Bakü Mektupları – I

11 Kasım 2023, Irvine

Bu tefrikayı fikir dünyaları kadar gönülleri de zengin olan Firdovsiyyə Əhmədova, Jalə Qəribova ve Solmaz Rüstəmova-Tohidi’ye ithaf ediyorum.

Aziz okur,

İnsanın çocukluk yıllarından beri arzu ettiğini, o arzu ettiği şey(lerden biri) ne kadar fantastique olursa olsun, gerçek kılması nedir, bilir misin? Ben bu hissi bir kez 2023 yılının cehennem sıcaklarında, Hazar’ın kıyısındaki güzel Bakü’de yaşadım. Yaşadıklarımı anbean, yaşarken bir deftere kaydetmek de bir başka arzumdu. Heyhat! Zoomer’lık ile boomer’lık arasında gide gele yazmayı, anı kaydetmeyi de unutur oldum. Fakat “yiyip içtiğin sana kalsın, bana gezip gördüklerini anlat” diyecek olursan, okumaya ara verme de seni alıp götüreyim.

Fotoğraf: Oğul Tuna
Telif hakkına sahip fotoğraf.

5 Ağustos günü Hazar kıyısına ilk inişimde, memlekettekilere çoktan “Bakü’ye gidiyorum ay balam!” demenin rahatlığı ve aslında memleketten hiç uzaklaşmadığımı fark etmemin sevinci vardı. Eşimle, katlı pasta gibi gittikçe yükselen Bayıl’daki otelimizden çıkıp on dakikadan az bir yürüyüşle deniz kıyısına ulaştığımızda ise Azerbaycan beni tuhaf bir şekilde karşıladı.

– Yaman esiyor be karayel yaman!

          Sakın özünü Hazer’in hilesinden aman!

          Aman oyun oynamasın sana rüzgâr!

diyen şairi belli ki dikkate almamışım. Rüzgâr yürümeye el vermezken bir yandan da hayatımda ilk defa duyduğum bir baş ağrısının şiddeti altında ilk bulduğumuz kapalı mekana koşturuyordum. Aman bu ağrıyı rüzgârdan sanma! Muhtemelen 45 ilâ 50 derece arasında seyreden hava sıcaklığı, yine hayatımda ilk defa olmak üzere, tepemden şırıl şırıl ter akıtıyordu. Sahi, Bakü’nün isminin de Bādkube’den, yani rüzgârlar şehrinden geldiğini, yani Bakü’nün küləklər şəhəri olduğunu okumuştum ya! Bu çifte şiddet ben şehre veda edene dek sürecek, Azerbaycanlı dostlarımın ifadesine göre de sıcaklığın rüzgârı yalnız başına bıraktığı Eylül-Ekim’e dek devam edecekti.

Bu koşturmaca içerisinde gözüme ilk çarpan yapılar Sidney’deki opera binasını nilüfer şekline sokan Deniz Mall ve ardından da katlanmış bir halı şeklindeki Azerbaycan Millî Halı Müzesi oldu. İtiraf etmeliyim ki aklıma Türkiye’den alışık olduğumuz grotesk ve kitsch mimari geldi. Seyahatimin devamında zihnim bu benzerliklerden çok uzak kaldı, neyse ki. Zaten bu iki binayı geçer geçmez önce Denizkenarı Millî Parkı’nı gördük ve ardından Neftçiler Bulvarı’na çıktık. Buradan anlatmak istediğim, aziz okur, kısa sürede Türk ve İslam dünyasının en güzel ve şık mekanlarından birine, belki de en güzel ve şık olanına vardık.

Sahil boyunca uzanan Neftçiler Bulvarı, Bakü’nün kalbi olan ve bir nevi old town, vieille ville ya da Suriçi konumundaki İçeri Şehir’in güney sınırını belirler. İçeri Şehir’in sağında neredeyse iki asırlık Tarqovı ya da Nizami ile Zarife Aliyeva Caddeleri uzanır ve bütün bu bölgenin kuzey sınırında da görkemli bir tarih tanığı olan İstiklaliyet Caddesi bulunur. İşte, yüzyıllar boyunca Kafkasların Tiflis’le beraber iki kalbinden birini teşkil eden Bakü şehrinin merkezi burasıdır ve mektuplarımın geri kalanında merkez dediğimde bu konuma atıfta bulunduğum anlaşılmalıdır, hürmetli okur.

