MURATCAN ZORCU
KOÇ ÜNİVERSİTESİ TARİH BÖLÜMÜ’NDE DOKTORA ADAYIDIR.
Albay Talât Aydemir’in Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Hatıratım kitabı incelendiğinde 1960’lı yılların askerî hareketliliği arasında onlarca üst düzey isme rastlamak mümkün: İsmet İnönü, Cemal Gürsel, Fethi Gürcan bu kalabalık isimlerden sadece birkaçı. Aydemir’in teşebbüs ettiği darbe girişiminden sonra İddianame hazırlanır ve yargılamalar başlar. İddianame’nin tam metnini yayımlayan kitabın içerisinden bir isme odaklanacağız bugün. Bu süreçte yargılanan ve sonra beraat eden Harp Okulu öğrencilerinden Anadoluhisarlı Gavsi Bey’i -hitap ettiğim şekilde Gavsi Amca’yı- vefatının kırkıncı gününde sizlere anlatarak anmak isterim.

Gavsi Bayraktar ismine ilk defa çocukken rastladım. Eski İstanbul tılsımlı bir hikâye misali; Yahya Kemal, Tanpınar ve Abdülhak Şinasi ile edebiyatta tüm görkemiyle yaşarken Namık Kemal’in İntibah’ındaki Çamlıca tasviri de bir çocuğu etkiledi. Tesirin büyüklüğünü bugün Boğaz’da mukim herhangi bir köydeki yürüyüşte hâlâ hissedebiliyorum. O çocukluk dönemlerimin vazgeçilmezlerinden birisi de Facebook’ta gezinmekti. Eski İstanbul sayfalarının birinde Gavsi Bey’in kısa hikâyelerini okuyorduk. Henüz tanımıyordum, ama hissediyordum benim için “Bir yoldu parıldayan, gümüşten…”
Yıllar yılları kovaladı, ben de serpilip boy verdim. Gavsi Bey değer verdiğim bir büyüğüm olarak Facebook’ta duran bir çınar ağacıydı. Boğaziçi’ndeki lisans ve yüksek lisans yıllarımda Bebek’te vakit geçirirken komşumuz Arnavutköy’de ikamet eden Gavsi Bey’e gidemediğim için pişmanım hâlâ.
Facebook konuşmalarımızın ardından Gavsi Bey ile artık bir noktada yüz yüze görüşmem gerekiyordu. Doktoraya başladığım yıl pandeminin etkileri azalmaya başlamıştı. Gavsi Bey’le Arnavutköy İskelesi’nde buluşarak Arnavutköy Sosyal Tesisleri’ne geçtik. Sohbet ettik. İstanbul’un sayfiye köşeleri, Kuleli ve Harp Okulu hatıraları, babası, sohbetlerimizin olmazsa olmazı Türk müziği. Bu müziğin emsalsiz temsilcisi Münir Bey… Hayatımın en özel günlerinden birisi şu olayla tamamlanmıştı: Gavsi Bey sağ elindeki bastondan destek alırken ben de sol koluna girip yürümesine yardımcı oldum. Evine giden yolda polis karakolunun önünden geçerken Gavsi Bey ile karakol kapısının üstündeki süslü yazıyı okuyorduk. Polisler, “Amca, buranın yeni yazılı hali bizde yok, okuyabiliyorsanız bize de söyler misiniz?” diye katıldı kervana. Polislerle ahbap olup Osmanlı Türkçesiyle yazılı taşı okuyorduk. İşte daha ilk buluşmamızda böyle hoş bir ortama şahit olmuştum.
Gavsi Bey’in ilk buluşmamızda anlattığı hikâyeyi daha sonra sosyal medyada yazdığını gördüm:
“Kalamış şarkısının güftesi olan şiir nasıl doğdu?
Geçtiğimiz günlerde bir müzik programına konuk olarak katılan Erhan Akman’dan dinledim bu öyküyü. Bu tür öykülerin kaydedilmesi ve gerektiğinde yayınlanması düşüncesine inanırım. Tarih bu tür nakillerin kayda geçmesi ile oluşur.
