Dilek Türker: ‘İyi Bir Tiyatronun Kırk Yıl Şifası Var’ Diyebilseydik Keşke

RÖPORTAJCI: BURAK SÜME
SİNEMA ARAŞTIRMACISIDIR.

“Bir kez bindik bu atlı karıncaya, yelesine sıkıca tutunmak gerek atın ve el sallamak etrafa… Yeni turda binenlere gönülden bir ‘merhaba’ demek ve inenlere kırılmadan ‘güle güle’…“

Birkaç gündür Dilek Türker’in sesinden dinlediğim Soytariçe adlı şarkısındaki bu sözlerde kulaç atıyorum. Ragıp Ertuğrul tarafından kaleme alınan şarkıyı dinledikten ve biyografi çalışmasını okuduktan sonra Pınar Çekirge’ye telefon açtım. Mutlaka Dilek Hanım’la tanışmalı ve kendisiyle Soytariçe adlı eseriyle ilgili bir söyleşi yapmalıydım. Dün adeta bir sanat galerisini andıran evinde, harika bir kahvaltı sofrasında buluştuk. Kitabı okuyunca dostluklarla dolu bir yaşam öyküsüne tanıklık ettim. Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nda başlayan tiyatro yolculuğunda Muhsin Ertuğrul’dan Nezihe Araz’a, Aziz Nesin’den Türkan Şoray’a, Vera Tulyakova’ya kadar kimlerle ahbaplık etmemiş ki? Kitabın arka kapağında Aziz Nesin’in “Ruhu bedenine, bedeni kendisine sığmayan coşkular prensesi” sözü de Dilek Hanım’ın inci hisli, yüksek ruhlu bir sanatkâr olduğunun kanıtı.

Kaynak: Burak Süme Arşivi.

Burak Süme (BS): Dünya Tiyatrolar Günü’nüzü kutlarım. Duyarlı, kalibresi yüksek bir sanatçı olarak bugünle ilgili okuyucularımıza neler söylemek istersiniz?

Dilek Türker (DT): Çok teşekkür ederim. Yunus Emre’nin Ya Rab Bu Ne Derttir şiirinde dediği gibi “Aşk pazarıdır bu canlar satılır. Satarsın bu canı hiç kimse almaz. Dönüp de bakmaz” sözü geldi aklıma şimdi. İşte tiyatro da aslında böyle, insanlık tarihinin müthiş eski yeri olan şifa dolu canlarındandır. İnsan ruhunun sosyolojik yapı içerisindeki şifa kaynağıdır. Gerçi şu anda ülkemizde o ruh sağlığının vahim bir şekilde bozuk olduğunun kanaatindeyim ama biz kirletiyoruz yavaş yavaş her şeyi diyebilirim. Sarah Bernhardtın da söylediği gibi, “Temiz kalan ne?” diye soruyoruz bazen kendi kendimize. İşte o temiz kalanı aramak ve varlığını yaşatmak gerekli, tiyatro da bu temiz kalan değerlerin içerisinde güzel olanı, değerli olanı aramamıza olanak sağlıyor. Çünkü insanoğlunun yarattığı bu kompleks sanat türü, birbirimizi boğazlayarak değil, birbirimizi anlayarak ve anlatmak için emek koyarak barışçıl bir tavır sergilememizi öneriyor.

Tiyatro sadece tek bir günle anılacak bir sanat dalı değil. Hayatın bir parçası olmalıydı. Hani bir bardak kahvenin kırk yıl hatırı vardır diye bir söz vardır ya, iyi bir tiyatronun kırk yıl şifası var diyebilseydik keşke. Neden mi? Çünkü toplum içerisinde insan ruhunun evrim sürecinin gelişmesinde etkili olan çok güçlü bir kompleks alanına sahip. Az önce de söylediğim gibi insanların birbirlerini öldürmeden, güzel olan kavramları tahrip etmeden, yıkmadan yaşayabileceğini anlatan bir sanat. Bu altı çizilecek kadar önemli bir mevzu aslında, çünkü bu yanlışlıklardan ortaya çıkan sonuçları da insanlara gösteriyor. 

Kaynak: Burak Süme Arşivi.

