Sinema Salonları Ölüyor Mu?

KUTAY YAVUZ
York ünİversİTESİ Sİnematografİ BÖLÜMÜ YÜksek Lİsans mezunuduR.

Bu yıl geçirdiğimiz ödül sezonlarında yılın filmleri, yönetmenler ve oyuncular yeniden gündeme gelmiş, Barbie’nin (2023) aldığı (bence abartılı) adaylıklara karşın Greta Gerwig ve Margot Robbie’nin yarışma dışı kalışı “feminizm” üzerinden tartışılmışken benim odaklanmak istediğim başka bit konu var: İnsanlığın, belki de ibadethaneler sonrası inşa ettiği en yaygın ritüele ev sahipliği yapan sinema salonlarının tartışılan geleceği.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, daha önce kapanmaktan birkaç kez kurtarılmış olan, ancak en sonunda kepenklerini indirmek durumunda kalan Beyoğlu Sinema’sını geçen yıl yeniden açtı. Bu sinema, karşısındaki Atlas Sineması ile birlikte İstanbul’un “kapısı sokağa açılan” son sinemalarından biri. Hem Atlas hem Beyoğlu Sineması’nın bakanlık veya belediye desteği sayesinde ayakta tutulabilmesi, bugün ise bir tür yarı-müze işlevi görmesi tesadüf olmasa gerek. Nitekim Beyoğlu Sineması artık vizyon filmlerini göstermiyor. Aksine, İBB Kültür ile iş birliği içerisinde kimi eski filmlerin gösterimlerini ve yönetmen/oyuncu söyleşilerini içeren bir etkinlik programına sahip.

Beyoğlu Sineması benim İstanbul’daki öğrencilik yıllarımda belki de SineBU’dan sonra en sık uğradığım sinemaydı. Bugün Barbie filmiyle gişede en çok hasılat elde eden kadın yönetmen olan Gerwig’le ilk kez bu salonda izlediğim Frances Ha (2012) filmi sayesinde tanışmıştım. Alışveriş merkezlerine sıkıştırılmış ticari sinemalara karşı burası benim için bir nefes alma alanı gibiydi. Yine de sorunları yok değildi. Eski teknolojiye sahip salonlar, koltuk düzeninin filmleri izlemeyi zorlaştırması ve bunlara karşın pek de ucuz olmayan biletler, insanların bu tarz salonları tercih etmemesini haklı çıkarıyordu. Fakat sinemanın kapanma ihtimali ne zaman gündeme gelse kendimi buruk hissederdim.

Türkiye’de tarihî sinema salonlarının kapanmasının, “mirasa sahip çıkamamakla” ilgili olduğuna dair bir düşünce var. Uzun yıllar boyunca ben de bu düşünceyi destekliyordum; ta ki tarihini korumakla meşhur Venedik’te çok eski bir sinemanın süpermarkete dönüştürülmüş olduğunu, daha sonra yine Orta Çağ’dan kalma bir kent olan Edinburgh’un eski ve meşhur Odeon sinemasının bugün bir restoran zincirine ait olduğunu görene kadar. Nitekim şu an yaşadığım Birleşik Krallık özelinde konuşacak olursam, sinema salonlarına eski rağbetin olmadığı oldukça bilinen bir durum. Birleşik Krallık Sinema Derneği’ne (UK Cinema Association) göre, savaş sonrası dönemde bir buçuk milyarı bulan sinema izleyicisi, 80’li yılların ortasında televizyonun da yaygınlaşmasıyla birlikte 54 milyona kadar düşmüş. 90’lı yılların sonu ve 2000’li yılların başında ise bu sayılar 150 milyonun üstüne çıkabilmiş. Fakat elbette pandemiyle birlikte ciddi bir düşüş yaşanmış ve ancak 2022 yılında tekrar 100 milyonun üzerini görebilmiş.[1] Bu sayılar, pandemi sonrasında umut verici görünüyor olsa dahi, geçen on yıllar içerisinde artan nüfusun da göz ardı edilmemesi gerekiyor.

Türkiye için de durum pek farklı değil. 1970 yılında Türkiye’de 2742 salon ve yaklaşık 247 milyon seyirci varmış.[2] Benzer salon sayısına ancak 2010’ların sonunda yaklaşılabilmiş; pandemi öncesi seyirci sayısı 65 milyonu bulmuş.[3] Bu sayıların bir yükselişe işaret ediyor olabileceği doğru; fakat Türkiye’de bu dönemler içerisinde nüfusun ne kadar arttığını gözden kaçırmamak gerekiyor. Mirasa sahip çıkma konusuna geri dönersek, sinema salonlarının günün sonunda kâr elde etme amacı taşıyan işletmeler olduğu, gelirleri azaldığında bu salonları işletmenin mümkün olmadığı, bunun da belediye ya da bakanlık koruması olmadığında en nihayetinde tekelleşmeye yol açtığını görebilmek gerekiyor.