Erhan Akman adını ilk kez duyuyorum. Bu benim hatam olmalı; zira, müzik denilince benim muhafazakâr damarlarım kabarıyor. Farklı yorumları aramıyorum, klasikten uzaklaşamıyorum. Burada da aynı hal geldi başıma… Üstelik, yıllık sağlık tarama dönemimde olduğumdan dolayı, araştırma yapabilme vaktim de olmadı… Kısmet bu güneymiş deyip öyküyü aktarmaya başlama zamanıdır artık…
Kalamış’ın Kalamış olduğu dönemler!.. Münir Nureddin Selçuk, Kalamış semtinde bir kulüp işletmektedir. Üst düzey konuklar için özenle hazırlanmış, yurt dışından gelen ve henüz yurdumuzda pek tanınmayan viski gibi içkilerin bulunduğu bir lokal burası…
Şair Behçet Kemal Çağlar, günün birinde arkadaşını ziyaret amacıyla bu mekana gider. Uzunca bir süre çaldıktan sonra, kapı açılır… Kapıyı açan olağanüstü güzellikte bir hanımdır.
Şairin anlatımıyla, ‘denizi gözlerinde gezdiren bir kadın!’
Neyse, içeri girerler, Münir Nureddin Bey’in de katılması ile sohbet başlar ve yemek faslından sonra da sandalla denize açılırlar.
Münir Nureddin Bey, Behçet Kemal Bey’e bestelenmek üzere bir şiir ricasında bulunduğunu anlatmıştır lokalde otururlarken. Şair de henüz ortaya çıkan pek bir şey olmadığını kem küm etmiştir söz arasında…
Sandalda gezinirlerken Hanımefendi, gözlerini üzerinden alamayacak kadar etkilenen Behçet Kemal Bey’e aniden dönerek ve konu açmak amacıyla sorar:
‘Şairim, şiiri ne zaman yazacaksınız?..’
Kendinden geçmiş durumdaki şairin ağzından kendiliğinden dökülen sözler şöyledir:
‘Fethettiniz ay parlayarak sen gülerekten
Gündüz koya sen gel gece kalsın aya nöbet
Ses çıkmıyor artık ne kürekten ne yürekten
Emret güzelim istediğin şarkıyı emret.’
Bu kıt’a, şiirin son kıtası olmuştur. Sahile döndükten sonra; Şair, odasına çekilir çekilmez şiiri tamamlar ve ertesi sabah Münir Nureddin Bey’e teslim eder.
‘Yok başka yerin lûtfu ne yazdan ne de kıştan
Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan
Yok zerre teselli ne gülüşten ne bakıştan
Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan
İstanbul’u sevmezse gönül aşkı ne anlar
Düşsün suya yer yer erisin eski zamanlar
Sarsın bizi akşamla şarap rengi dumanlar
Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan
Fethettiniz ay parlayarak sen gülerekten
Gündüz koya sen gel gece kalsın aya nöbet
Ses çıkmıyor artık ne kürekten ne yürekten
Emret güzelim istediğin şarkıyı emret’ İşte, o güzelim ‘nihavend’in doğuş öyküsü bundan ibaretmiş!..”
Bu güzel hikâyeden sonra Gavsi Bey’i anlatmaya devam edelim: Hâlâ devam eden doktora sürecimde İstinye’de kalıyorum. Geleneksel telefon görüşmelerimizde İstinye’ye taşındığımı söyleyince “Komşu sayılırız Beyefendi” diyerek mukabele edip “Daha sık görüşürüz artık” diye ekledi.
Burada hikâyeye Yarının Kültürü dahil oluyor. Yüksek lisans ve doktora öğrencilerinden oluşan bir sosyal bilimler sitesi. 2021 yılının Eylül’ünden Aralık’a kadar yılda yirmi altı yazı planı yapılmış, sözler alınmış idi. Site, yayın hayatına yılbaşı günü başladı ve yılın her haftasını doldurma fikri ağır bastı. Günler hızla geçiyordu. Atıl kalan haftaları yirmi altı yeni kişi bularak aşmak mümkündü; ama henüz ilk yıldaydık. Tecrübemiz de pek yoktu. Aklıma bazı haftaları sabitleme fikri geldi. Böylece kıymetli okuyucularımızı Gavsi Bey’in birbirinden değerli hatıralarıyla buluşturabilirdik. Burada kendisine gösterdiğim hürmete mukabil o değerli insanın yarına kalmasını arzu ettiğim için Gavsi Bey’e telefon açtım. Kendi hesabında paylaştığı yazılardan İstanbul kültürünü yansıtan, benim de hoşuma gidenleri seçmek için izin istedim. Her zamanki kibarlığıyla “En iyilerini seçmişsiniz, bu yazıların ahir ömrümde yayımlanması benim için onur” dedi. Şubat ve mart aylarında uygun bulduğumuz yazıları yayımladık, çok güzel yanıtlar aldık. Biraz da edebiyat yaparak veda ile biten bir yazısını mayıs ayında yayımlayarak süreci tamamladık. Yılı bitirdik, kitabımız basıldı. Ben de elimde kitabın iki nüshasıyla Arnavutköy’e koştum.
