Şair Karnında Ne Taşır?

HÜSEYİN ERSAVAŞ

BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI BÖLÜMÜ MEZUNUDUR.

Bir gün Mecnun çöllerde dolaşırken yerde Leyla ve Mecnun adlarının yan yana yazılmış olduğunu görerek Leyla adını oradan kazır. Sebebini soranlara “İkimize bir nişan yetişir” der. “Niçin onun adını kazıdın da kendi adını bıraktın” dedikleri zaman da “Benim iç olmam, onun kabuk olması doğru değil. Ben kabuk olmalıyım, o iç” diye cevap verir.[1]

Bu anekdotu okuduktan sonra “Mana şairin karnındadır” sözünü hatırlamamak mümkün müdür? Öylesine bereketli ve iktisatlı bir söz ki bu, şiirin ne olduğu sorusuna dair vereceğimiz belki de tüm cevapları bünyesinde toplamıştır. Şiirin ne olduğunu düşündüğümüzde akılımıza gelen cevaplar o derece karmaşık ve fazlayken bu sözün şiiri izaha yettiğini söylemek elbette biraz şüphe uyandırır. Bu yüzden, şiirin “mana”, “şair” ve “karın”dan ibaret olduğunu söylemeden önce, bu kelimelerin parlak cilalarını biraz kazıyalım.

Bir sözden anlaşılması istenen şeye “mana” deriz. Söz, aşikâr ya da gizli mutlaka bir anlam ve niyet taşır. Kelimelerin, söylendiği mekâna, kişiye ve duruma göre değişen birden fazla çağrışımı olabilirken söylendiği bağlama mutabık tek bir manası vardır. Elbette iham, tevriye, kinaye gibi eski edebiyatımızda karşılaştığımız, günlük dilde ve mizahi metinlerde de yer yer kullandığımız, kelimenin farklı anlamlarını hatırlatan edebî söylemler mevcuttur. İfadeyi zenginleştiren bu kullanımlar, sözün manasındaki tekilliğe ket vurmaz, çünkü bunlar, söz sahibinin niyeti etrafında şekil alır ve çoğu zaman tekil anlamı -manayı- güçlendiren bir etki yaratır. Mana, söyleyenin niyeti doğrultusunda anlaşılması istenen tek bir işaret olsa da onun üstündeki elbiseler bazen anlaşılma gayesinden sapmasına sebep olur. Bundan dolayı manaya muhatabın perspektifinden bakıldığında, her zaman işaret edileni anlayabilmek söz konusu olmaz. Okuyucu-dinleyici, karşı tarafın söylediği sözü yanlış ya da eksik anlayabileceği gibi söz sahibinin niyetinin ötesinde daha geniş ve derin anlaması da mümkündür. Ferid Kam’ın “Bir eserin anlaşılmamasını temin etmek isteyen onu şerh eder”[2] demesi tam da muhatabın sözü nasıl çoğaltarak-genişleterek ya da daraltarak-saptırarak anlayabileceğine örnek verir.

Mananın okur-dinler tarafından genişletilmesi veya daraltılması iki farklı cepheye sahip olmasından kaynaklanır. Söz ya manayı apaçık ortaya koyan bir niteliktedir ya da gizleyen, yani benzerlikler, yorumlar doğurabilen durumdadır. Kur’an-ı Kerim’de anlamı kesin olan ayetler (ümmü’l-kitab) ve Allah tarafından kast edilen mananın tam olarak -herkes tarafından- bilinmediği ‘benzeşen’ ayetler (müteşabih) olduğu buyrulmaktadır.[3] Mananın tek olması, onun yanlış-farklı anlaşılmasına engel olmadığı gibi, sözün içinde gizlenmesine, herkes tarafından anlaşılmayacak bir surete bürünmesine de mani değildir. Bu iki zıt cephenin varlığı ise hakikatin vasfıyla bağlantılıdır. Bir çırpıda, apaçık söylenebilecek hakikatler olduğu gibi, dile gelmeyen, kaleme dökülmeyen ama hissedilebilen, etten kemikten geçip ruhumuza sızan hakikatler vardır. İşte şair, “dilsiz kulaksız”[4] cepheyle uğraştığımız sırada, hakikatin dile gelmez yönünü kovalaması sebebiyle karşımıza çıkar.

Şair, tam olarak bilinmeyen, dile gelmeyen, söylendiğinde anlaşılmayan hakikati bir anlatıya dönüştürmeye çabalar. Şiiri doğuran bu uğraş, hakikati ifşa etmeyi hedeflemez. Şairin hakikate dair konuşmak, cânın anlayabileceği sözleri söyleme arzusu vardır. Bu noktada, şairin mutlaka hakikate ulaştığını, hakikate ulaşanların mutlaka şiir yazdığını, her şiirin hakikati mesele edindiğini söylemek ispatı mümkün olmayan bir iddia olur. Meselemizin hakikatle uğraşan şair ve şiir olduğunu hatırlatarak şunları söylemek isterim: Dile sığmayan hakikat, şiirin manası olarak merkezinde konumlanmıştır. Şiir, kelime elbiseleriyle bu hakikati donatır, ahenk süsleriyle tezyin eder. Zaten açıkça ortaya koyulamayan hakikat muhatap tarafından eksiksiz edinilemez. Şairin niyeti ve çabası şiirini doğurur, okuru kendi anlayışı nispetinde ‘şerh ederek’ teslim alır. Okurun anlayışı, şiiri yeniden yazarcasına manadan uzaklaşsa da manayı çözmeye yaklaşsa da hakikat şairin kendisinde mahfuz kalır.