Peki son dönemdeki tartışmalar neden oluyor?

Dijital platformların yükselişi on yıl önce başladı, ancak pandemi dönemindeki eve kapanmalarla beraber bu yükseliş ivme kazandı. Sinema salonları yeniden açılsa da pandemi pek çok kişinin alışkanlıklarını değiştirdi. Pek çoğumuz için sinemaya gitmek artık vakit kaybı olarak görülüyor. Özellikle kalabalık kentlerde dışarı çıkmak ve bilet parası ödemektense ev konforunda film izlemek tercih ediliyor. Sinemanın altın çağından sonra televizyonun sinemaya yaptığını bugün dijital platformlar gerçekleştiriyor. Dahası, televizyon yapımları uzun yıllar boyunca sinema yapımlarının kalitesine ulaşamadı. Günümüzde ise pek çok yetenekli yönetmen, görüntü yönetmeni ve ekibi televizyona ve dijital platformlara üretilen yapımlarda çalışıyor. Bu yapımların bütçeleri ise dudak uçuklatacak seviyelerde. Artık sadece diziler değil, filmler de dijital platformlara yapılabiliyor. Alfonso Cuarón’un Roma (2018) filminin yapımcılığını Netflix üstlendi. Taxi Driver (1976), Raging Bull (1980), Goodfellas (1990) gibi efsane filmlerin yönetmeni Martin Scorsese bile The Irishman’i (2019) kısıtlı bir sinema gösterimini hariç tutarsak Netflix’e verdi. Her iki film de ödül sezonunda yer almakla birlikte “Sinema filmi nedir?”, “Dijital platformlarda yer alan filmlere sinema ödülleri verilmeli midir?” gibi soruları gündeme getirdi.

Bu zincirin kırılabileceği, 2021 yılında Top Gun: Maverick filminin piyasaya çıkmasıyla fark edildi. Film aslında yapım sürecinde büyük riskler barındırıyordu. Top Gun (1986) filmi çıkalı otuz beş yıl olmuştu ve yeni nesiller bu filmi pek tanımıyordu. Aşılama çalışmaları başlamıştı fakat pandeminin etkileri hâlâ devam ediyor, insanlar sinema salonlarına dönmekten çekiniyorlardı. Tüm bunların üstüne Tom Cruise’un yüzünün eskimeye başladığı, Mission Impossible serisinde defalarca oynamışken benzer bir yapım ve rolde yer almasının seyircilerde “Tom Cruise yorgunluğu” yaratabileceği düşünülmüştü. Bütün risklere rağmen stüdyo bu filmi yapıp salonlara çıkardı.

Sonuç herkes için şaşırtıcı oldu: Film, dünya genelinde neredeyse bir buçuk milyar dolar gişe hasılatı elde etti.[4] Bu durum, insanların sinema salonlarından uzaklaştığı pandemi dönemi için inanılmaz bir başarıya işaret ediyordu ve sinemanın geleceğine dair umutları bir anda yükseltti. Tom Cruise ise “Sinemayı Kurtaran Adam” olarak anılmaya başlandı. (Buradan Cüneyt Arkın’a selam olsun.)

Ne yazık ki bu başarı sinemaya müthiş bir geri dönüşü beraberinde getirmedi. Pandeminin en ağır dönemindeki gibi olmamakla birlikte salonlar devam eden süreçte sakin seyretti. Bu durumu bir kez daha değiştiren ve insanları sinema özelinde umutlandıran olay ise 2023 yazında yaşadığımız Barbenheimer deneyimi oldu.