Sanırım bir saati aşkın bir süre misafiri oldum kendisinin. Eşi kahvelerimizi pişirmeye gittiğine radyoda TRT Nağme açıktı. Sesini açtırdı. Eşinin “Belki çocuk sevmiyor, niye zorluyorsun?” çıkışına ders gibi karşılık verdi: “Kültür birdir. Yazılarımdan keyif alan bir insan yaşı kaç olursa olsun bu müzikten de keyif alır.” Ben, Gavsi Bey’in eşinin yaptığı, Beylerbeyi tepelerinden beyaz esarete bürünen bir Boğaz tablosuna hayranlıkla bakıyordum. Bu tablonun altında sohbet ettik. “Siyaset konuşarak zaman tüketmeyelim. Memlekete hayırlı olduğunu düşünerek komutanlarımızın isteğiyle 1963’te Harp Okulu’ndan çıktık. Hiçbir şey değişmedi!” dedi. En sevdiği dostunu anlattı, Harp Okulu’ndan. “Pangaltı’da bir meyhane açtı, eşimle müsait oldukça giderdik. Babamın vefatında dükkâna kimseyi almadı, gizlice kapısını kitledi meyhanenin. Saz ekibine de ‘Bu akşam yalnız nihavend dinleyeceğiz’ dedi” diyerek babasını kaybettiği geceyi anlattı. Gerçek dostluğu bu hikâyeyle vurguladı. Babasından da sık bahsederdi, Dün Gece Mehtaba Dalıp yazısında anne babasının tanışmalarını anlatmıştı1. Ben yazının etkisinde babasının ehl-i tarik olup olmadığını sorduğumda “Orta Asya’dan gelen bir hoca vardı. Ömrünün sonuna doğru ona birkaç defa gitti. Erbakan için satış yapıldığında ‘Dine para ve siyaset mi girer!’ tepkisiyle bir daha adım atmadı” demişti. İşte bu tatlı sohbet, o tablonun altında sürüp gitti, son olduğunu bilmiyordum: “Rü’yâ sona ermeden şafakta…” geçen zamanlardandı.
Gavsi Bey’in bizim yayımlayabildiğimiz beş yazısındaki üslubuna ve anlatılanlara hayran olanların sayısını tahmin edebiliyorum. Hatıralarının bir dosya içerisinde olduğunu da biliyorum, bunların basılması gerekiyor. Gavsi Bey’in, her oturduğumuzda heyecanla bahsettiği kızına Yarının Kültürü’nün bu hatıraları basma niyetini ilettiğimizde halihazırda aynı planın kendilerinde de olduğundan bahsetti. Umuyorum ki bugün bir meçhul olan şehrin bilinmeyen yönlerini en kısa zamanda Gavsi Bey’in su gibi akan Türkçesiyle kendi ağzından okuruz. Gavsi Bey ayrıca Mizancı Murad’ın Tarih-i Umumî’sini günümüz Türkçesine çevirdi. Bundan “Sizin akademide günümüz Türkçesi makbul olmuyor sanıyorum; ama yaptım!” diye bahsetmişti. 2000’li yıllarda şahsi kütüphanesindeki kitaplardan faydalanarak Türk edebiyatında, şiirinde, müziğinde “gül” geçen kelimeleri Gülname’sinde derlemişti. Bunlar da yayın sırasını bekleyen diğer eserleri… Bir gün yayımlanır umarım.
Gavsi Bey’i kaybettik. Tekrar başımız sağ olsun…


Yorum bırakın