R. Doğukan Oruç
29 Mayıs Üniversitesi Tarih Bölümü Yüksek Lisans öğrencisidir.
Türkiye’nin son on beş yılına tanıklık edenler, Cumhuriyet’in kurucu fikirleri ve bunların sembolleriyle özgürleşme adına yürütülen bir kavganın aşama aşama o fikir ve sembollerin insanların zihninde özgürleşmenin temsilciliğine evrilmesi gibi ilginç bir sürece de tanıklık etmiş oldular. Cumhuriyet tarihinin modern Türkiye’nin yüzleştiği hemen her engelin birinci derecedeki müsebbibi olarak sorunsallaştırıldığı bir noktadan, mülksüzleştirilen ve aidiyetsizleştirilen geniş kitlelerin, sosyal ve ekonomik açıdan devam ettirme imkânlarını yitirmeye başladıkları hayat tarzlarını korumak adına, Cumhuriyet tarihinin sembollerine yöneldiği bir noktaya ilerlerken millî bayramların gündelik hayatımızdaki yerlerine ve algılanışları dair de bir hayli şey değişmiş oldu. Cumhuriyet tarihine dair post-Kemâlist bakış, millî bayramları, belli çevrelerin hassasiyetlerini gözetme gerekliliğinden kişi kültü veya militarizm eleştirilerine değin uzanan birtakım spesifik yol işaretlerinin izleğinde algılıyordu. Nihayetinde bu bayramlar, “jakoben bir devrim”in “devindirici gücü” olarak liberal bir dünyada bu kadar göz önünde bulundurulmasının bir şeyin olduğuna inanılan ordunun “vesayet”inden kurtarılırken kendilerini sahiplenecek bir odak bulamadılar. Bu günlerin birer bayram olarak tayinini mümkün kılan entelektüel şecereye dâhil olmayan, esasında o şecereyle kavgalı kökenlerden gelmiş aktörlerce idare edilen devlet mekanizması, bu bayramların kutlanmasına dair organizatörlük görevlerini kısa yazılı demeçlerle ifa etme yolunu tuttu. Halkın hassaten bu bayramların imledikleri değerler adına gadre uğramış çeşitli kesimlerinden bu uğurda bir inisiyatif almaları zaten beklenemezdi, kalanlar ise büyüme oranlarını görmekten duydukları memnuniyetten ötürü bu meseleyi talileştirmek ile hırçın bir reaksiyonerlik arasında konuşlandılar. Dolayısıyla, hemen bütün muadilleri gibi, 30 Ağustos’un da talihi yakın zamanlara kadar ciddi bir sahipsizlik oldu.

Fakat yakın tarihi algılayış biçimi büyük oranda güncel siyasî gelişmelere bağlı olan Türkiye toplumunda son birkaç yıl içinde bu bayramların kaderlerine de etki edecek ölçüde değişimler gözlemlendi. Post-Kemâlist anlatının gitgide tatmin edici olmaktan uzaklaşması, kentli ve eğitimli kesimin süregiden hayatlarından duydukları derin memnuniyetsizlik, Suriye Savaşı’ndan Afganistan’daki son olaylara değin İslâm dünyasında terörizmin ve teokratik idarelerin yükselişi, hayat tarzlarına müdahale edilme endişesinin spesifik bir gruptan çıkarak kendisini seküler olarak adlandıran hemen herkese sirayet etmesi gibi sebepler Cumhuriyet tarihine ve onun sembollerine yeniden bir dönüş havası yarattı. Her devlet dairesinin demirbaş listesinde olan ve uzun müddet Türkiye’nin hangi sorunu gündeme gelirse gelsin müsebbibi arandığında parmakla işaret edilen Atatürk portreleri, sivillerin özgürlüklerini müdafaa amacıyla düzenledikleri protestoların ortak sembollerine dönüştü. Bir bağlamda, 8 Temmuz 1919 gecesi geniş halk kitleleri arasında kendini tekrarladı ve Mustafa Kemâl üniformasını çıkararak “bir fert olarak sine-i millete” döndü. Bu dönüşüm oldukça mühimdir, zira Zafer Bayramı’nın yüzüncü yılının, hiçbir resmî kurum hiçbir teşebbüste bulunmasa bile, coşkuyla kutlanacağından ve bu kutlamanın bütünüyle sivil olacağından kuşku duymamızı imkânsız kılar. Bir bakıma yaşanan, -bu sefer talihin değil- tarihin cilvesidir.
