21. Yüzyılın İlk Çeyreğinde Türk Dış Politikasına Dair Notlar (2)

HAKAN DUMLU
İSTANBUL BEYKENT ÜNİVERSİTESİ’NDE ARAŞTIRMA GÖREVLİSİDİR.

Türk Dış Politikasında ABD, Avrupa ve Balkanlar

Soğuk Savaş devrinde Türkiye’nin Batı ile ilişkileri, ABD ve Batı’nın geriye kalanı ekseninde gelişmiştir. O yıllardan itibaren Türkiye, jeopolitik ve jeostratejik öneminden ötürü ABD için vazgeçilmez bir müttefik olmuştur. Bu bağlamda dış yardımlara karşılık olarak birçok alanda Türk-Amerikan iş birliği ortaya çıkmıştır. Nitekim SSCB’yi çevreleme stratejisine uygun olarak Türkiye, bölgesel politikalarında Amerikan yanlısı bir tutum belirlemiştir. Ancak Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ortaya çıkan hal ve şartlar, ittifak ilişkilerini de dönüştürmüştür. Özellikle Birinci Körfez Savaşı, Türk-Amerikan ilişkilerinde psikolojik bir kırılma yaratmıştır. Yine de Türk dış politikasındaki öğrenilmiş davranışsal alışkanlıklar, kısa sürede terk edilememiştir. Zira Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik önemi, bu kereye onu, enerji güvenliği için vazgeçilmez kılmıştır. Nihayet 2003’te başlatılan İkinci Körfez Savaşı’nda Irak’ın ABD tarafından işgal edilişi, Türk-Amerikan ilişkileri için bir dönüm noktası olmuştur. Nitekim bu işgal, ABD’ye yönelik Türk dış politikasının sorgulanmasına yol açmıştır (Kardaş, 2011).

ABD, gerek Soğuk Savaş devrinde gerekse sonraki yıllarda Orta Doğu, Balkanlar ve Avrasya’daki çıkarlarını koruyabilmek için bölgesel bir aktöre ihtiyaç duymuştur. Bu bakımdan söz konusu bölgelerdeki Amerikan çıkarları, Türkiye’nin tarihî ve kültürel bağlarıyla birlikte düşünüldüğü takdirde görülecektir ki iş birliği ve rekabet, aslında Türk-Amerikan ilişkilerinin tabii bir özelliği haline gelmiştir. Bu bağlamda çeşitli iş birliği ve uyuşmazlık alanları ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin AB’ye üyelik süreci, enerji güvenliği, Afganistan’ın yeniden inşa süreci ve Balkanlar’a yönelik politikalarda sıkı bir iş birliği görülmektedir. Buna karşın Türkiye’nin Orta Doğu, Rusya ve daha geniş manada Avrasya’ya yönelik politikaları da ciddi birer uyuşmazlık kaynağı olmuştur. Üstelik bu sebeplerden ötürü Türkiye’de Amerikan karşıtlığının artması, NATO’ya yönelik şüpheleri körüklemiş ve böylece millî savunma sanayiine stratejik bir önem atfedilmesine vesile olmuştur (Kardaş, 2011).

Türk-Amerikan ilişkilerinin dönüşerek Soğuk Savaş devrindeki “patronaj” dinamiklerinin ötesine geçmesi, uluslararası sistemdeki yapısal değişimle mümkün olmuştur. Amerikan hegemonyasının zayıflamasıyla Türkiye, bölgesel gücünü küresel ölçekte hissettirebilmiştir. BM Güvenlik Konseyi’ndeki geçici üyeliği, İslam İşbirliği Teşkilatındaki (İİT) dönem başkanlıkları ve TDT’deki öncülüğünün yanı sıra G-20 ve Avrupa Konseyindeki etkisi sayesinde Türkiye, bu imkân ve kabiliyete sahip olabilmiştir. Bu bağlamda Türkiye, çevresindeki jeopolitik gerçekliklere göre kendisini uluslararası sistemde yeniden konumlandırmıştır. Böylelikle güvenlik kaygılarından sıyrılan ve iş birliğine odaklanan bölgesel politikaları da Ankara merkezli olmaya başlamıştır. Yeni zihniyet, yalnızca Soğuk Savaş devrine ait olan “ön cephe devleti” yahut “güney kanat” yakıştırmalarının reddi değil; dahası, Soğuk Savaş’tan sonra Türkiye’ye biçilen “köprü” ve “eksen ülke” vasıflarına da bir itiraz olmuştur (Kardaş, 2011).

