Moskova’da Bir Cevelan Bölüm II – Karanlık Gece

Mart 2024

Savaş, sokaklarda bir hayalet gibi dolaşıyor Moskova’da. Ancak savaştan ve siyasetten çok bahsettik. Rusya savaş ve barıştan ibaret değil. Hayatımızın bir günü de bahsedilmeye değer. Basit yaşam da anlatılmalı. Zira insana kendi varlığını tescil eden tüm duygular onun minik hayatının sokak aralarındadır. Destansı romanlar değil de küçük hikâyecikler yaşar birçoğu. Yani göz alabildiğine ovaların hâkimi ya da büyük dağların sakini olmasa da bir sokağın köşesindeki -mümkünse estetik mimariye sahip- bir apartman dairesi insana yeter de artar. Moskova’da günlerimi bu hisle geçirdim. Hocama Moskova’ya gideceğimi söylediğimde “Orada her şey çok büyük gelir insana” demişti. Belki de hissiyatımın sebebi buydu.

İlk birkaç günü şehrin çeperlerine daha yakın bir dairede geçirdikten sonra Kızıl Meydan’a yürüyerek on dakika mesafede bir eve geçtim. Bu ev, benim evde hissettiğim yegâne yerlerden biridir ve öyle kalacaktır. Japon evlerini aratmayacak derecede küçük, merkezî ısıtmalı bu Sovyet dairesinden insanın kemiklerine işleyen soğuk havaya çıktığınızda bu evin size duygusal anlamda da sıcak gelmemesi için hiçbir sebep yoktur. Geçirdiğim bir hafta boyunca bu evle bağ kurdum. Sanırım insan bunca belirsizlik ve soğuğun içinde kendine beklenmedik yerde bir ev bulabiliyor. Gerçi eve neredeyse girmedim uyumak dışında. Müthiş bir merakla ve şevkle şehri dolaştım. Müzeler, sokaklar, kafeler, vertigolar, nostaljiler, trenler, el ele çiftler, kötü sokak müzikleri, sahibinin cebinden düşüp kar suyuyla çamurlanmış ayaklarda sürüklenen eldiven tekleri edindim adım başı.

Telif hakkına sahip fotoğraf. Kaynak: Ertuğrul Evis

Bir gece evde duramadım ve dışarı çıktım. Eksi otuz beş derecede Kızıl Meydan’a kafamda arkadaşımın babası tarafından hediye edilen rakun kürkü şapkam, Rusya için özel imal edilmiş montum, Türkiye’den aldığım etkisiz ve yetersiz eldivenim ve -ne yalan söyleyeyim- içliğimle büyük adımlarla yürüdüm. 1905 yılında Ekim Manifestosu’nu okumaya giden Menşevikler eminim böyle görünmüyordur dışarıdan. Gerçi ben oradayken mevsim isyan mevsimi değildi Rusya’da – ki ben de hiç isyan edecek havamda değildim zaten. Tüm kurallara efendi gibi uyup ülkenizi gezip gideceğim havasıyla geziyordum yabancı suratımda verdiğim ifadede. Kimsenin de umurunda değildi zaten ne yaptığım; ama bu bahsi geçen gecede, Kızıl Meydan’a, gecenin bir yarısı kırık ama yine de beklediklerinden iyi Rusça konuşan yabancı bir herif -ben- gelip de barikatlarla kapattıkları meşhur meydana girmek isteyince polisler biraz tedirgin olmadı değil. E, ben de tedirgin oldum haliyle. Sanki polis bana birdenbire “Hey sen! Gel buraya, gel buraya! Sen niye Ankara’dan İstanbul’a Moskova üzerinden gidiyorsun bakayım? Yoksa yoksa Sanya’ylan oturup efendigene vodka falan mı içecen?” diyecekmiş gibi psikoz oldum.[1] Ne niyetle girmek istiyorum dünyanın en ünlü meydanlarından birine, gecenin soğuktan telefonumu çıkarıp da saate dahi bakamadığım vaktinde? Bizde de vardır bu düşünce. Şöyle biraz Türkçe konuşan bir Avrupalı, köyünden dahi çıkmayı istememiş taşralı birinin kafasında hemen tilkiler döndürmeye başlar.

Tabii ortada polisiye bir durum olmadığı için dünyanın her yerinde kendimi içinde bulduğum o saçma durumda buldum ve nöbetçi polislerle muhabbet etmeye başladım. Sonunda iki polisten daha rütbeli olduğunu pırpırlarından anladığım kadın olanın teklifiyle ve onun refakatinde -“canavar değiliz” demek istiyordu herhalde- o sırada bomboş olan Kızıl Meydan’a girdim. Pandemi zamanı bir sebeple içinden bisikletle geçtiğim boş Taksim Meydanı hissi kendini hatırlattı. Tarihçi kimliğimle zamanda yolculuk tadında, bilinç akışı halinde gelen düşünceler ve görüntüler, Maria isimli bu üniformalı kadın tarafından ara ara ilgilenmediğim yorumlarla kesilse de kendisine pek sinirlenemedim. Zira meydana girişime özel bir gezi tadında izin vermesine ek olarak yamuk yumuk Rusçama ettiği peş peşe iltifatlar kalbimi eksi otuz beş derece havaya rağmen yumuşatmaya yetti. “Bu kadından gördüğüm nazikane ve insaniyetkarane muamelenin hakikaten minnettarıyım.”[2]

