilmesinin şerâit-i imtiyâziyesi”nde adap ve ahlaka vurgu vardı.[20] Ahlaka aykırı filmlerin genç erkek ve kız çocuklara “arz ve teşhiri”nin memleketin “selâmet-i maneviye ve necâbet-i ahlâkiyesiyle” alakadar olanları tahrik ettiğini söylenmekteydi.[21] Bu vurgu, Ragıp Ziya Bey’in ima ettiği kötü tesirin de ötesindeydi. 1916’da sinemalarda gösterilen cinayet sahneleri çocukları dehşete düşürmesi ve çocukların nazarında bu olayların sıradan olaylarmış gibi görülmeye başlanması sebep gösterilerek çocukların psikolojisini ve ahlakını korumak amacıyla umumi sinemalara on altı yaşından küçük çocukların kabul edilmemesi (çocuklara dair eğlenceli ve faydalı gösterimler hariç) hakkında bir madde yapılması, sinema-tiyatro açılması ve idaresi hakkındaki nizamnameye eklenmesi bildirilmişti.[22] Tamer’in çocukluğu eğer o yıllara rastlasaydı, sinemaya ulaşımı 40’lı ve 50’li yıllardaki gibi kolay olmayacaktı.

Bu dönem Ragıp Ziya Bey evinden uzaktaydı. Çalıştığı okul Halkalı’daydı. Kadıköy’den Halkalı’ya her gün gitmesi mümkün olmadığından bazı günler Halkalı’da kalıyordu. Kimisi yatılı kimisi yatısız okuyan çocuklar, Ragıp Ziya Bey’i haftada bir veya iki defa güçlükle görebiliyorlardı. Ona göre Tamer böyle bir atmosferde filmler tarafından zehirlenmiş ve üç gün üç gece bir tahlisiye sandalında aç susuz kalmayı göze alarak Amerika’ya kaçmıştı. Ragıp Ziya Bey için “Tamer, bu deliliği acaba neden yaptı? Bu müthiş ve çocukça maceraya nasıl sürüklendi? O güzelim hayatına niçin kastetti? Yatılı okulundan neden bıktı ve kaçtı?” sorularının cevabı hep Amerikan filmleriydi.[23] Anılarında, oğlunu hep anlamaya çalışan bir baba olduğunu, eğitim hayatına dair nasihatlerini ona sakin sakin, tatlı bir dille anlattığını söylüyordu. İşinden dolayı ailesiyle arasındaki iletişimin zayıf kaldığı ancak satır aralarından okunuyordu. Tamer’in Amerika’ya gitmesi için farklı motivasyonlarının olabileceği, hatta belki de bu motivasyonların Amerikan filmlerinden daha güçlü olduğunu düşünülebilirdi ama Ragıp Ziya Bey için böyle olasılıklar ya yoktu ya da anılarına yansımamıştı. Kitabına her ne kadar Amerika’da Kaybolan Oğlumdan Hatıralar dese de bu kitap, oğlu Amerika’da kaybolan bir adamın hatıralarıydı.

Ona göre Tamer, “kendi kafasını beğenen” ve “nasihat kabul etmeyen” bir delikanlıydı. Evinde, ocağında bir bey, bir prens gibi yaşadığının altını çiziyordu. Pervasız bir 20. asır genciydi, gözü karaydı, istikbali için hazırladığı maya farklıydı. Tamer’in Tenkit ve Hülyaları şiirinde Ragıp Ziya Bey, oğlunun ağzından şöyle demişti: “Ben, tıpkı bir Amerikalı gibi, korku ne, bilmem.[24] Ona göre Tamer, hayat cahili, tecrübeden mahrum, çalışma hayatının sertliğini ve çetinliğini henüz tatmamış, başında kavak yelleri esen, bıyıkları terlememiş bir çocuktu. Sade ve pürüzsüz bir hayattan kaçmıştı. Ailesinin arsız olacağı, yorulacağı veya hastalanacağı endişesiyle onu boğacak sınırlar çizmediği de aşikârdı. Ragıp Ziya Bey, şiirle yalnızca oğlunu tenkit etmiyordu. “Keyif ehli, kadının hastası, bela, mikrop” gibi ifadelerle eşi de payına düşeni almıştı.[25] Türlü emeklerle büyüttüğü çocuğunun kaybıyla zaman geçtikçe öfkesi de büyümüştü. Okyanusun derinliklerine karışan oğlu ve arkadaşı için “Onlar, bizi hiçe saydılar. Reyimize itibar etmediler. Bizi adam yerine koymadılar. Görgümüze, tecrübemize itimat eylemediler” diyordu. Bu satırlar haşin ve düşman sessizliğin içine sığdırılmış bir bağırıştı. Etrafındaki herkes bu sessizliği dinliyor, ona acıyor, onun içinde soluyor, dilini konuşuyor ve tarafından yutuluyordu. Fakat ne çare ne de deva mevzubahisti. Ragıp Ziya Bey, bu vakur adam kendini kafesine kapatılmış bir kartal gibi mahpus bulmuştu. Bu acı olayda anlatmadığı, eksik bıraktığı veya henüz yüzleşemediği parçalardaki mükâfatı görebilecek miydi?