Tüm sanat dalları gibi güzeli arayan etkili bir sanat olmasıyla beraber bu etkili gücü nedeniyle kimi zaman siyasi erkler tarafından da tehlikeli görülmüş. Sanatı içselleştirmek, sanatı toplumun bir parçası haline getirmek, kurumlaşmasını sağlamak bence bir yurtseverlik borcudur. Her yurtseverin, her insanseverin, her insan olma gayretinde olanın gücü ve sanat malzemesidir. Sanat böyle bir şey çünkü. Tiyatronun diğer sanat dallarından farkı, canlı olarak seyirciye karşı oynanması, hayatın akışı içerisinde gelişiyor olmasıdır. Bununla beraber içerisinde müzik, resim, dans, heykel gibi sanat dalları da var. Bu da tiyatroyu vazgeçilmez kılıyor. Bir oyuncu olarak tiyatro salonu benim doğumhanem. Ben orada, sahnede doğuyorum…

BS: Anılarınızı anlattığınız Soytariçe adlı kitabınızın yazım süreci nasıl gelişti?

DT: Herkesin bir hikâyesi var, herkes biricik ve tektir. Benim söylemek istediğim, Soytariçe özelden genele gidebilecek, sanatta da sözü olan bir malzemeydi. Benim özel yaşam hikâyem. Sahnede birçok kadın kahramanın hayatını canlandırdım ve Soytariçe adlı kitabımda da kendi hayatımı anlamlandırma sürecimi okuyucularla paylaşmak istedim. Nihayetinde yaşamak güzel şey; onurla, sevgiyle ve huzurla… Ben bunca yıllık sanat hayatımda kendime göre anlamlı işler yapmış, mesleğini seçmiş, göreceli olarak başarılı olmuş birisi olarak tüm bu yaşadığım olayları bir kitapta toplayayım istedim.

Bu kitabın yazarı Ragıp Ertuğrul’u kısa bir süre önce acı bir şekilde, henüz genç diyebileceğimiz bir yaşta kaybettik. Soytariçe’yi ben ona vermiştim. O da bana emanet ederek aramızdan ayrıldı. Ragıp’ı tanıdığımda Türkiye Eleştirmenler Derneği’nin başkanıydı. Türkiye’ye geldiğimden beri kurucusu olduğum Tiyatro AYNA’daki çalışmalarımı takip etmişti. Kitabı yazarken üç sene beraber çalıştık ve aramızda sıkı bir dostluk oluştu. Bu yolda Soytariçe‘mle el ele yürüdüm. Bir psikiyatriste anlatamayacağım kadar içtenlikli sohbetlerimiz, duygusal ağlama seanslarım oldu. Tabii biz bunların bazılarını kitaba koymadık. Tüyap Kitap Fuarı’nda ilk kez okuyucuyla buluştu. Tekin Yayınları tarafından 4500 tane basıldı ve bildiğim kadarıyla da şu anda baskısı tükenmiş. Bu yaşam hikâyesi sadece kitapla sınırlı kalmamalı, dizi veya film olmasını çok isterim aslında ama tiyatrosu da çok güzel olurdu.

Kaynak: Dilek Türker Arşivi.

BS: Sanat ve umut kavramı için neler söylemek istersiniz?

DT: Yaşamı taçlandırmak gerek. Her zaman umut var. Ben en umutsuz olduğum anlarda tiyatroya, Soytariçe’me sığındım. İç sesimde bana “Dilek, kendine gel” dedi hep. “Sen böyle pılını pırtını toplayıp kaçamazsın. Sen hep göğüs gerdin. Uğraşacağın densizliklerin, düzenbazlıkların yanında bu hiç. Pes etti diyecekler ve arkandan gülecekler” sözleriyle cesaretlendirdi. Geçmişe baktığım zaman hiçbir şeyden pişman değilim. Ben bu kitabı yazdığımıza memnunum. Aşağı yukarı elli senelik bir süreçte, İstanbul’da kendisini tek başına yaratmış bir kadının birtakım umutsuzluklara nasıl ışık tutulabileceğini anlatmak istedim. Benim kendi özelimde hiçbir akademik eğitimim yok, konservatuarlı değilim. Buna karşılık ben on altı yaşında evlenmiş, üstün zekâlı, kendi yaratım gücüyle kendisini anlamlandırabilen birisiyim. Bu toplumun benden beklentilerini değil, benim bu toplumdan neleri beklediğimi söylemeye ve gerçekleştirmeye çalıştım. Hayatta seçimler ve tercihler çok önemlidir. Benim Muhsin Ertuğrul’u seçmem, on sekiz yaşında kapısını çalıp Tepebaşı Dram Tiyatrosu denen o muhteşem yapıda sahneye çıkmam benim tercihimdi. Tiyatro, insana ait tüm zaafların kabullenilebileceğini de gösteren bir sanat dalı. Şizofrenik bir özellik gibi görülse de çok eğlenerek ve araştırarak kurtulabileceğini gösteriyordu insana.