Bir cumartesi günü Bakü’yü keşfe çıktığımız için elbette yoğun bir kalabalıkla karşılaştık. Patlamış mısır kokuları et kokusuna, parktaki megafondan yükselen Reşid Behbudov şarkıları alt geçitteki keman virtüözünün “Feridem” ezgisine karışıyordu. Karnımızın açlığının yankısı Bakü sokaklarını inletirken memleketten uzaklaşmadığımı bir kez daha fark ettim: Bağdat Caddesi’nin, Akaretler’in, Zorlu’nun Türk işi restoranlarıyla Avrupalı kahvecileri bölgeyi doldurmuştu. Öte yandan Moskova doğumlu eşim de kendini evde hissediyordu: Merkezin en cıvıl cıvıl ve haliyle en pahalı restoranları Rusya’dan buraya şube açanlardı. Bir yandan sokaktakilerin yarısı, büyük kısmını rahatlıkla anladığım Azerbaycan Türkçesi, diğer yarısı da Rusça konuşuyordu ki bu da bizim gibi çok dilli bir çift için bir başka ev hissi yaratıyordu. Bakü’nün, özellikle merkezde, bu kadar çok Rusça konuşan Azerbaycanlı nüfusa sahip olması itiraf etmeliyim ki beni çok şaşırttı. Genç Azerbaycanlıların sosyal medyada bu duruma karşı tepkili olduklarını ve kampanya yürüttüklerini biliyordum ama bu kadarını da beklememiştim.

Kısa süre sonra “otantik” ya da “turistik” bir Azerbaycan restoranına girdik ve baş ağrılarım çabucak son buldu. İnsanın bilgisizliğini dürüstçe dile getirmesi ve bilmediği konularda ısrar etmeyip öğrendiklerini ifade etmesi sanırım önemli bir erdemdir. Yine itiraf etmekten gurur duyuyorum: Azerbaycan mutfağının bu kadar lezzetli olabileceğini hayal etmemiştim! Cenap okur, sanmayasın ki sadece bir turistik restoranla bu gerçeği idrak ettim. Ben ki Adanalı genlerimle iftihar eder, Gaziantep’imizin et konusunda dünyanın en ileri noktasında bulunduğunu düşünür, havadakinden denizdekine təqribən her çeşit eti tüketir ve her yaz İstanbul seyahatlerimi mutfağımızın envai çeşit ürününü tekrar tadabileceğimi hayal ederek iple çekerim. Fakat şu noktada Azerbaycan’daki kadar lezzetli eti hiçbir yerde yemediğimi söylemeliyim. Sadece et mi? Hayır! Yağıyla, hamurlusuyla, asma yaprağıyla, meyvesiyle sebzesiyle, baharatıyla, çayıyla, çakırıyla Azerbaycan bana gayet cömert davrandı ve tattıklarımın lezzetinin aylar sonra dahi ağzımı sulandırmasına sebep oldu. Lüle kebabın, qutabın, fisincanın, dolmaların için ayrı ayrı teşekkür ederim Bakü; pive yanında kızartılmış düşbere yemeği düşündüğün için de tebrik ederim.

“… hayal etmemiştim” demiştim. Bunda galiba İran mutfağını, Türkiye’ye kıyasla, ağır ve kuru bulmam ve tabii, Rusya’da mutfak namına bir şey bulamamam etkili oldu. Öte yandan Gürcü mutfağının harikulade örneklerini tatmışlığım çıtayı yükseklere taşımama neden olmuş olabilir. Nitekim Bakü seyahatimin gastronomik açıdan bir başka mutluluk veren kısmı da Kafkaslardan gelen ürünlere ve Rus mutfağının en güzel, evet, en güzel, tabaklarını hazırlayan bir restorana erişebilmem oldu.

