‘Pençe’ ve ‘Casus’ Filmlerinin Kadın Başrol Oyuncusu Eliza Binemeciyan

BURAK SÜME
SİNEMA ARAŞTIRMACISIDIR.

Sinema tarihi üzerine okuma yapan her araştırmacının yolu Sedat Simavi’nin Pençe ve Casus (1919) filmlerinden geçer. Burada üzerinde durmamız gereken nokta filmlerin kadın başrol oyuncusu Elize Binemeciyan’dır. Peki, Eliza Binemeciyan kimdi? Sanat dünyasındaki konumu ve saygın kişiliğinin altında yatan sırrı neydi? Bu önemli sorulara yanıt aramadan önce Pençe ve Casus filmleri ile ilgili birkaç hususa değinmemiz gerekiyor. Servet-i Fünun dönemi yazarlarından Mehmet Rauf’un 1909 yılında aynı isimle kaleme aldığı Pençe, evlilik kurumunu zedeleyip yasak aşkı meşrulaştırdığı gerekçesiyle tenkit edilir. Metin And, Meşrutiyet Dönemi Türk Tiyatrosu, 1908-1923 adlı eserinde Pençe’nin konusunu şu sözlerle anlatır:

Eliza Binemeciyan (Kaynak: Burak Süme Arşivi)

“Mehmet Rauf’un evlilik ile evlilik dışı aşkın çatışmasını ortaya koyduğu ve bunun için de birbirine paralel iki olaylar dizisini geliştirdiği oyun, ilk tiyatro eseri olan ‘Pençe’dir. Bu olaylar dizisinin birincisi genç bir şair olan Pertev’in hikâyesidir. Oyunun başında Pertev, kız kardeşiyle evli eniştesi Ferit Bey’le bu konuyu derinliğine tartışır. Ferit yerleşmiş toplumsal kurumlara, özellikle evliliğin kutsallığına inanmıştır. İnsanlık için evlilik zorunludur, evlilik dışı aşk ise bir ‘pençe’dir. Pertev’e göre kadınlar, bayağı, miskin, cahil yaratıklardır, evlilik ise, hep kötü sonuçlara götürür, evlilik insanlık için bir canavar pençesidir. Evlilik dışı aşkta erkeğin sevdiği kadını istediği zaman değiştirebilmesi elindedir. Bu tartışmaya karışan dostları evli Vasfi Bey de evlilik dışı aşka inanmamaktadır. Bu tartışmadan sonra Pertev ile Vasfi’nin hikâyeleri birbirine paralel olarak gelişir. Her iki gelişme de evlilik dışı aşkın kötülüğü ve evliliğin üstünlüğünü gösterecek yolla sonuçlanır.”

Hikâyenin sıra dışılığı, metnin kendi içerisindeki karmaşası sinemaya nasıl adapte edilmiştir bilinmez. Lakin Nijat Özön’e göre;

“Pençe, tekniği bakımından sahneye elverişli olmadığı gibi, konusu bakımdan da oynanması imkânsız bir oyundu. Evliliği insanlığa en büyük acıları veren bir ‘pençe’ olarak gören bu düşünce ile asıl ‘pençe’nin ‘aşk ve alaka’ olduğunu savunan bir düşüncenin çarpıştırıldığı oyun, ayrıca ‘serbest aşk’ın övgüsünü de yapıyor, sonunda evliliğin ‘ehven-i şer’ olduğuna karar kılmakla birlikte yine de kesin bir sonuca bağlanmadan sona eriyordu. Bunun dışında oyun, bugün için bile, ‘cüretkâr’’ sayılacak açık saçık sahnelerle de bezenmişti.”

Muhsin Ertuğrul da Temaşa dergisinde kaleme aldığı Memlekette Sinema Hayatı başlıklı çalışmasında kinayeli bir üslupla filmi fiyasko olarak nitelendirir.

“Pençe namıyla ortaya atılan o saçma sapan şeylerin birbirine eklenmesinden mütehassıl şerit, memleketimizde yalnız sanayi-i nefise müntesiplerini değil, her Türk’ü utandırmıştı. Nitekim ilk millî şerit ve mevzu olmasına ve mümessiller payitahtın en iyilerinden intihap olunmasına rağmen eserdeki teknik hatalar bu filmi iğrenç bir dereceye indiriyordu…”

Nitekim bu tenkitlere karşı Nurullah Tilgen, Yıldız dergisinde kaleme aldığı Türk Filmciliği-Dünden Bugüne (1914-1953) başlıklı çalışmasında Pençe filminden övgüyle bahsederken filmin gişe yaptığını not düşer:

“Müdafaai Milliye Cemiyeti adıyla kurulmuş olan bir teşekkül şimdiki sağlık müzesinin işgal ettiği binada bir atölye kurmuştu. Bu cemiyetin üyelerinden Sedat Simavi cemiyetin hep aktüalite filmleri çevirdiğini, bunun da gerek maddi gerekse manevi bakımdan pek tatminkâr olmadığını ileri sürerek mevzulu filmler çevrilmesini teklif etti. Teklif cemiyet idare heyetince münasib görülerek Darülbedâyi artistlerinin ‘Pençe’, ‘Casus’ ve ‘Alemdar Vak’asını yahut ‘Sultan Selim-i Salis’ adlarında mevzulu iki film tamamlanarak halka gösterilmiş, fakat son film Dünya Savaşının bitmiş olmasından dolayı cemiyet dağılmış ve film de tamamlanamamıştır. Muharrrir Mehmet Rauf’un O yıllarda Dârülbedâyi’de temsil edilen ‘Pençe’ adlı piyesinin filmi çok beğenilmişti.”

Sedat Simavi’nin ikinci yönetmenlik deneyimi Casus’la ilgili dokümantere geçmiş somut bir kanıt yoktur elimizde. Sadece filmin Pençe ile aynı yıl çekildiğini ve Darülbedâyi kadrosunun yanı sıra Eliza Binemeciyan’ın başrolü üstlendiğini biliyoruz.

Eliza Binemeciyan Rebab isimli derginin kapağında. Bu derginin orijinal nüshalarını benimle paylaşan, armağan eden Dr. Ulvi Sulaoğlu’na çok teşekkür ederim.

Eliza Binemeciyan, Türk sinemasının ikonik, realist figürlerindendi. Müdanasız değer yargıları, çalkantılı yaşamıyla kendisinden önce sinemada Himmet Ağa’nın İzdivacı (1918) filmiyle görünen Rozali Benliyan’a göre daha medyatik, yakın markajda duran bir isimdi. Saygın kişiliğinin altında yatan sırrı da sahnemize “Türk Tiyatrosu” adını koymasıydı. 1914 yılında Reşat Rıdvan Bey’in önderliğinde kurulan Dârülbedâyi’de yıldızı parlamış ve Şahin Kaygun imzalı Afife Jale (1987) filmine göre dönemin bürokratlarıyla yakın temas halinde bulunarak Afife Jale’nin sahneye çıkmasına engel olmuştu.

Eliza, 1890 yılında İstanbul’da doğmuştu. Kökleri bu endüstride yeşeren ailesi de Mınakyan Tiyatrosu’nun oyuncularından Rupen ve Ağavni Zabel Binemeciyan’dı. Sanatkâr bir ailenin evladı olarak dünyaya gelmek çok büyük bir şanstı. Henüz on yaşındayken Mınakyan Topluluğu’nda Zaza, Ekmekçi Kadın, Çocuk Hırsızı gibi oyunlarla sahneye çıkmaya başlamıştı.  Mevcut dönemde genç bir oyuncu adayı olan Yervant Toloyan da Eliza ile enteresan bir biçimde tanışmış, aralarında geçen komik diyalogları Gavroş-Name kitabında anlatmıştı:

“Eliza’yı tanıdığımda henüz altı yaşındaydı. Annesi ve babasıyla birlikte sahneye çıkardı. Genellikle melodramlardaki küçük kız ve erkek çocuk rollerini üstlenirdi. Taktığı geniş camlı gözlükleriyle Liliput’un profesörleşmiş halini andırıyordu. İlk karşılaşmamız çok enteresandı. Mınak Tiyatrosu’na iş başvurusuna gitmiştim. Fuaye girişinde küçük bir kız çocuğu bana, ‘Beyefendi!’ diye seslendi. Bu kız Eliza’ydı. Şaşkınlık içerisindeydim. Erişkin bir tavırla bana ‘Siz de mi oyuncu olmak için gelmiştiniz?’ diye sordu. Ben de ‘Sanıyorum öyle!’ yanıtını verdim. Ciddiyetle bana baktı ve ekledi, ‘O halde yarın sabah provalara gelmek zorundasınız. Mösyö Mınak öyle talimat verdi’ dedi.”

