Erken Meiji Dönemine Hukukî Modernleşme Penceresinden Bakmak

Emir Karakaya
Wisconsin-Madison Üniversitesi Tarih Bölümü’nde doktora öğrencisidir.

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşen ve birçok millete “ilham kaynağı” olan Japon modernleşmesi üzerine farklı bakış açılarıyla eserler kaleme alınmış ve ortaya koyulan bütün bu eserlerde hem haksız anlaşmalar hem de Iwakura Heyeti’nin gerçekleştirdiği ziyaretler, anlatılan hikâyenin başlangıç noktası olmuştur. Bunun en önemli sebebi, Japon modernleşmesinin anlaşılması için Meiji Japonya’sının ve hatta son yıllarında Tokugawa Şogunluğu’nun “Batı” ile karşılaşmasını egemenlik üzerinden ele almasıdır. Her ne kadar akademide aşina olunsa da Amiral Perry’nin gemilerinin gelişi, Tokugawa yetkililerin bütün çabalarına rağmen ısrarla Edo kıyılarından ayrılmaması ve nihayetinde başkandan getirdiği hediyeleri verişi ve Japon limanlarının Amerikan gemilerinin iaşesine açılması “talebini” iletmesi mutlaka anlatılmaktadır.[1] 1854 yılında Amiral Perry Japonya’ya Tokugawa şogununun cevabını öğrenmek için döndüğünde ülkeyi açmaktan başka çare bulamayan şogun talepleri kabul ettiğini bildirmiş ve böylece iki yüzyıldan uzun bir süredir devam eden “sınırlı diplomasi siyaseti” şeklinde tanımlanabilecek sakoku siyaseti sona ermişti.[2]

Okumaya devam et “Erken Meiji Dönemine Hukukî Modernleşme Penceresinden Bakmak”

Rusya-Ukrayna Savaşı’nın Deniz Ticaretine Etkisi

Selin Topkaya
Milano Üniversitesi Hukuk Bölümü’nde yüksek lisans öğrencisidir.

Şubat ayının sonunda başlayan ve Rusya’nın askerî operasyon olarak tanımladığı girişimden sonra, her sistemin birbirine bağlı olduğu global bir dünyada etkilenmeyen sektör kalmadı demek abartı olmayacaktır. Ancak tüm sektörlerin geçirdiği değişimleri yazmak çok uzun bir yazıya sebebiyet vereceğinden bu yazı sadece, savaşın deniz ticaretine olan etkilerini Türkiye özelinde irdeleyecektir. Başlıca ele alınacak konular; Ukrayna’da mahsur kalan Türk sahipli / bayraklı gemiler ve mürettebatı, Karadeniz’de artan sigorta primleri, yaptırımların Türk denizcilik sektörüne etkileri ve savaş sonrası oluşabilecek alternatif deniz ticaret rotalarıdır.

Okumaya devam et “Rusya-Ukrayna Savaşı’nın Deniz Ticaretine Etkisi”

Japon Dış İlişkilerinde Egemenlik

Yalın Akçevin
Boğaziçi Üniversitesi Asya Araştırmaları Merkezi’nden yüksek lisans mezunudur.

Japon dış ilişkilerinin devam eden önemli tartışmalarından biri, ülkenin tam bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdürmesi üzerinde şekillenmektedir. Halihazırda devam eden bu “tam egemenlik” tartışması Japonya’nın Soğuk Savaş’tan miras kalan durumunu değiştirmeyi ve ülkeyi dış ilişkilerde kendi ağırlığını taşıyan bir “ağır sıklet” sporcu haline getirmeyi hedef almaktadır. Ancak Japon dış politikası incelendiğinde, bu tartışmanın arkasındaki mevcut düzenin bir egemenlikten yoksunluk değil, aksine bir “seçici” egemenlik durumu olduğu da gözlemlenebilir. Yani bugün Japon dış politikası, aslında rüzgârın yönüne göre dönen ve kuvvetine göre eğilen bir yapı değil; Japonya’nın çıkarı için gerek tam bağımsız gerek dışa bağımlı davranan bir yapıdır.