BS: Konusu açılmışken birçok araştırma yazıma konu olan, Türk tiyatrosunun mabedi Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nun binasının içini ve mimari yapısını size sormak isterim.

DT: Muhteşemdi, ahşap bir binaydı. Pırıl pırıl parkeleri vardı ama şimdiki gibi uyduruk, yürüyünce ses çıkartan parkelerden değildi. Tahtadan, çok güzel parkelerin üzerinde kırmızı halılar salon girişlerine kadar uzanmıştı. Bütün yöneticilerin odası, kütüphanesi bile vardı. Aynı zamanda opera salonu olarak da kullanılıyordu, haftada iki gün opera oynanır, diğer günler tiyatro oyunu sahnelenirdi. Bunlar masal gibi geliyor anlatınca değil mi? Ne yazık ki dünya değiştikçe yıkıcılığın araçları da gelişiyor ve yıkıcılık bir anlayış, bir felsefe haline geliyor. Bence güce tapınmanın sonucu olan bir yıkıcılıkla karşı karşıya insanoğlu. Silah ve ilaç sanayisi… Korkunç. Çünkü hem insan sağlığını hem de varlığını, insanlık kavramının sürdürülmesiyle, o mükemmel insana ulaşabilme hayalini tahrip eden güçler var. Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nu neden yaktılar? Yaktılar çünkü çok basit, oradaki insanların sanatla pek ilgileri yoktu. O emek vermişliği anlayamıyorlardı, onlar için en kolay şey paraydı.

Bazı şeyler sanat üzerinden yapılmaya başlanıyorsa önce kitaplar yakılır zaten. Tepebaşı Dram Tiyatrosunu da sırf ticari bir otopark yapılabilmesi için gaddarca yaktılar. Tüm bunlara rağmen tiyatro her zaman var olmayı sürdürdü. Sadece Batılı anlamdaki tiyatroyu kastetmiyorum. Köyde meddahlar, orta oyunları, Karagöz – Hacivat gibi oyunları görebilirsiniz. Bunlar, üstelik muhalif olarak yaşamışlar. Muhalefet derken saf muhalefetten bahsediyorum. 2024 yılındaki ‘muhalif’ diye adlandırılan güçten bahsetmiyorum. Sanattaki muhalefet saftır, çünkü iktidar olmak için yapılmaz. İktidarın sanatçıya verebileceği bir şeyi yoktur. Beni alsanız, Topkapı Sarayı’na yerleştirseniz ben yine bir bardak kahve içeceğim, bir tane simit yiyeceğim, güzel reçeller hazırladıysam onları yiyeceğim, sonra okuyacağım kitaplar olacak ve senin gibi genç adamlarla söyleşiler yapacağım. Bunları hayata geçirmek için illaki bizim Topkapı Sarayı’na gitmemize gerek yok. Gösterişsiz, sade bir mekânda da oturup yapabiliriz. Burası olmazsa köylerde de yapabiliriz.

Ben hayata barışçıl bakmak gerek diye düşünüyorum. Bugün dünyada birçok yaratıcı insan hayallerini gerçekleştirmek için akla gelmeyecek yerlerde çok güzel işler yapıyorlar. Mesela Aziz Nesin’in oğlu Ali Nesin Şirince’de matematik köyü açtı ve başarı kazandı. Şu anda orada aktif bir eğitim yaşamı söz konusu. Gençler oraya giderek matematik, sanat ve felsefe öğrenip araştırmalar yapabiliyorlar. İyiye, güzele doğru barışçıl hayaller kurabiliyorlar. Sanatın bütün dalları şifadır. Tiyatro tüm bunlara ışık tutan önemli bir güç. Umutlarımıza, hayallerimize ve ütopyalarımıza sahip çıkarak onların esir alınmasına izin vermeden yaşamak çok daha anlamlı geliyor bana. Çünkü bizler ütopyalarımızın gladyatörleriyiz.

Yorum bırakın