Yeni düzende Türkiye, Batı ile ilişkilerini ABD, AB ve Balkanlar olmak üzere üç farklı eksende devam ettirmiştir. Bu bağlamda Türkiye’nin AB’ye üyelik serüveni umutla başlamış, hayal kırıklığıyla devam etmiş ve nihayet reddedişle çıkmaza girmiştir. Avrupa ülkelerine kıyasen Türkiye’nin ekonomik bakımdan zayıf, siyasi bakımdan hâlâ eksik, dinî ve kültürel bakımdan ise farklı bir ülke olduğunu öne süren AB, aslında bildik çifte standart uygulamasını sürdürmektedir. Zira AB’nin genişleme sürecinde kimi aday ülkeler, her bakımdan yeterli olmamalarına rağmen Avrupa Birliği’ne tam üye olarak kabul edilmiştir. Bu sebeple AB’nin Türkiye’ye yönelik politikası tutarsız olmuştur. Nitekim asıl mesele, dinî ve kültürel farklılıklar yüzünden Türkiye’ye karşı duyulan kuşkudur. Diğer bir deyişle Türkiye, Kopenhag Kriterleri’ne uyum sağlamak için siyasi ve ekonomik düzenini ayarlayabilecektir ancak coğrafi konumunu, dinini ve kültürünü değiştiremeyecektir. Sonuç itibarıyla John Redmond’un (2007) Türkiye için önerdiği “Avrupa’nın sorunu” ya da “sorunlu Avrupalı” seçeneklerinden ilki, AB tarafından tercih edilmiştir.

Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde Kıbrıs sorunu, başlıca anlaşmazlık olmaya devam etmektedir. Zira 2004’te bu sorun, gasıp Rum yönetiminin, Kıbrıs Adası’nın tamamını temsilen Avrupa Birliği’ne kabul edilmesiyle Avrupa’nın bir “iç meselesi” haline getirilmiştir. Üstelik gasıp Rum yönetimi, egemenliği Türklerle paylaşmaya razı olmadığından ötürü yarım asrı aşkın süredir yürütülen müzakereleri adeta bir sürüncemeye dönüştürmüştür. Adil, kapsayıcı ve kalıcı bir çözüme karşı inat ve ısrarla direnen gasıp Rum yönetiminin bu uzlaşmaz tutumuna karşılık olarak Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC), Kıbrıs’ta iki devletli çözümü savunmaya başlamıştır. Diğer bir deyişle, Ada’daki iki ayrı devletle kaim olan statüko, artık bir realite haline gelmiştir (Dumlu, 2024).

Hal böyleyken Türkiye’nin AB üyeliği, yapısal şartlara sıkı sıkıya bağlıdır. Eğer AB, uluslararası sistemde başat aktör olmaya karar verir ve bu doğrultuda kendisini dönüştürebilirse ABD’nin sağladığı güvenlik desteğinden mahrum kalma ihtimali belirecektir. Böylesi bir ihtimal gerçekleştiği takdirde, güvenlik amacıyla Türkiye’ye ihtiyaç duyacaktır. Ancak AB’ye üyelik sürecindeki çıkmaz, Türkiye’yi alternatif uluslararası yapıları değerlendirmeye sevk etmiştir. Türkiye’nin BRICS’e teveccüh etmesi de dış politikasını ve ticari ilişkilerini çeşitlendirme amacından kaynaklanmaktadır. Bu bakımdan tıpkı TDT’deki teşebbüsleri gibi BRICS’e üyelik başvurusu da Türkiye’nin jeopolitik gerçekliklere göre bir hareket tarzı belirlediğine delalet etmektedir. Ancak Türkiye için BRICS üyeliği, AB üyeliğinin bir ikamesi olarak düşünülemez. Zira AB’nin ulus-üstü, BRICS’in ise uluslararası bir yapı olması bir yana; Türkiye için esas mesele, uluslararası ilişkilerdeki belirsizliğe karşı proaktif politikalar uygulayarak tedbirli olmaktan ibarettir.