Okumaya devam et “Japon Dış İlişkilerinde Egemenlik”

Yıldız Kenter: “Sahneye İlk Kimin Çıktığı Önemli Değil! Önemli Olan Devrin Zorlu Koşulları Altında Bir Şeyler Üretebilmek”

Röportajcı: Burak Süme
Sinema Araştırmacısı

Türk tiyatrosunun en önemli isimlerinden Yıldız Kenter’le yapılan son röportaj… Araştırmacı-Yazar Burak Süme, Yıldız Hanım’ın vefatından önce (17 Kasım 2019) kendisiyle yaptığı son röportajı Yarının Kültürü‘yle paylaştı. Biz de Yarının Kültürü olarak, Yıldız Hanım’ın 11 Ekim tarihli doğum yıl dönümünde bu samimi röportajı sizlerle paylaşıyoruz.


Okumaya devam et “Yıldız Kenter: “Sahneye İlk Kimin Çıktığı Önemli Değil! Önemli Olan Devrin Zorlu Koşulları Altında Bir Şeyler Üretebilmek””

1860 Cebel-i Lübnan Hadiselerinin Kamuoyu ve Dış Basında Yansımaları

Başak Gümüsel
Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’NDE yüksek lisans öğrencisidir.

Cebel-i Lübnan’da Dürzi ve Maruni topluluklar arasında 1845 yılında vuku bulan ve giderek artan çatışmalar, 1850’de Şekib Efendi Nizamnamesi ile çözüme kavuşturulmak istenmiş ve bu sebeple bölgede ikili kaymakamlı idarî sisteme geçilmişti. Fakat çatışmalar bu dönemde daha da körüklenmiş, 1860 yazında da Şam ve Cebel-i Lübnan’da en şiddetli haliyle patlak vermişti. Neticede özellikle Deir el-Kamar, Zahle, Hasbeya ve Raşeya gibi yerlerde, başta Maruniler olmak üzere Rum Ortodoks ve Rum Katoliklerden oluşan Hristiyan topluluklar, Dürziler tarafından bir nevi öç alma üzerine çıkmış çatışmalar sonucunda katledilmişlerdi (madhabih al-sittin). Bunun üzerinde alarma geçen Avrupa ve Amerika basını, terminolojilerini kamusal söylem ve siyasî argümanlara aşılayarak tepkilerini göstermekte gecikmediler. Barbarlığa karşı medeniyet adına olduğu savunulan acil müdahaleye ve vahşete karşı insanî eyleme sık sık vurgu yapılmıştı.[1] Bu tarz söylemler etrafında birleşen baskıyla birlikte 1860 olaylarının getirdiği atmosfer ve Avrupa ülkelerinin müdahaleleri, Osmanlı’yı da kendisini medeni güçlerin bir parçası olarak sunup sunamayacağı konusunda bir itibar bunalımına sürüklemişti.[2] Kamuoyuna yansımış en kritik ve ortak temalar ise çatışmayı ilk etapta kimin başlattığı, Osmanlı Devleti’nin kayıtsızlığı, Dürzilere müsamaha gösterilip gösterilmediği veya onlarla işbirliği yapılıp yapılmadığı, Fransa’nın bölgedeki çıkarları ve Hristiyan toplulukların hangi Avrupalı devletler tarafından himaye edildiğiydi. Nihayetinde bu tepkiler Osmanlı hükümetini çatışmayı durdurmak ve ileride yaşanabilecek müdahaleleri önlemek için derhal harekete geçiren ve 1861’de Règlement Organique etrafında Mutasarrıflık sisteminin kurulmasıyla sonuçlanan en önemli etkenlerden biri olmuştu.

Okumaya devam et “1860 Cebel-i Lübnan Hadiselerinin Kamuoyu ve Dış Basında Yansımaları”

Türkiye’nin Huzursuzluğu: Bir Anlam Arayışı

Cem Sili
Orta Avrupa Üniversitesi Tarih Bölümü’nden yüksek lisans mezunudur.

“Ben milliyetçiyim, bir mefhuma çok yakın bir realitenin adamıyım. Fakat bu demek değildir ki, halka yabancıyım, bilakis onun emrindeyim.