Büyük Sabir bu mektubumun şuraya kadarki kısmında sadece yemek konuştuğumu görse herhalde çokça gülerdi! Nitekim okur, sana da başta dediğim gibi yiyip içtiğim benimle kalmadı, o sahaya düştüm mü çıkamadım. Beni olur da bağışlarsan ben de “Yalan ile dünyayı gezmek olur ama geri dönmek olmaz” minvalindeki Azerbaycan atalar sözü uyarınca mektubuma devam ederim.

Sabir’in İstiklaliyet’teki Anıtı (Fotoğraf: Oğul TunaTelif hakkına sahip fotoğraf.)

Nizami ve Zarife Aliyeva Caddeleri, güzellikleriyle göz kamaştıran mücevherat dükkânları gibi yan yana dizilmiş restoran ve mağazalarla dolu. Bunların içinde zengin Azerbaycanlıları ve turistleri memnun edecek, aynı zamanda kızdıracak lüks mağazalar, turistik hediye dükkânları da yer alıyor. Fakat merkezdeki kitapçı sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor ki bu da kitapseverler için üzücü bir durum. Öte yandan bunlar arasında Akademi’nin kitapçısı yer almakta. Kiril ve Latin harfli pek çok tarih ve edebiyat kitabı ziyaretçileri memnun edecektir. Ancak buraya yazın gitmemek ve klimasız kitapçıdan daha fazla dayanamayarak ayrılmamak kaydıyla!

Sabık Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’in eşi ve şimdiki devlet başkanı İlham Aliyev’in annesi olan Zarife Aliyeva aynı zamanda bir tıp doktoru ve bilim insanı. İsminin verildiği cadde ise şimdiki Bağdat ile Vali Konağı Caddelerinin yanına yaklaşamayacağı bir güzellikte. Nizami Caddesi’ne illa benzer ararsak, İstiklaliyet’le birleştirip ikisini bir Divan Yolu ve İstiklâl Caddesi alaşımına benzetebiliriz. Ancak bu benzeştirme sadece, ey okur, senin gözünde canlanması için. Çünkü bu bölge, Azerbaycanlıların kalbinde tarihin attığı, yaşandığı ve yaşamakta olduğu yer.

Çünkü Azerbaycanlılar, bugün, Yahya Kemal’in Türkiye için sarf ettiği “Biz ölülerimizle yaşarız” sözünü asıl hak eden halk konumunda. Merkezden başlayarak şehrin neredeyse her bir köşesinde o sokakta, o apartmanda, o binada geçmişte kim oturmuş ise onun ismini taşıyan ve tercüme-yi hâlini kısaca anlatan plakalar (Azerbaycan Türkçesinde “barelyef”) mevcut. İmparatorluk ve Sovyetler yadigârı olan bu gelenek tarih ve edebiyatseverlerin başını döndürecek cinsten. Döndüğünüz her sokakta tanıdık bir isim görmek; Samed Vurgun’un, Tağıyev’in vs. adına müzeleştirilmiş evleri ziyaret etmek; Bakü’yü inşa eden Polonyalı mimarların anısına dikilmiş plakaları okuyup Lev Tolstoy Caddesi’ne yürümek; Nizami’nin görkemli heykelini selamlayıp yeşilliklerin arasında kaybolmak büyük nimet.

Merkezden çevre bölgelere gittikçe Karabağ Savaşları’nda hayatını kaybeden şehitlere dair anıt ve plakalara rastlıyorsunuz ki Yahya Kemal’in sözünü çok daha derinden teyit eden bir gerçeklik bu. Tahran’da her adımda İran-Irak Savaşında hayatını kaybedenlere dair tabela ve işaretlere denk gelirken bu konuları daha derinlemesine düşünürdüm. Fakat şimdi Bakü’deki bu renkli resimlerde yer alan genç yüzlere baktıkça insan derinliğin içinde boğulur gibi hissediyor.

Fotoğraf: Oğul Tuna
Telif hakkına sahip fotoğraf.