30 Ağustos’u gözleri hiçbir protokol sırası ve askerî geçit aramaksızın coşkuyla kutlayacak olan bu büyük kesim birkaç yönden oldukça büyük öneme sahiptir. İlki, bu insanların Zafer Bayramı’nın kendisiyle ancak Erken Cumhuriyet devrinde rastlanabilecek ölçüde doğal bir ilişki kurmaya elverişli olmalarıdır. Zira bu insanların zihnindeki Atatürk, bütün askerî zaferlerine ve taltif edildiği çeşitli unvanlara rağmen hâlâ Şevket Süreyya’nın “Tek Adam” tasvirindeki emniyete erişmemiş olan Mustafa Kemâl’e yakınsar; nihayetinde otoritesini bütünüyle temin edebilmiş Atatürk’e değil. Dolayısıyla, Zafer Bayramı’nın yüzüncü yılında sokakları dolduracak insanların, özellikle gençlerin zihnindeki Mustafa Kemâl figürü devrimlerin ardından oluşan statükonun koruyucu babası olmaktan çok yapacağı devrimlerin hayalini kuran statüko karşıtı genç subay olacaktır. Bu nokta, Mustafa Kemâl’in kendisiyle beraber bütün kazanımlarının da devlet eliyle yürütülen birtakım süreçler olmaktan çok insanların yapılmasını umdukları yeni hamlelerin tarihî prototipleri olarak sine-i millete döndüklerini ifade eder. Örneğin kadın hakları konusunda yapılan reformlar bu yeni kitlenin algısında, karşılığında minnet ifade edilip geçilecek birtakım lütuflar olmanın ötesinde, İstanbul Sözleşmesi’nin yeniden hayata geçirilmesi ve kadın hakları adına yapılacakların genişletilmesi noktasında emsal alınacak çağının ötesindeki örnekler olarak belirir. Ki bu da tam da “dinamikliğini yitirme” endişesiyle kendisi hakkında bir teori inşasına gidilmeyen Cumhuriyet reformlarının ruhuyla oldukça uyumlu bir sonuç doğurur. Çoğu reform hareketi gibi kendi devrinde “halka inmek” ve “halkı kendi seviyesine çekmek” tartışmaları arasında canlılığını ve halkın ruhuyla imtizaç şansını tedricen yitirmeye başlamış Cumhuriyet devrimleri, yüzüncü yılında kendilerini korumanın ötesinde, kendileri örnek alınarak atılacak yeni adımları motive etme canlılığını ve halkın büyük bir kesimine nüfuz edebilme şansını elde etmeye yakın görünür. Dolayısıyla, sivilleştikçe güçlenen ve güçlendikçe sivilleşen, bagajındaki “devlet himayesi olmadan yaşayamayacağı” varsayımlarını boşa çıkaracak ölçüde kitlelerce benimsenen bir çehre kazanmaya başlar. Zafer Bayramı’nın yüzüncü yılında şahitlik edeceğimiz ve sokaklardaki insanların da şahitlik etmeyi umdukları manzara bence budur.