Ragıp Ziya Bey, Amerika’da Kaybolan Oğlumdan Hatıralar’ı şu satırla bitirmişti: “Onu; böyle feci bir âkıbetten korumuş ve kurtarmış olmasını, Ulu Tanrı’dan, geliniz! hep birlikte tazarru ve niyaz edelim.” Tarifi mümkün olmayan bu kaybın onu işlerinden alıkoyduğunu düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Oğlunun vefatının üzerinden dört sene geçtikten sonra Ziraî Öğretimde 110 Yıl (1958) kitabını tamamladı. Ragıp Ziya Bey’i bu kitapla tanıdım. Şahsi meraktan ötürü Meyvacılıkta Anaçlar’dan (1953) Meyveciliğe İlk Adım’a (1962), Meyveciliğe İlk Adım’dan Zirai Kombinalar’a (1949) hangi eserine ulaşabildiysem göz attım. O, her yönüyle bir Cumhuriyet öğretmeni minyatürüydü. Zirai üretim alanında eserler vermeyi ve genç ziraatçılar yetiştirmeyi kendine vazife bilmiş, halk için tarım bültenleri hazırlamıştı. Anadolu’da köyleri, bilhassa dağ köylerini gezip incelemişti. Kendine koyduğu hedef, milletine 50 eser kazandırmaktı. Bu hedefine ulaşmış, hatta daha fazla eser kazandırmıştı. Duyduğum Sesler (1953) adlı şiir kitabı, ellinci eseriydi. Tutkulu bir Fenerbahçe taraftarıydı. Bu tutku ona Fenerbahçe Batamaz (1961) adlı bir şiir kitabı bile yazdırmıştı. Duyduğum Sesler’de idealine kavuşmanın nasıl bir his olduğunu şöyle tarif etmişti: “Şu dakikada duyduğum sevinç; idealist bir adamın sevinci ve neşesidir.[26] Vazifesini yapmış olduğunu bilmenin verdiği rahatlık, yüzündeki yaşanmışlık çizgilerini yumuşatmış, ömrünün bir bölümünü esir almış azabın izlerini silmiş midir, bilmem. Ragıp Ziya Bey’in yurt, memleket ve meslek için daima yanıp tutuşan kalbinin kıvılcımlarının tozlu kitap sayfalarının arasında unutulup gitmesine gönlüm el vermedi. Tüm eksikleriyle bu yazı, bir ziraatçının, öğretmenin, sporcunun, şairin ve belki de hepsinden önce bir babanın portresidir.


[1] Ragıp Ziya Mağden, Amerika’da Kaybolan Oğlumdan Hatıralar (İstanbul: Kağıt ve Basım İşleri A.Ş., 1955), 12.

[2] “Stowaways Leap Into Bay After Tampa Deportation: One Drowns at Mobile; Second Missing,” The Tampa Tribune, 5 March, 1954.

[3] “2 Turkish Stowaways Deported Here Jump Overboard; 1 Drowns,” The Tampa Tribune, 6 March, 1954.

[4] Mağden, Amerika’da Kaybolan Oğlumdan Hatıralar, 20.

[5] A.g.e., 21.

[6] A.g.e.

[7] A.g.e., 23.

[8] A.g.e., 25.

[9] A.g.e., 26.

[10] A.g.e., 27.

[11] A.g.e., 9.

[12] A.g.e.

[13] A.g.e., 10.

[14] Ali Karadoğan, “Raporlar Ekseninde Türkiye’de Sinema ve Sorunlarının Kısa Bir Tarihi (1925-1975),” In Türk Sineması Hakkında Raporlar, edited by Ali Karadoğan (Ankara: De Ki Basım Yayın, 2019), 16.

[15] A.g.e., 53.

[16] A.g.e., 135.

[17] Ertan Tunç, Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı, 1896-2005 (İstanbul: Doruk Yayıncılık, 2012), 65.

[18] A.g.e., 82.

[19] Karadoğan, 32-33.