Ne demiştim, yeşillik mi? Biz yine oradan devam edelim. Sanat ve tarihe verdiği yerin yanı sıra Bakü veya en azından Bakü’nün merkezi yeşil ve güvenli. Hele İstanbul’a kıyasla insan kendini inanılmaz seviyede özgür ve rahat hissediyor. Elbette bu bir turistin kısa süreli tecrübesi. Ancak bir Azerbaycanlı dostum da “Buraya gelenler hep aynı şeyi söylüyor” diyerek beni teyit etti. Öte yandan Bakü’nün İstanbul’a üstünlüklerini Bakülülere söyleyince genellikle pek memnuniyetle karşılaşmıyorsunuz. Bu bütün şehir meskunlarının turistlerden duyduklarına verdiği ortak tepki tabii. Moskovalı da Pekinli de Parisli de benzer şekilde davranacaktır. Ama Bakülüler asayiş ve sağlık tehdidi olmadan sokaklarda yürümenin ne demek olduğunun farkında değiller ve umarım hiçbir zaman da olmazlar.

Göz alıcı Azerbaycan kadınlarının özgürlüğü, içkili mekânların doldurduğu sokakların canlılığı, “Küçələrə su səpmişəm”in Rusça ve İngilizce rap ve beat sedalarına karıştığı atmosferi tamamlıyor. Adım başı Hintli, Pakistanlı, Arap turistler geçiyor. Tek Türk turist yok ve bu can sıkıyor: Bütün pahalılığına rağmen İstanbul seviyesine yaklaşamayan, ulaşımı ucuz, dopdolu sanat ve kültür hayatıyla göz dolduran Bakü yerine beyaz yakalımızın “ucuz destinasyonları” Beyrut, Tiflis ve Üsküp’ü düşünüp “İyi, bilmelerine gerek yok” diyorum. Yine de her köşede bir Türk bayrağı var; ondan biraz daha seyrek de olsa Pakistan bayrağı tabloyu bilindik hale getiriyor. “İsrail ürünleri” yazılı mağazaların önünden yürüyüp geçenler McDonald’s’lara, dönercilere, barlara giriyor. Bakü’de yaz aylarının böyle geçtiğini duyuyorum, bir başka dostumdan, tenha (tenha hali buysa!) ve canlı. Hem de kaynar sıcağa rağmen.

Dostlar… Azerbaycan halkının size gülümsemek ve yardımcı olmak için tek ihtiyaç duyduğu şey Türkiye Türkçesini işitmek. İran’da ve İran Azerbaycanı’nda sık rastladığım “taruf”tan eser yok burada: Herkes bir şey için söz veriyor ve o sözü yerine getiriyor. Hiçbir şey için para ödemek mümkün değil çünkü konuksunuz. Akşam saat 10’da hava 30 dereceyken canından bezmiş bir işçi Türk olduğunuzu anlayınca gülümsemeden edemiyor. 45 derecede asfalt döken işçi şüphelenmeden telefonunu veriyor arayacağınız kişiyi aramanız için.

Neden sonra kitapçıya tekrar dönüyorsunuz. Ah, bir de her şeyi hardcover basmasalar! Rusça kitapların yanında Türkçelere bakıyor; Azerbaycan dilinde olanların fiyatını kafanızdan hesaplamaya ve kafanızda Tetris oynar gibi bavulunuzda yer düşlemeye çalışıyorsunuz. Terlemeye hazır dışarı çıkıp yandaki kahveye atlıyorsunuz, çünkü klima var. Evet, diyorum işte o an kendime, ey okur, Bakü’ye bir daha yazın gelmeyeceksin! Terimi silip soğuk suyumu yudumlarken anıtından çevreyi seyreden Büyük Sabir’le göz göze geliyorum.

Hansı bir müşküldi kim, səbr ilə asan olmasın?!

mısrasını dilime doladıktan sonra aklıma düşüyor: Sahi ben Bakü’ye hangi müşkül için gelmiştim?! Aziz okur, onu da bir sonraki mektuba bırakalım.

Oğul Tuna

Yorum bırakın