– Fakat ıstırabını görmüyorsunuz?

– Görüyorum. Fakat oradan hareket etmek istemiyorum. Onu mazlum gördükçe bir gün zalim olmasını hazırlayacağıını biliyorum. Niçin o kadar çok ıstırap çekiyoruz, yani bütün dünya. Çünkü hürriyetin uğrundaki her mücadele yeni bir adaletsizliği doğuruyor. Ben aynı silahlarla mukabeleyi bırakmak istiyorum. Ben içinde yoğrulduğumuz tekneden işe başlamak istiyorum. Ben Türkiye’yim. Türkiye benim adesem, ölçüm ve realitemdir. Kainata, insana her şeye oradan, onun arasından bakmak isterim.

– Bu kâfi değil!

– Bir ütopyaya kapılmak istemeyen için kâfi. Hattâ müsbet bir iş görmek isteyen için.

– Peki, nedir bu Türkiye?İhsan içini çekti:

– İşte mesele burada. Onu bulmakta…”


Okumaya devam et “Türkiye’nin Huzursuzluğu: Bir Anlam Arayışı”

Kraliçenin Cenazesi: 70 Yıllık Bir Saltanatın Sonuna Tanıklık Etmek

Kutay Yavuz
Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü mezunu ve fotoğrafçıdır.

Kutay Yavuz’un Kraliçe II. Elizabeth’in cenaze törenine tanıklığını yayınlarken Sn. Yavuz’un fotoğraflarını yayın izni için Yarının Kültürü olarak teşekkür ediyoruz. Bu yazının devamında tüm fotoğraflara ulaşabilirsiniz.


Okumaya devam et “Kraliçenin Cenazesi: 70 Yıllık Bir Saltanatın Sonuna Tanıklık Etmek”

Osmanlı’da Edebiyatçı Büyükelçi: Yusuf Vezirli’nin İstanbul Hayatı

Dilgam Ahmad
Araştırmacı Yazar

28 Mayıs 1918’de Azerbaycan Millî Şurası, Azerbaycan Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını ilan etmiştir. Altı maddeden oluşan Bağımsızlık Bildirgesi’nde yeni ilan edilen Azerbaycan Cumhuriyeti’nin takip edeceği iç ve dış politikanın öncelikleri ve ilkeleri ifade edilmiştir. Azerbaycan hükümeti kısa zamanda öncelikle komşu devletlerle diplomatik ilişkiler kurulması, temsilciler gönderilmesi için çalışmıştır. Bu devletler arasında öncelik Osmanlı Devleti’ydi. 

Okumaya devam et “Osmanlı’da Edebiyatçı Büyükelçi: Yusuf Vezirli’nin İstanbul Hayatı”

Adı Vasfiye ya da Arzunun Çerçevesini Veren Fantezi

Mustafa Türkan
Bahçeşehir Üniversitesi Sinema ve Televizyon Bölümü Yüksek Lisans mezunudur.