Okurun şiirle kurduğu ilişki ile şairin hakikatle kurduğu ilişki arasında göze çarpan bir paralellik vardır. Muhatabın şiirde manayı saran elbiseleri soymaya çalışması gibi, şair de kâinatta örtünen, bürünen hakikatinin perdelerini yırtmaya azmeder. Hakikat örtülerin ardında gizlenmiş bir haldedir. Bunun nedenini Yunus Emre “Münâfıklar elinden örter ma’nî yüzini” diyerek ortaya koyar: Hakikatin tabiat-ı icabı münafıklardan saklanmaktır. Bilmek ve inanmak samimiyetinden mahrum olanlara hakikat yüzünü açmamıştır. Kur’an’ın “gerçekten yapmadıkları şeyleri söyleyen” (ikiyüzlü olmaları yönüyle münafık) şairleri kınaması bu yüzden boşa değildir. Eşyanın özü olan hakikat kendisine layık göz ve kulak sahiplerini bulana dek itinayla saklanır. Şair, bu gizin peşinde çöllerin ardına, dağların ötesine ulaşmaya çalışır. Bu çöller ve dağlar öyle çok uzaklarda değil, bilakis insanın kendisinde, özünde var olan meşakkatli mertebelerdir. Şair kendini bildiği ve aşmaya muvaffak olduğu sürece manasında hakikat olan şiiri yazabilir.

M. Sadi Karademir’in Zerdali şiirindeki “Bu yalancı cennette nasıl olsa zerdali/Benim için saklamış acı çekirdeğini”[5] dizeleri bütün meramımızı izaha yetiyor. Aldatıcı olan dünyanın nimetleri arasından ve insanın kendisiyle verdiği mücadelede pembe yalanlardan sıyrılan ‘hakikat’ zerdali çekirdeğine benzer. Zerdali, kayısı gibi etli, sulu ve tatlı görünse de aslında meyvesi de çekirdeği de acıdır. Şair Mecnun gibi hakikat Leyla’sının peşinde dünyeviliği arkasına iter, meşakkatleri aşar, acı da olsa kendisi için ayrılan hakikatin özüne ulaşır. Yukarıda ifade ettiğim gibi, hakikat kendisine layık, görebilecek göz ve duyabilecek kulak sahibi kimseyi bekler. Zerdalinin çekirdeğini şair için saklaması da bu yüzdendir; şair hakikatle muhatap olmaya layıktır.

Şair hakikate ulaşınca, ona layık bir muamele gösterir, tabiatına uygun olarak yine onu saklar. Şiiri hakikatten ilham alarak kurarken şiirin, özü hakikat olan manasını kendi karnında gizler. Leyla ve Mecnun alıntısında okuduğumuz gibi şair hakikate bir kabuk olur, çekirdeğini koruyan bir meyve gibi onu sarıp sarmalar. Mecnun’un Leyla’nın ismini silip kendi ismini ona kabuk yapması gibi, şair de hakikati sözlerle gizleyip şiirini hakikate örtü yapar. Şiiri hakikati koruyan-saran bir kabuk gibidir, şiirdeki hakikat ise şairin kendisinde saklı kalır. Bu yüzden merkezinde hakikat olan mana her zaman şairin karnında gizlenir. Gizlenmesi, hem hakikatin gizlenmeye yatkın huyu ile alakalı, hem de hakikatin doğurganlığıyla bağlantılıdır. Hakikat gizlenir, gizlendikçe bir ağaç gibi kök salar, büyür, yeşerir, dallanır budaklanır. Hz. Mevlana’nın işaret ettiği bir hadis-i şerifte “Her kim sırrını saklarsa çabucak muradına erişir” buyrulmakta ve kendisi de “Tohumun toprak içinde gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesiyle neticelenir” yorumunu yapmaktadır.[6] Şairin karnında gizlediği hakikat çekirdeği bir ağaç gibi serpilir ve şiirden meyveler verir. Okur olarak bize de bu meyvenin kabuklarını soyup özüne ulaşmaya çalışmak düşer. Lakin dediğimiz gibi yine herkes kendi anlayışı ölçüsünde bu meyveye yaklaşacak, kendinden manalar devşirecek ve mana yine şairin karnında gizli kalacaktır.

Bu yazının vesilesiyle şair M. Sadi Karademir’in Açık Beyaz isimli yeni kitabının Dergâh Yayınları’ndan çıktığını haber vermek isterim. Bu kitapta, şairin hakikati kovaladığı ve “usu susturmadığı” şiirlerini ve Sosyal-Buluşçu şiirin manifestosunu okuyabileceğiniz müjdesini bütün şiir ve hakikat mecnunlarına duyurmaktan büyük kıvanç duyarım!


[1] Nizami-i Gencevî’nin Leyla vü Mecnun Mesnevisinden aktaran Agah Sırrı Levend. Agah Sırrı Levend, Arap, Fars ve Türk Edebiyatında Leyla ve Mecnun Hikayesi (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1959), 19.

[2] Mahmud-ı Şebüsterî, Gülşen-i Raz, haz. Abdülbaki Gölpınarlı (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2011), XX.

[3] Âl-i İmran Suresi, 7. Ayet.

[4] Yunus Emre’den: Dilsüzler haberini kulaksuz dinleyesi/Dilsüz kulaksuz sözin can gerek anlayası.

[5] M. Sadi Karademir, Açık Beyaz (İstanbul: Dergah Yayınları, 2024), 13.

[6] Mevlana, Mesnevi, c. I, haz. Veled İzbudak ve Abdülbaki Gölpınarlı (İstanbul: MEB Yayınları, 2001), 14.

Yorum bırakın