Barbenheimer’ın hikâyesi, sinema salonlarının geleceğiyle ilgili tartışmayla doğrudan bağlantılı olduğu için oldukça ilginç. Christopher Nolan, 2020 yılında sinema salonları henüz yeni yeni açılmaya başlamışken Tenet filmini cesur bir kararla gösterime soktu. Birlikte çalıştığı Warner Bros Productions, 2021 yılında yapımlarda HBO Max’e ağırlık verme kararı alınca aralarında sinemanın geleceğine dair bir anlaşmazlık yaşandı. Nolan, yıllarca çalıştığı şirketle ilişkisini kesip yeni projesi Oppenheimer’ı (2023) Universal Pictures ile çekme kararı aldı. Universal, filmi 21 Temmuz 2023’te vizyona sokmaya karar verince Warner Bros da -belli ki Nolan’a içerlemiş bir halde- kendi şirketi açısından yılın en çok beklenen ve reklam kampanyalarına yapılan harcamanın prodüksiyon bütçesini geçtiği yapımı Barbie’yi aynı gün vizyona sokma kararı aldı. Bu karar Nolan’ı Warner Bros’tan ayrıldığı için cezalandırma, yıllar sonra başka bir şirketle çıkardığı ilk fimdeki gişe hasılatını bir nebze olsun kesme amacı taşıyordu.

Birbirinden oldukça farklı olan iki filmin aynı gün vizyona girmesi, sosyal medyada kimi kullanıcılar arasında “Hangisine gideceksiniz?” tartışmalarını başlattı. Bu tartışmalar bir noktadan sonra doğal olarak “Önce hangisine gideceksiniz?” sorusuna, daha sonra ise aynı gün iki filmi izlemek üzerine programlara dönüştü. Bunları meme’ler, film izleme sıralarına göre karakter analizleri, posterler ve hatta hayran yapımı fragmanlar izledi. Bu ivmeyi en çok artıransa, Tom Cruise’un -belki iyi niyetle, belki yakın zamanda çıkacak olan filmini hatırlatmak için- iki filme de bilet alıp bunu paylaşması, seyircileri salonlara çağırması oldu. Sonuç olarak iki film de beklenenin üzerinde gişe yaptı ve vizyona girdikleri hafta sonu toplam 155 milyon dolar hasılata ulaştı. Böylece Barbenheimer’ın vizyona girdiği hafta sonu, sinema tarihinde en fazla gişe elde edilen dördüncü hafta sonu oldu.[5] Bu, belki de sinema tarihindeki en büyük ironilerden biriydi çünkü bir husumet üzerine birbirlerini engellemek isteyen yönetmen ve yapım şirketlerinin amacının aksine, iki film voltran yaratmıştı. Belki normalde filmlerden birini izlemeyecek seyirciler bu akıma kapılıp diğer filmi de izlemeye gittiler. Bu sosyal fenomen, Martin Scorsese tarafından bile, sinemanın kurtulabileceği yönünde övüldü.

Sinema salonları Top Gun: Maverick veya Barbenheimer gibi deneyimlerle kurtarılabilir mi, yoksa bunlar ölmekte olan bir deneyimin istisnai son vuruşları mı? Buradan sonra yazacaklarım herhangi bir veriye dayanmayan, tamamen kişisel spekülasyonlarımdır.

Yazının başında sinema salonlarını dinlerin ibadethanelerine benzetmiştim. Bugün devlet desteğiyle dinî pratiklerin dayatılmaya çalışıldığı ülkeler dışında artık geçmişin devasa ibadethaneleri inşa edilmiyor. Köln Katedrali’nin, St. Petro Bazilikası’nın muadilinin yapıldığını görmüyoruz uzun süredir. Kiliseler daha lokal ve küçük alanlara sıkıştı. Henüz lise döneminde, ortada Netflix bile yokken dijital platformların yaygınlaşacağını öngörmüş biri olarak (ben “çevrimiçi kanallar” ifadesini kullanmıştım), modernitenin ritüeli olarak gördüğüm sinema salonları için de benzer bir gelecek bekliyorum. Bunun istisnası Marvel, DC Comics gibi büyük yapımların daha “eğlence” amacıyla çıkardığı, üç boyutlu gözlükler ve türlü teknolojilerle seyircilere film izlemekten öte “deneyim” yaşatan yapımların gösterildiği salonlar olacaktır. Bu salonlar muhtemelen alışveriş merkezi tarzı, yanlarında eğlence mekânları da içeren yerler olarak gençlere bilgisayar oyunu oynamak gibi deneyimler sunacaktır. Bu yazıda birkaç kez ismini andığım Martin Scorsese birkaç yıl önce bu tehlikeye dikkat çekmiş, sinemanın tamamen ele geçirilmesi halinde sinema olmaktan çıkıp eğlenceye dönüşeceğini söylemişti. Bu trendin artışı ise yadsınamaz.