Bir diğer mühim nokta, bahsi geçen sivilleşmeyle birlikte millî bayramların bu tek askerî kökenli olanının kutlanma şekline dair beklentilerdir. Türk Devrimi’ne, yitirmeye başladıklarını hissettikleri özgürlüklerinin muhafızı ve gelecekten bekledikleri yeni özgürlüklerin muştucusu olarak bakan bu toplumsal kesim, askerî bir zafer dolayısıyla kutlanmasına karşın 30 Ağustos’u ruhsuz bir resmigeçit hâlinde görmeye istekli değildir. Bayramın gerekçesiyle son derece uyumlu olmasına karşın, bir stadyumdan sıra sıra geçen tankları seyretmenin de birincil tercihleri olacağı söylenemez. Az evvel bahsi geçen ve ancak Erken Cumhuriyet’te görülebilecek ölçüde doğal bulduğum ilişki sanıyorum burada da ortaya çıkar: Bu insanlar, arkalarına emperyalist bir gücü alarak bir işgal hareketine girişmiş olan Yunan ordusunun mağlup edildiği haberini duyan insanların o andaki sevincini yaşatmak istemektedirler. O ilk sevinçte şaşaalı askerî geçitler olmadığı gibi Atatürk’ün kötü şairlerce ululanması da işitilmemiştir. Dolayısıyla aranan, -yine bayramın özüne oldukça uygun biçimde- bir paylaşım savaşından elde edilen pastanın, başından ona bir diş geçirmeksizin ayrılmak istemeyen müstevli bir kuvvet karşısında zafer kazanmanın, yani hürriyetin zevkinden elde edilen yalın coşkudur. Atatürk’ün kendisinin, bu zafere dair ilk kutlamada, büyük laflardan kaçınarak “Burada bir inhidam olmuştu” demekle yetinmesi ve verdiği askerî mücadeleyi “Biz fatihler devrini kapatmak için harp ettik, bu şeref bize kâfidir” cümlesiyle özetlemesi (ki bu cümle herhalde “Türk Bağımsızlık Savaşı’nın kısa bir diyemi” olsa gerektir), Zafer Bayramı’yla seleflerinden farklı bir biçimde ilişki kuracak olan kitlenin beklentileriyle oldukça paraleldir. O hâlde, Türk toplumunun millî bayramlarla ilişkisinde yeni bir safhaya girildiğini söylemek mümkündür. Akademiden medyaya çeşitli figürlerle devlet aygıtlarını yönetenlerin bu bayramların tepeden inmeci bir geçmişin, bugüne dramatik sorunlar devreden bir zihniyetin, çarpık bir modernleşme algısının sembolleri olarak baktığı ara dönem kapanmış; resmî makamların ancak asgarî prosedürü sağlamak şartıyla düzenledikleri organizasyonlardan da onlardan önce gerçekleştirilen ve bu sefer azamî derecede devlet kokan kutlamalardan da memnun olmayacak ve bu bayramla aralarında son derece doğal bir ilişki oluşan, bütünüyle sivil bir kitle meydana gelmiştir. Yüzüncü Zafer Bayramı, anti-emperyalist bir savaş yürüterek yurtlarını ve hürriyetlerini kurtarmış olmanın gururunu taşıyan fakat bu gururu bir kin ve intikam söylevine dönüştürmeyecek kadar da aklıselim sahibi insanların, ellerinde yalnızca yitirmemek değil, aynı zamanda her alanda genişletmek için de çabalayacakları özgürlüklerinin sembolleri olarak Türk bayraklarıyla ve yalnızca vatanı kurtarmış olduğu için minnet duyulan bir Osmanlı generali olarak değil, vatanı kurtarmakla kalmayıp onlara yerleşmiş kalıpların, inançların, adetlerin sultası altında kısıtlanan hakların ve özgürlüklerin nasıl elde edilebileceğini göstermiş örnek bir reformist olarak Atatürk posterleriyle kutlayacakları sivil bir bayram olacaktır. Bu durum, Zafer Bayramı’nın nihayet özüyle ve ruhuyla temas edebilmemizi sağladığı için bize büyük imkânlar tanır. Bu imkânlardan biri, “fatihler devrini kapatmak için yapılmış” bir harbin sonunda kazanılan bir galibiyet kutlandığına göre, genç Cumhuriyet’in 1928’de gösterdiği alicenaplık örneği takip edilerek hâlâ üzerlerine düşen bombalarla ölen çocukların olduğu bir dünyada “topyekûn silahsızlanma” çağrısının yinelenmesi olabilir. Bu imkânlardan bir diğeri, artık sine-i milletteki bir fert olarak hissedilen Mustafa Kemâl imgesinin kısır bir reaksiyon aracı olmaktan çok, zamanı gelmediği, toplumun hazır olmadığı düşünülerek ertelenen veya Türkiye’nin daima yakıcı gündemi içerisinde ikincil ve üçüncül plana atılan birçok özgürlüğün tanınması adına yöntemi takip edilen bir örnek olarak tanınmasını sağlamak olabilir. İmkânlar büyüktür; mesele, sonunda ulusun yalnızca katılımcısı değil, sahibi olduğunu hissederek kucakladığı bu bayramı yalnızca kutlamakla mı yetineceği yoksa onu bunca kucaklamasını gerektiren endişelerinin tümden giderilmesi için adım atması gerektiğini anlayıp sahibi olduğu bayramlarla arasındaki bu yeni ilişkinin sağladığı hareket açıklığından istifade etmeyi mi seçeceğidir.