1914 yılında İttihat hükûmeti İstanbul’a taşınınca doğal olarak yöneticiler de kendilerine özgü, hakiki bir tiyatro kumpanyası kurmayı arzu ederler. Reşat Rıdvan Bey tafsilatlı bir tasarı planı hazırlayarak hükûmete sunar. Amacı, içerisinde müzik ve tiyatro bölümleri olan “Dârülbedâyi” adını taşıyacak bir Osmanlı konservatuarının temellerini atmaktır. Kısa süre sonra önerisi kabul edilir ve kendisi de tiyatro bölümünün yöneticisi olarak atanır. Reşat Rıdvan Bey, kadroya girmek isteyen genç sanatkârlar için bildiriler yayımlatır ve Paris’teki Odeon Tiyatrosu’nun şefi olan André Antoine’ı İstanbul’a davet eder. Bu davet tiyatro dünyası için önemli bir reformdur. Kısa süre sonra Antoine’ın da içinde bulunduğu jüri toplanır ve sınavlar yapılmaya başlanır. Ayrıca jüride Mınakyan da vardır. Devlet sanatçısı unvanına sahip olmak ve kendisini bir adım ileriye taşımak isteyen adaylar arasında Eliza Binemeciyan da  yer almaktadır.

Eliza Darülbedayi’de “Baykuş” piyesinde Muhsin Ertuğrul’la.

İlk kez 20 Ocak 1916 gecesi Dârülbedâyi oyuncusu olarak Çürük Temel ile Şehzadebaşı Ferah Tiyatrosu’nda izleyicisiyle buluşan Eliza Binemeciyan için Sermed Muhtar Alus, İstanbul Ansiklopedisi’ne şu notu düşer:

“Dârülbedâyi’nin ilk temsil heyeti kurulduğu sırada Eliza 12 lira aylıkla, yani emsallerinin hepsinden fazla maaşla angaje edilmişti. Birinci Cihan Harbi yıllarında Dârülbedâyi temsillerinde, Tahsin Nâhidin Bir Çiçek İki Böcek, Rakibe gibi vesâir piyeslerde baş kadın rollerini muvaffakiyetle oynamıştı.

Gözleri şehlâ, fakat idare ederdi, ekseriya profil durarak vaziyetler alırdı. Sahnede pek dilber, zarif, ince görünürdü.

O devirde Türk kadınının sahneye çıkması yasak, artistlerden düzgün Türkçe işitmek imkânsız, Eliza’yı dinleyenler mâl bulmuş mağribiye dönmüşler, pek sevinmişlerdi; aktristin parlak şöhreti biraz da bu noktada aranmalıdır.”

Sermed Muhtar Alus’un işaret ettiği doneler üzere Eliza Hanım, Halit Ziya Uşaklıgil ve İsmail Müştak Mayakon’dan Türkçe dersleri almıştı. Aşod Madatyan, 4 Ekim 1943 tarihinde Jamanak gazetesinde tevdi ettiği Eliza Binemeciyan başlıklı çalışmasında sanatsal ilhamını Fransız edebiyatından aldığını söyler:

Eliza profesyonel bir sanatçıydı. Avantajı da öğrencilik (Notre Dame de Sion) yıllarından beri sürekli kurgusal romanlar okuyup kendisini oradaki karakterlerle özdeşleştirmesiydi. Ruhunda fermente ettiği kurgusal bir dünyası ve o dünyanın sorumluluğunu tek başına omuzlayacak cesareti vardı. O nedenle ulusal tiyatro oyunlarında ilerici, yaşayan Fransız kadını rollerinde oynamayı tercih ederdi.”

Eliza Binemeciyan, 1920 yılına kadar Dârülbedâyi’de muvaffakiyet gösterdikten sonra 1921 yılında evlenmiş ve Vasfi Rıza Zobu’nun başını çektiği yeni sahne topluluğuna katılmış, tiyatromuza “Türk Tiyatrosu” adının verilmesi kanaatine varmıştır. Vasfi Rıza Zobu kaleme almış olduğu kitabında o anekdotu şu sözlerle anlatır:

“Benim de içlerinde bulunduğum yeni bir topluluk meydana getirmişiz. Ancak, bu topluluğumuzun bir isme ihtiyacı var ve lakin bulduklarımızın hiçbirisi beğenilmiyor. İşte bu müşkülümüzü, bizim Eliza Hanım bir çırpıda halletti ve adı ‘Türk Tiyatrosu’ olsun deyince hemen herkes hiç düşünmeden kabullendi.”

1924 yılında Fransa’ya göç ettiğinde, bir sene sonra, son bir kez daha İstanbul’a Rüştü Rıza ve arkadaşlarının davetiyle gelmişti. Son röportajını da 29 Mart 1925 tarihli Gavroş dergisine, Aşk Korur oyununun provaları sırasında Tovmas Çıkçıkyan’a vermişti.

