Anadolu’dan İsveç’e: Göç ve Kimlik Üzerine Kısa Bir Giriş

LEYLA KAPTANCI, AHU MANGELİ, MERT CAN YILMAZ
“İSKANDİNAV CAZİBESİ VE ANADOLU MİRASI: İSVEÇ İLE TÜRKİYE ARASINDAKİ BAĞLARI KEŞFETMEK”

Anadolu’nun çeşitli yerlerinden İsveç’e göç bundan yaklaşık 60 yıl önce başladı. Diaspora organizasyonları ve göç araştırmacıları artık İsveç’te üçüncü ve hatta dördüncü nesil “göçmen”lerden söz ediyor, onların yaşam deneyimleri ve problemleri üzerine kafa yoruyor. Göçmen kelimesi tırnak içinde çünkü artık birçok insan için İsveç, birkaç neslin ardından sunduğu normlar ve kültürle Anadolu’yu hafızalarda silikleştiriyor. Bu anormal veya yadırganması gereken bir durum değil, hayatın olağan akışında son derece sıradan bir durum. Ancak yaşam bir yandan “göçmen” kimliğini hayatın bir noktasında insanlara hatırlatıyor. İsveç özelinde konuşursak, gündemler entegrasyon politikaları olsa da her dönem karşımıza çıkan ve bir türlü aşılamayan engeller yok değil.

İsveç Türk Üniversiteliler ve Akademisyenler Derneği (TSAF) olarak ülkedeki diaspora organizasyonları arasında nispeten küçük bir yer kaplıyoruz. İsveç’e yalnızca Anadolu’dan Türkler, Kürtler, Süryaniler gelmiş değil, yaklaşık 10 milyonluk ülke nüfusunun neredeyse yüzde 25’i yabancı bir kültürel geçmişe sahip. Her ne kadar TSAF’ta Türk diasporasına odaklanıyor olsak da deneyimler ve problemler sıklıkla kesişiyor. Yarının Kültürü ile gerçekleştirdiğimiz “Nordic Charm and Anatolian Legacy: Exploring the ties between Sweden and Türkiye” başlıklı bu iş birliğimiz kültürel zenginlik ve toplumsal etkileşimler üzerinden İsveç’te yaşayan Türk topluluğunun dönüşümünü anlayıp açıklamayı ve İsveç ile Türkiye arasındaki tarihsel ve sosyopolitik bağları keşfetmeyi amaçlıyor. Sosyal bilimler alanında çalışan genç akademisyenlerle böylesi bir proje gerçekleştirmenin oldukça kıymetli olduğuna inanıyoruz.

Sorunlar ve olanakların ancak böylesi çalışmalarla derinlemesine aydınlatılabileceği kanısındayız. Demokrasi endekslerinde üst sıralarda yer alan, Anadolu coğrafyasından daha refah koşullar sunan İsveç’in bireylere sunduğu imkânlar kimi zaman belirgin. Öte yandan zorluklar çoğunlukla yüzeysel bir şekilde ele alınıp geçiştiriliyor gibi duruyor.

Bu çalışmamızın giriş yazısında diasporada deneyimlenen onlarca sorunu anlatarak sizleri boğmayacağız. Ama deneyimlenen birçok sorunun temelinde yatan bir meseleye değinmeden geçmemeliyiz. Nihayetinde göçmen olma hali, bir kimlik meselesi ve kimliğimizi şekillendiren kritik bir element de insanın ihtiyaç duyduğu en temel his: aidiyet.

Ulus devletler çağında aidiyet konusu ve bir kimliği üstlenme meselesi bir nebze devletler tarafından sağlanıyor gibiydi. Küreselleşme ise kimlik ve aidiyet konularında yeni bir çağın kapısını araladı. Bugün İsveç’te göçmen kökenli üçüncü veya dördüncü nesil için bu konu daha da önemli. İsveç toplumuna tam olarak entegre olamayan, Anadolu coğrafyası ile de bağları zayıflamış, kendi kimliğini sürekli olarak sorgulayan bir nesil, bugün İsveç’te sağ milliyetçi bir koalisyon ile birlikte ufukta kendisini daha da buhranlı bir sürecin beklediğini hissediyor.

Bu buhranlı süreçte aranan aidiyet hissini yeni nesiller kendi çevrelerinde arıyor ama tam anlamıyla bulamıyor. Sivil toplum bu noktada işlevsel. Nitekim benzer hisleri taşıyan insanlar, anlam arayışında sivil toplumda bir araya gelebiliyor.

Öte yandan Türk diasporasında siyaset, yıkıcı gücünü her geçen gün daha kuvvetli hissettiriyor ve sivil toplum için açılan alan Türk siyasetinin yapay ajandalarını taşıyanlar tarafından yok edilmeye çalışılıyor. Bu durum İsveç’e özgü bir gelişme değil elbette. Türk diasporasının sayıca geniş olduğu her ülkede benzer senaryolar hayata geçiyor, geçiriliyor. Diaspora organizasyonları, siyaset dışı oluşumlar değiller ancak Türkiye’de yürütülen siyasetle değil, bulundukları ülkedeki siyasi gelişmelerle haşır neşir olmalılar.

Sivil topluma tanınan alanın aldığı her yara, kimlik ve aidiyet arayışındaki yeni nesillerin yaşamından çalınan zamanla neticeleniyor. Kendini İsveç toplumu içerisinde kanıtlamaya çalışan, ancak ülkede kurulu sistem tarafından göçmen kökenleri neredeyse her gün anımsatılan, iki arada bir derede kalmış bir nesil…

Ekstrem durumlarda bu kimlik ve aidiyet buhranı, bireylerin radikal dinî oluşumlara veya silahlı çetelere katılmasıyla da neticelenebiliyor. Nihayetinde bahsettiğimiz bu oluşumlar bireylere bir kimlik ve aidiyet hissi tanıması itibariyle arafta kalan bireyin yaşamında bir anlam yaratabiliyor. Bu durumun kişinin kendi benliğine ve toplumun geri kalanına verdiği zararı ise basına yansıyan veya sivil toplum çalışmalarımız sırasında dinlediğimiz oldukça üzücü hikâyeler eşliğinde net bir biçimde görebiliyoruz.

Bunlar ve benzeri konulara objektif yaklaşan, sorgulayıcı ve bilimsel bir tavırla hazırlanan içeriklerin verimli tartışmalara gebe olacağı kanaatindeyiz. Sorunların kaynağını ne kadar doğru tespit edebilirsek çözüme de o kadar yakın olacağız. Bu doğrultuda TSAF olarak Yarının Kültürü ile gerçekleştirdiğimiz bu projenin çok değerli yansımaları olacağına inanıyoruz.

Yorum bırakın