Peki halk arasında “festival filmi” olarak bildiğimiz filmlere ne olacak? Yine spekülatif şekilde tahminde bulunacak olursam, ben bu filmlerin geleceğini caz müziğe benzetiyorum. Caz müziği, ABD’de zencilerin yoğun yaşadığı eyaletlerde sosyete eğlencelerine karşı bir alt kültür olarak köşe barlarda ortaya çıktı. Zenginler ve beyazların dejenere olarak gördüğü bir eğlenceyken on yıllar içinde popülerleşti ve ana akım müziği etkiledi. Rock ve pop gibi türlerin ortaya çıkışı ise bu müziği popüler bir tür olmaktan uzaklaştırdı ve ironik bir şekilde elitlerin keyfini çıkardığı bir türe dönüştürdü. Peki bugün caz ortadan kayıp mı oldu? Elbette hayır. Hâlâ her yaz İstanbul Caz Festivali ve sonbaharda Akbank Caz Festivali gerçekleştiriliyor. Hâlâ Atatürk Kültür Merkezi ve benzeri salonlarda caz konserleri veriliyor, niş bir kitle bu konserleri izlemeye gidiyor. Son yıllarda İstanbul Büyükşehir Belediyesi de pek çok halka açık caz konseri organize etti. Cazın geri dönüşüne kısmen de olsa tanık oluyoruz. Bu durum yine de cazın eskisi gibi bir halk eğlencesi olacağı anlamına gelmiyor. Muhtemelen önümüzdeki on yıllarda da caz konserleri, dinletileri düzenlenmeye devam edecek ve bunlara belirli bir sadık kitle katılacak. Marvel filmleri gibi filmlerin değil, daha “sanat” sayılabilecek sinemanın geleceğinin böyle olacağını düşünüyorum. Beyoğlu Sineması, Atlas Sineması gibi salonlar yine desteklerle var olacak, yine küçük ama sadık bir seyirci kitlesi sevdikleri yönetmenlerin filmlerine gitmeyi sürdürecek. Bu yönetmenler de gişeden kazandıklarıyla değil, bakanlık ve fonlardan aldıkları bütçelerle film çekmeye devam edecek. Ancak bildiğimiz anlamda sinema salonu kültürünün büyük ölçüde geride kalacağını düşünüyorum. Yeşilçam sineması döneminde değil küçük şehirler, kasabalara kadar giren sinemalar önümüzdeki süreçte çok daha küçük, entelektüel kitlenin tercih ettiği mekânlar olacak.

Bana kalırsa bu gidişatın önünde durmak, muhafazakâr şekilde eskiyi yaşatmaya çalışmak hoş da olsa sonucu değiştirmeyecek bir çaba. Matbaanın icadı hattatları, otomobiller at arabalarını, fotoğraf makinesi resim sanatında realizmi geride bıraktırdıysa televizyonun başlattığı dönüşümü de dijital platformlar tamamlayacak. Bütün bunlara gelişen yapay zekânın sinemaya katkıları da eklendiğinde bu gidişatı reddetmek yerine kabul edip buna göre pozisyon almak, bu yeni koşullarda ne yapılabileceğini tartışmak sinema sektöründe olanlar için yapılabilecek en makul şey gibi görünüyor.

Elbette söylediklerim beyaz perdede film izleme deneyiminin tamamen ortadan kalkacağı anlamına gelmiyor. Belki de önümüzdeki on yıllarda insanların arkadaşlarıyla kendi evlerinde toplanarak daha ufak boyuttaki perdelerden barkovizyon ya da gelecekte başka bir adla anabileceğimiz bir teknoloji aracılığıyla filmler izlediğini; halihazırda örnekleri olan, kendi ufak perdesinde belirli günlerde film gösterimleri yapan kafe ve bar konseptinin yaygınlaştığını göreceğiz. Bilmek güç, ancak insan bir ritüeli sürdürmek istiyorsa bunu sürdürür. Hristiyanlık dünya genelinde önemini yitirdiği halde Noel pazarları ve eğlencelerinin nasıl daha da yaygınlaştığına bakın.

[1] https://www.cinemauk.org.uk/the-industry/facts-and-figures/uk-cinema-admissions-and-box-office/annual-admissions/

[2] https://www.cinemauk.org.uk/the-industry/facts-and-figures/uk-cinema-admissions-and-box-office/annual-admissions/

[3] https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Sinema-ve-Gosteri-Sanatlari-Istatistikleri-2021-45743#:~:text=Sinema%20salonlar%C4%B1n%C4%B1n%20say%C4%B1s%C4%B1%20%11%2C1,azalarak%20285%20bin%20130%20oldu.

[4] https://www.boxofficemojo.com/title/tt1745960/

[5] https://variety.com/2023/film/box-office/box-office-barbie-oppenheimer-opening-weekend-shatter-records-1235677601/

Yorum bırakın