Binemeciyan ailesi Rupen (Baba), Ağavni Zabel (Anne), Eliza, Onnik, Adriye, Araksi (Çocuklar).

Tovmas Çıkıkyan (TÇ): Eliza Hanım, çok haklısınız. Elbette ki, İstanbul’a gelince ilk Gavroş’u ziyaret edecektiniz. Çünkü sizin buradaki başarılarınızı yurt dışına taşıyacak olan sadece Gavroş değil mi?

Eliza Binemeciyan (EB): Biliyorum, biliyorum, ama lütfen abartmayın ve alçak gönüllülüğüme hakaret etmeyin, benimle ilgili yazdığınız övgü dolu sözleri okurken utanıyorum.

TÇ: Konstantinopolis’e geldiğiniz için mutlu musun?

EB: Tabii ki, Taşdelen’in suyunu gerçekten özlemiştim.

TÇ: Paris’teki Ermeni oyuncular nasıllar?

EB: Hepsi çok iyiler ama çoğu gündüz başka mesleklerde, akşam da tiyatroda çalışıyorlar.

TÇ: Orada bir yönetmen, Madam Budağyan varmış, o tiyatrocu hanım kim?

EB: Çok dürüst, sanatsever ve sanatkâr bir hanımefendi. Geçen yıl bir tiyatro grubu kurdu. Başarısız olunca maddi anlamda çok büyük kayıplar verdi. Benimle de zaman zaman tecrübelerini paylaşır, gelecekte bir topluluk kurup aynı hataları denemememi tavsiye etti.

TÇ: Haklı mıydı?

EB: Ne yazık ki… Çünkü Paris’in zengin Ermenileri yabancılaştılar. Bir grup göçmen de tiyatroya sadece birbirleriyle sohbete ve eski günleri yad etmeye geliyorlar. Üstelik maddi açıdan da yeterli katkı sağlanmıyor.

Fransa’daki yaşantısı ve ailesi hakkında magazinsel cevaplar veren Eliza Hanım, bu röportajdan sonra İstanbul’u terk etmişti. Uzun yıllar kendisinden haber alınamamış, sahnelere akseden silueti karanlığa gömülmüştü. Daha sonra 1948 yılının Akşam gazetesinin manşetlerinde bir ışık belirir. Kaybolan yıldız, 23 yıl sonra kaleme aldığı bir mektupla seyircisini selamlıyordur. Mektup, gazetenin 29 Kasım 1948 tarihli nüshasında Fransa’nın Nis Şehri Civarında Oturan Bayan Eliza Memleket Hasretinden Bahsediyor başlığıyla sunulur:

Eliza Binemeciyan Yamalar piyesinde.

“İstanbul her an gözümün önündedir. Galatasaray’ın köşesi, Taksim yolu. Bunlar o derece canlı olarak hayalimde yaşarlar ki seneler geçtiği halde kendimi vatanımda sanırım. Yirmi seneden beri uzaklaştığım vatanımda kim bilir ne büyük değişiklikler olmuştur? İkinci umumi harbin 1941-46 senelerini Londra’da geçirdim. Orada bizim sefirimiz ve konsolosumuzla görüşerek eski sahne hayatından bahsettik. İngilizler çok tiyatro sever ve değerli artistleri vardır. Bunlardan biri de sabık Başbakan Mister Churchill’in kızıdır.

1946 senesinde Fransa’ya avdedimde gördüm ki, Fransız artistleri Alman işgali dolayısıyla bozulmuş Fransız sahnesini canlandırmaya çalışmaktadır. Öyle büyük bir gayretle ki az zamanda Fransız sahnesi kendi eski halini bulacaktır.

Kasımda olduğumuz halde burada sıcak bir hava vardır. Taraçada oturup bu mektubu yazdım. Vatanıma karşı iştiyakım o derece şiddetlenmiştir ki, onun sevki ile belki yakında sevgili vatanımı ziyaret edeceğim.

Beni unutmayan ve soran vatandaş ve meslektaşlara selamlar ederim.”

Bu mektup tiyatro kulislerinde ve Türk basınında adeta bir yankı uyandırır. Herkes şöhretini kaybetmiş olan bu aktristin İstanbul sahnelerine geri dönebilme ihtimalinden bahseder ama beklenen olmaz, Eliza Hanım ikinci mektubunu 1950 yılında Kulis dergisine gönderdikten sonra bir daha Türk basınında görünmez, 1980 yılında Kanada’dan gelen vefat haberleri duyulana kadar.