Türkiye’nin Balkanlar’a yönelik politikası ve bu bölgede artan etkisi, Avrupalı odaklar tarafından şüpheyle karşılanmıştır. Öyle ki Türkiye, Balkanlar’daki istikrarın ve Avro-Atlantik bütünleşmesinin hilafına hareket etmekle itham edilmiştir. Ancak Türkiye’nin bölgeye yaklaşımı, bu tür iddiaların mesnetsiz olduğunu göstermektedir. Zira Balkan Türklerine ve Müslümanlarına yönelik ilgisi, yıkıcı bir politikanın yansıması olmamıştır. Nitekim Türkiye, hassas bir dengede tatbik ettiği Balkan politikası gereğince ulusal ve bölgesel sorunlara karışmamıştır. Bu bağlamda Yunanistan ile Kuzey Makedonya, Belgrad ile Priştine ve Hırvatlar ile Boşnaklar arasında ortaya çıkan sorunlara, taraf tutmadan yaklaşabilmiştir. Böylelikle Balkanlar’daki uluslar için güvenilir bir üçüncü ülke olmuştur. Bu realite, bölgedeki bütün aktörlerce kabul edilmiştir. Üstelik Türkiye’nin dengeli politikası, Balkanlar’daki jeopolitik güç boşluğunda, öngörülemeyen kriz ve çatışmaların çıkmasını da engelleyebilecektir. Bu bakımdan Türkiye, Balkan devletlerinin AB ile bütünleşme çabalarına tamamlayıcı bir katkı sağlayacaktır (Ekinci, 2019).

Son yıllarda Türkiye, her ne kadar AB ve NATO ile siyasi bakımdan uyumsuzluk gösterse de bu hal ve şartlar, Balkanlar’da Batı’ya bir rakip olarak hareket etmeyi gerektirmemiştir. Nitekim Türkiye, Balkanlar’daki ticari faaliyetlerinin yüzde 80’inden fazlasını AB ve/veya NATO üyesi ülkelerle sürdürmektedir. Geriye kalan ülkelerle de serbest ticaret anlaşmaları imzalamıştır. Öte yandan Arnavutluk ve Kosova’daki başlıca dış yatırımcılar arasında bulunmaktadır. Türkiye’nin Balkanlar’a yönelik politikasının bir diğer ekonomik veçhesi ise enerji güvenliği olmuştur. Hazar’dan Balkanlar’a uzanan Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı (TANAP) ve Rusya’dan Balkanlar’a uzanan TürkAkım, Türkiye’den geçtiği için karşılıklı bağımlılık yaratılmıştır. Bu bağlamda ekonomik bakımdan Türkiye, Balkanlar’da AB’ye karşı “yumuşak dengeleyici” olarak kabul edilebilecektir (Ekinci, 2019).

Türk Dış Politikasında Orta Doğu

Soğuk Savaş devrinde Türkiye, Orta Doğu’ya yönelik politikasını, NATO’nun güvenlik kaygılarına göre şekillendirmiştir. Bu bakımdan amaç, ittifaka yararlı olmaktan ibaret kalmıştır. Nitekim Türkiye, ittifakın stratejisi haricinde Orta Doğu’ya karışmamıştır. Ancak Soğuk Savaş’ın ardından realist bakış açısının ötesine geçebilen Türkiye, bölgesel politikalar sayesinde Batı ile ilişkilerini dengelemeye çabalamıştır. Uluslararası sistemdeki dönüşüm, Türkiye’ye bölgesel ve küresel bir serbestlik kazandırarak aslında bu denge arayışı için uygun hal ve şartların oluşmasını sağlamıştır. Bu arayışı tetikleyen hadiseler, Birinci Körfez Savaşı’nın ardından ortaya çıkmıştır. Ancak koalisyon hükûmetlerine denk gelen arayış, tutarlı bir dış politika doğuramamıştır. Türkiye’nin Orta Doğu politikası için asıl kırılma noktası ise Irak’ın işgali olmuştur (Özkan, 2006).