Atıf Yılmaz, Necati Cumalı’nın hikâye kitabı Ay Büyürken Uyuyamam[1] ile bir müddet boğuştuğunu filmin ilk gösteriminde dağıtılan kitapçıkta şöyle ifade etmişti: “Vasfiye’nin durumu ümitsiz. Haftalar, aylar geçiyor… Bir bakıyorum Ay Büyürken Uyuyamam kitabı yine masamın üzerinde. Vasfiye’den kurtulmak için başka öyküleri karıştırıyorum. Göz Açmak, Gözleri Çalar, Dertli, İğneci, Çizme Delil Sayılmaz ve başkaları… Birden öykülerdeki ortak yanları keşfetmeye başlıyorum. Hepsi birer Vasfiye değil mi kadın kahramanların? Erkeklerin, hep kendilerini kayırarak, anlattıkları kadın kahramanlar.”[2] Yılmaz tam da bu noktada düğümü çözdüğünü hissetmiş, bir hareket alanı bulmuştu. Zihninde öykülerden oluşan bir kolaj şekillenmişti. Bu kolajı mümkün kılmak için Vasfiye’yi Vasfiye’nin hayatına giren erkeklerin anlatmasında karar kılmıştı. Böylece film, konu sıkıntısı çeken genç bir yazarın düşlerinden oluşacak, anlatılan hikâyeler ve düşler nihayetinde tutkulu bir aşka veya daha doğru bir ifadeyle takıntıya dönüşecekti. Filmin senaristlerinden Barış Pirhasan’ın usta kaleminin dokunuşlarıyla Vasfiye, Sevim Suna kılığında bir postere gizlenecek ve genç yazarın kafası kurcalanacaktı. Pirhasan’ın da belirttiği gibi Vasfiye’yi tanımış erkekler, gerçekçilik sınırlarına aldırış etmeden, ansızın yazarın karşısına çıkacak ve yazar istese de istemese de bildiklerini ona anlatacaklardır. En nihayetinde, Öteki’nin arzusu muammalı ve anlaşılmazdır. Fantezi, bu muammayı dolduran, onu dile getiren, ona belirli bir talebi somutlaştıracak şekilde biçim veren şeydir. Bu akla, Jacques Lacan’ın “arzu Öteki’nin arzusudur” iddiasını getirir.[3] Arzu nasıl Öteki’nin arzusudur? Okurlarımız için biraz vülgarize edecek olursam, Lacan’ın iddiası en bariz düzeyde, Öteki’yi arzuladığımızı belirtir. Gerçi bu, Lacan’ın arzudan çok talep olarak adlandırdığı şeyin alanına girer. İkincisi ve daha da önemlisi, Öteki tarafından arzulanmayı arzuladığımız anlamına gelebilir. Üçüncüsü, Öteki’nin istediği arzulanır. Örneğin, küçük burjuva, belirli bir evi, evin kendine has özellikleri nedeniyle değil, komşusunda/tanıdığında kıskançlık yaratacağı için arzulayabilir. Son olarak, bilinçdışı Öteki’nin söylemi olduğunu hatırlamak gerekir. Böylece arzunun Öteki’nin arzusu olduğu tezi, arzunun, gösterene dayalı her türlü semptomatik oluşumu üreten bilinçdışımıza musallat olan gösterenler ağı aracılığıyla eklemlendiğini ifşa eder. Herkesin (seyirciler dahil) kendini bir düş dünyasında bulması bu eklemlenme süreciyle alakalıdır. Atıf Yılmaz da filmi böyle tanımlar: “Bu bir gerçeğin olduğu kadar düşün de filmi.”[4] Dünyada bir otobüs dolusu konunun olduğu düşünen yazarın arkadaşının yazara “Sana renkli rüyalar” diyerek yanından ayrılmasının sebebi de budur. Scognamillo, Atıf Yılmaz’ın kariyerindeki bu noktayı “sağlam bir yaklaşım, bir biçim rahatlığı ve kendine özgü bir mizahla değerlendirdiği düşsel sinema” olarak tanımlamıştır.[5]

Okumaya devam et “Adı Vasfiye ya da Arzunun Çerçevesini Veren Fantezi”

Moğolistan’da Bulunan Türk Yazıtı ve Düşündükleri

Muratcan Zorcu
Koç Üniversitesi Tarih Bölümü ‘NDE doktora öğrencisidir.

Geçtiğimiz günlerde, Moğolistan’ın Nomgon Ovası’nda, Uluslararası Türk Akademisi ve Moğol Bilimler Akademisi Arkeoloji Enstitüsü’nün müşterek çalışmasıyla devam eden kazıdan önemli bir haber geldi. Bu habere göre, ilk defa Türk kelimesini içeren Köktürk yazıtlarından daha eski bir yazıt bulundu ve bu yazıtta da Türk kelimesi belirgin şekilde görülüyordu. Bulunan yazıtın Türk tarihi için kıymete haiz bir buluş olduğu inkâr edilemez bir noktaya kavuşurken bu yazıda, bu buluşun etkisi üzerine biraz fikir yürütmek istedim.

Okumaya devam et “Moğolistan’da Bulunan Türk Yazıtı ve Düşündükleri”