“Sevgili Mösyö Ayvaz,

Sent-Rafayel’e adıma postaladığınız mektup, Fransa’daki adres değişikliğim nedeniyle dün elime ulaştı. Mektubunuzla birlikte Kulis’in 1950 tarihli sayılarını da gönderdiğiniz için müteşekkirim.

Bugün Türkiye’de tiyatro ve sanat hayatının genel olarak iyi ve parlak bir durumda olduğunu görmek beni ne kadar mutlu etti anlatamam. Sevgili Ayvaz, arzu ettiğiniz fotoğrafları size göndermeyi çok isterdim. Lakin çok üzgünüm. Londra’dayken tüm fotoğraflarım savaş sırasında Fransa’daki evimde kalmıştı. Yokluğumda, sahildeki birçok daire gibi, benim de dairemi yağmalamışlardı.

Bir yıldır Kanada’dayım, sakinliğin kıyısı diye adlandıracağımız Vancouver şehrinde. Birkaç hafta sonra da kardeşim Onnik Binemeciyan’ı ve eşini ziyaret etmek için California’ya Los Angeles’a gideceğim. Bu vesileyle bazı Hollywood stüdyolarını da ziyaret etmeyi umuyorum. Sizi hayal kırıklığına uğratmamak için birkaç gün önce sokakta çektirmiş olduğum bir fotoğrafımı gönderiyorum. Güzel bir fotoğraf olmasa da yeni olma avantajına sahip. Bu vesileyle İstanbul’a ve İstanbul’daki sevgili dostlarıma selamlarımı gönderiyorum.”

Yervant Toloyan, Gavroş-Name kitabında Eliza Hanım’ın akıbetiyle ilgili şu sözleri söyler: “Eliza, İstanbul’daki kimi sahne arkadaşlarının sitemkâr tavırlarına çok üzülürdü, ancak Türk halkının samimi duygularından da oldukça etkilenirdi. Pera Tiyatrosu’nda (Petit Champs) başarılı bir Ramazan sezonu geçirdikten sonra Paris’e geri döndü ve Saint-Raphaël kıyılarındaki villasına çekildi. O, sahnelerin ilk yıldızıydı. Akdeniz’in mavisini seyrettiği yerden, Türk sahnesinde eski ihtişamlı günlerini hayal ederken kızı Nadya ona eski rollerindeki tiratlarını okurdu.

Kimi zaman İstanbul’daki Türk gazeteleri ondan bahsederlerdi. Eliza’nın İstanbul’daki eski dostları da gazete kupürlerini ona gönderirlerdi. O Türk sahnesinden uzakta olsa da anne ve babasından sonra bugünkü Osmanlı Türk Tiyatrosu’nun kurucularındandır.”

Eliza Binemeciyan’ın Hagop Ayvaz’a Amerika’dan gönderdiği son resmi, 1951.

Kaynaklar

Makalede adı geçen Rozali Benliyan’la ilgili bilgilere ulaşabilirsiniz.

And, Metin (1971) “Meşrutiyet Döneminde Türk Tiyatrosu, 1908 – 1923”, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara

Özön, Nijat (2010) “Türk Sinema Tarihi 1896 – 1960”, Doruk Yayınları, İstanbul

Ertuğrul, Muhsin (15 Ağustos 1334, 1918) Temaşa, “Memlekette Sinema Hayatı”, Sayı.6

Tilgen, Nurullah (18 Temmuz 1953) Yıldız Dergisi “Türk Filmciliği – Dünden Bugüne (1914 – 1953)”, Sayı.30

Toloyan, Yervant (2019) “Gavroş-Name”, Aras Yayıncılık, İstanbul

Koçu, Reşat Ekrem, (1960) “İstanbul Ansiklopedisi”, Cilt III. İstanbul, Neşriyat Kolektif Şirketi

Madatyan, Aşod (4 Ekim 1943) Jamanak Gazetesi, “Eliza Binemeciyan”

Zobu, Vasfi, Rıza (1972) “O Günden Bugüne”, Milliyet Yayınları

Çıkçıkyan, Tovmas (29 Mart 1925) Gavroş Dergisi, “Eliza Binemeciyan’ın İstanbul’a Şanlı Girişi”, Sayı.17

Akşam Gazetesi (29 Kasım 1948) “Fransa’nın Nis Şehri Civarında Oturan Bayan Eliza Memleket Hasretinden Bahsediyor.”

Ayvaz, Hagop (15 Kasım 1951) Kulis Dergisi, “Eliza Binemeciyan’ın Teşvik Mektubu Kulis’e Özel”, Sayı. 94

Yorum bırakın