[20] “Memālik-i ecnebiyyeye ʿāʾid menāẓır ve veḳāyiʿden ādāb ve aḫlāḳa münāfī olmayanlar — miḳdār-ı yevmī proġrāmdaki resimleriñ nıṣfını tecāvüz ėtmemek üzere — bilād-ı cesīmedeki maḥāll-i maḫṣūṣasında ʿumūma temāşā ėtdirilebilecekdir. Faḳaṭ esāsı ḫurāfāta mübtenī ve fāʾidesiz ve münāsebetsiz menāẓırıñ irāʾesinden ictināb olunacaḳdır.” BOA, Y.PRK.AZJ 46/16, 29 Ẕi’l-ḥicce 1320/29 Mart 1903. Elbette sakıncanın kapsamı kötü tesirin ötesindeydi. Örneğin Beyoğlu’ndaki Halep Çarşısı’nda sinematograf ile gösterilen filmler arasında Napolyon’un Mısır’daki savaşlarına dair resimlerin teşhir edilmesi Dahiliye Nezâretini harekete geçirmiş, bundan böyle gösterim öncesinde Matbuat-ı Dahiliye İdare’sinden olur alınması istenmişti. BOA, DH.MKT, 823/38, 4 Ẕi’l-ḥicce 1321/21 Şubat 1904.  Selanik’te Olimpia Salonu isimli kahvehaneye getirilen bir sinematograf ile anarşistliğe dair cinayet sahnelerinin halka izlettirilmesine verilen tepki için bkz. BOA, TFR. I.A 36/3508, 12 Ramażān 1325/19 Ekim 1907. Beyoğlu’nda Odeon Tiyatrosu’nda Sinematograf Kumpanyası’nın ahlaka aykırı filmler göstermesinin yasaklandığına dair Zabtiye Nezâreti’nin yazısı için bkz. BOA, ZB 328/6, 1 Ramażān 1324/19 Ekim 1906.

[21] BOA, DH.KMS 62/18, 26 Ramażān 1340/23 Mayıs 1922.

[22] “Istānbūlda mevcūd ʿumūmī sinemālara çocuḳlar daḫi devām ėtmekde olub bu gibi sinemālarda irāʾe olunan bir çoḳ veḳāyiʿ-i cināʾiyye çocuḳlarıñ aḥvāl-i ruḥiyye ve ṭabāyiʿne teʾsīr ėderek bir ṭāḳımı o gibi veḳāyiʿden tedehhüş ėtmekde ve bir ṭāḳımı da veḳāyiʿ-i mezbūreyi göre göre ʿadetā istīnāsı ḫāṣıl ėtmekde olmasıyle her iki ṣūret-i teʾsīriñ nīk ü bedi ġayr-i fāriḳ olan eṭfāl içün ʾātī ve aḫlāḳ noḳṭa-i naẓarından maḥẕūr ve mażarratı der-kār bulundıġından çocuḳlara maḫṣūṣ eğlenceli ve istifādeli ḫuṣūṣī sinemālar müsteѕnā olmaḳ üzere baʿż-ı memālikde oldığı vech-ile buraca da ʿumūmī sinemālara on altı yaşından dūn çocuḳlarıñ ḳabūl ėdilmemesi ḫuṣūṣunuñ uṣūl-i ittiḫāẕı esbābınıñ istiḥṣāli Beg-oġlı [Beyoğlu] mutaṣarrıflığından işʿār ėdilmiş olmaġla eṭfāliñ terbiyesine ve maʿneviyyāt ve ṭabāyiʿne ve ʾātīde ḥāl-i ictimāʿīmize mühimm teʾsīrātı görilen ve görilecek olan sinemālar ḥaḳḳında ṣūret-i işʿāra göre bir ḳarār ittiḫāẕı menūṭ-ı reʾy-i rezīn-i ʾāṣaf-āneleridir ol-bābda emr ü fermān ḥażret-i men lehü’l-emriñdir” BOA DH.EUM.VRK 28/22, 29 Ṣafer 1335/25 Aralık 1916.

[23] “Bir çocuk mantıkının zebunu, bir çocuk düşüncesinin esiri, Tarzan ve cicili – biçili, renkli, boyalı Amerikan filmlerinin hastası, sakat ve perişan bir psikolojinin kurbanı olan oğlum Tamer Mağden… […] Amerikan toprağına çıksaydın ne olacaktı sanki?!.. Başın göğe mi erecek; orada, yıldız mı olacaktın?… Ve bütün Hollywood senin mi olacaktı?!..” Mağden, Amerika’da Kaybolan Oğlumdan Hatıralar, 23.

[24] A.g.e., 29.

[25] A.g.e., 30.

[26] Ragıp Ziya Mağden, Duyduğum Sesler (İstanbul: Kâğıt ve Basım İşleri A. Ş., 1953).

Yorum bırakın