Nitekim Türkiye’nin Orta Doğu politikasının tarihî boyutunun olmadığı; dolayısıyla zaman bakımından derinlikten, mekân bakımından ise genişlikten yoksun olduğu iddia edilmiştir. Bu bakımdan Türk dış politikası; savunmacı, durağan ve edilgen olarak nitelendirilmiştir. Türkiye’nin bu sebeple Orta Doğu’ya yabancılaştığı; bölgesel dengelerden ve bölgenin kültüründen koptuğu tespit edilmiştir (Altunışık, 2009). Ancak Irak’ın işgali sırasında ve sonrasında, Türkiye’nin bir yandan ABD ile ilişkileri bozulurken diğer yandan komşularıyla ilişkileri düzelmiştir. Böylece Türk dış politikası, dengeye doğru ivmelenmiştir. Türkiye, bölgesel barış ve istikrarı önceleyerek İİT, Arap Birliği, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) gibi uluslararası örgütlere teveccüh etmiştir. Bu suretle Batı eğilimini aşan bir yaklaşımla dış politikasını şekillendirmiştir (Özkan, 2006).

Bu bağlamda, yeni düzenin sunduğu imkân ve fırsatlar, Türkiye’yi sahip olduğu kültür ve medeniyet mirasından istifade etmeye yöneltmiştir. Nitekim yeni düzende Türkiye’nin Orta Doğu politikası, dört özgül unsurdan mürekkep bir stratejiye dayandırılmıştır. Buna göre, (i) tarih ve kültürel birikimin önemi kavranmış, böylece (ii) Türkiye’nin çok medeniyetli kimliği öne çıkarılmıştır. Bu suretle (iii) Türkiye, bölge ülkelerinin nezdinde rol modeli olmuş, dolayısıyla (iv) komşuluk ilişkilerini geliştirerek Orta Doğu ile barışmıştır. Sonuç itibarıyla Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikası, artık, Batı ile ilişkilerinin bir uzantısı değildir. Zira Türk dış politikasına kazandırılan dinamik ve proaktif yaklaşımın nirengi noktası, Ankara olmuştur (Altunışık, 2009).

Türkiye, dış politikada belirlediği proaktif yaklaşım doğrultusunda başta Orta Doğu olmak üzere yakın çevresindeki bölgesel çatışmalara üçüncü taraf olarak müdahale etmekten kaçınmamaktadır. Bu bağlamda, özellikle Osmanlı geçmişi bir referans olarak kullanılmaktadır. Irak, Suriye, Filistin, Lübnan ve Libya gibi memleketlerde çoğunlukla bu referanstan istifade edilmiştir. Ancak bu ısrar, kimi zaman Neo-Osmanlıcı ve dolayısıyla hegemonyacı olarak algılanmaktadır. Bu algı da Türkiye’nin bölge ülkelerindeki güvenilirliğini zedelemektedir (Altunışık, 2009).

Sonuç

Türkiye, uluslararası sistemde meydana gelen dönüşüm sayesinde, özerk bir dış politika tayin ve takip etmek hususunda yıllar boyunca edindiği tecrübeden istifade edebilmiştir. Bu suretle çevresindeki jeopolitik gerçekliklere göre bir hareket tarzı belirlemiştir. Türkiye, hem kendisine hem de çevresine güvenlik ve istikrar sağlayacak bir merkez ülke olmaya çabalarken tarihî ve kültürel mirasından neşet eden üç kimlikli[1] bir dış politika kurgulamıştır: Türk, Müslüman ve Batılı. Aslını inkâr etmeden, sosyolojiyle kavgaya tutuşmadan ve muasır medeniyetler seviyesine erişmek için icap edenlere sırtını dönmeden dış politikada bir denge yaratmayı amaçlamıştır. Bu bağlamda tayin edilen Türk dış politikası, Soğuk Savaş döneminin tersine, kriz odaklı değil; ülkü odaklı olmuştur. Ayrıca Türkiye’nin bir bölgeye yönelik ilgisi ve ilişkileri, diğer bölgelere yaklaşımıyla çelişmediği için Türk dış politikası da tutarlılık arz etmiştir. Bu bakımdan uyumlu küresel ilişkiler tesis edilebilmiştir.

Sonuç itibarıyla Türk dış politikasının başlıca iki özelliği vardır: (i) Aktör olma çabası, (ii) büyük güç olma isteği. Türkiye, bölgesel ve küresel meselelerde karar verici bir aktör olmak için çabalamaktadır. Bununla beraber uluslararası ilişkileri etkilemek ve şekillendirmek maksadıyla büyük güç olmak istemektedir. Nitekim Orta Doğu, Balkanlar, Kafkaslar, Türkistan, Hazar Havzası, Akdeniz, Karadeniz, Körfez ve Afrika Boynuzu gibi çok çeşitli bölgelerde eş zamanlı çıkarları vardır. Bu sebeplerden ötürü en yakın müttefikleriyle dahi çatışmaktan kaçınmamaktadır. Zira aktör olabilmek için iradesini göstermek zorundadır. Başta ABD olmak üzere bazı NATO ve AB üyesi ülkelerin Fethullahçı Terör Örgütü ve Casusluk Şebekesi (FETÖ) ile PKK terör örgütünün Türkiye, Irak ve Suriye’deki uzantılarına verdikleri siyasi, ekonomik ve diplomatik destek sebebiyle Türkiye’nin Batı’ya karşı ihtiyatlı yaklaşımı, 2010’lardan itibaren şüpheci ve hatta kimi zaman çatışmacı bir yaklaşıma dönüşmüştür.

Kaynaklar

Benli Altunışık, M. (2009). Worldviews and Turkish foreign policy in the Middle East. New Perspectives on Turkey (40): 171-194.

Dumlu, H. (2024). Kıbrıs Barış Harekâtı’nın 50’nci yıl dönümü: AB hâlâ çözümsüzlükten yana. İstanbul Beykent Üniversitesi Avrupa Birliği Uygulama ve Araştırma Merkezi, (1): 1-8.

Ekinci, M. U. (2019). Turkey’s Balkan policy and its skeptics. Insight Turkey, 21(2): 37-49.

Kardaş, Ş. (2011). Turkish-American relations in the 2000s: Revisiting the basic parameters of partnership. Perceptions, 16(3): 25-52.

Özkan, M. (2006). Turkish activism in the Middle East after 1990s: Towards a periodization of three waves. Turkish Review of Middle East Studies, 17: 157-185.

Redmond, J. (2007). Turkey and the European Union: Troubled European or European trouble?. International Affairs, 83(2): 305-317.


[1] Profesör Özkan, üç kimlikli ülkeler hakkında akademik tartışmalar açarak kuramsal bir altyapı oluşturmayı amaçlamaktadır. Türkiye’nin de üç kimlikli bir ülke olarak tarif edilmesi, ancak kapsamlı ve derinlikli bir kuramsallaştırmayla mümkün olacaktır.

“21. Yüzyılın İlk Çeyreğinde Türk Dış Politikasına Dair Notlar (2)” için bir cevap

  1. Quelle Alaka: Atayurttan Kıbrıs’a Türk-AB İlişkileri Avatar

    […] Dumlu, H. (2025b, 24 Ocak) 21. Yüzyılın İlk Çeyreğinde Türk Dış Politikasına Dair Notlar (2). Yarının Kültürü. https://yarininkulturu.org/2025/01/24/turk-dis-politikasi2/  […]

    Beğen

Quelle Alaka: Atayurttan Kıbrıs’a Türk-AB İlişkileri için bir cevap yazın Cevabı iptal et