Son birkaç aydır irili ufaklı tesadüfler çok etkili hayatımda. Belki de ben hayata karşı daha dikkatliyim ve bağlantılar kuruyorum. Orasını henüz tespit edemedim, bilemiyorum. Şimdilik tesadüfler deyip geçiyorum ve bunlara anlam atfetmekten kaçınıyorum. Çünkü insan anlam atfetmeye başladı mı bir kere, bir kere asla müdahale edemediği akıştan çıktı mı, kendiyle baş başa kaldı mı, duygular yükledi mi olana bitene, her şey daha incelikli gelir insana. İncelikli hayat mutluluğu kaldırmaz gelgelelim. Buna bilahare değiniriz.

Telif hakkına sahip fotoğraf. Kaynak: Ertuğrul Evis

Kızıl Meydan ışıl ışıldı. Yine de gökyüzünün karanlığı St. Basil’in arka taraflarında, Moskova Nehri’nin çok ilerisinde, şehrin çeperlerini de aşan uzakta bir yerde kendisini apaçık insanın gönlüne dayatıyordu. Bozkırın kokusu soğuğun, buzun, buz altında akan suyun, katedralden gelen tütsünün, Kremlin’in mürekkep kokulu koridorlarının, -birkaç gün sonra içinde Fındıkkıran Balesi izlemiş olacağım- Devlet Kremlin Sarayı[3]’nın kulisindeki parfüm ve ter kokularının engel olamadığı bir şekilde barut kokusuyla karışıp burnuma geliyordu. Donbas’ın, 1917’nin, 1825 Aralık’ının, Napolyon’un kanonlarının çeşit çeşit barut kokusu içindeyken ben, başta beni tedirgin eden üniformalı kadın sessizliği bozdu ve bir şarkı mırıldanmaya başladı: “Tyomnaya noch’, tol’ko puli svistyat po stepi…”[4]

Bu şarkıyı biliyorum. Ama nereden? Sormadım. O sırada içinde bulunduğum duygu bütünlüğünü bozmak içimden gelmedi. Ama melodiyi aklımda tuttum. “…Tol’ko veter gudit v provodakh, tusklo zvyozdy mertsayut…”[5] Nedense karanlık bir havası, basık bir duygusu vardı şarkının. Nereden geldi bu şarkı Maşa’nın aklına? Maşa mı?[6] Ne ara bu kadar samimi oldun Ertuğrul?  Şarkıdan oldu sanırım.

Kafamda bu melodiyle biraz döndüm durdum. Maria, nöbet yerine dönmesi gerektiğini söyledi. Benim de meydandan çıkmam gerektiği anlamına geliyordu bu. Tam teçhizatıyla görev yerine geri dönerken Kızıl Meydan’ın en güzel binalarından birinde olan Devlet Tarih Müzesi’ni bu garip gecenin ertesi günü gezdirme teklifini davetli olduğum arkadaş toplanmasına gideceğim için reddetmek zorunda kalsam da bu misafirperverlik beni şaşırtmadı diyemem. Benzer şekilde, yıllar evvel Kiev’de bir güvenlik görevlisi görev yerini terk edip bana gideceğim yere kadar eşlik ettiğinde de aynı şaşkınlığı yaşamıştım. Uzatmayayım. Teşekkür ettim ve ayrıldım nöbet yerine kadar birlikte döndükten sonra. Ellerinde nasıl donmadığını anlayamadığım yarı otomatik demir kabzalı tüfeklerle hayatımdaki en insancıl dar vakitlerden birini yaşatan bu üniformalı insanlar ardımdan el salladılar ve ben hâlâ canlı olan sokaklardan birine doğru yöneldim.

Bir barda canlı müzik var. Oldukça zarif bir kadın sahnede. Ben mi yanlış duyuyorum? “…V tyomnuyu noch’ tu, lyubimaya, znayu, ne spish’…”[7] Hatırladım. Leonid Lukov’un İki Savaşçı (1943) filminde çalıyordu. Tyomnaya Noch’ şarkının ismi. Maşa? Ne ara üniformanı değiştirip de sahneye atladın? Bu kıyafet üniformadan daha iyi durmuş üstünde emin ol. Hemen girdim içeri. Vestiyerde yaşlı adam biraz suratsız şekilde omzumdan montumu ve atkımı aldı. Şarkı bitmek üzereydi. “…Znayu, vstretish’ s lyubov’yu menya, chto b so mnoy ni sluchilos’…”[8]

Şarkı bitti. Sözlerini çat pat anladığım bu şarkı beni burada, şu küçük barın tenha bir köşesinde, dünyanın en yabancı suratıyla otururken bir anda İstanbul’a, “ev”e fırlattı. İstanbul’da bir parkın bankında kendimi yalnız başıma ve sanki terk edilmiş oturur halde, biraz sonra bomboş İstiklal Caddesi’nde, ardından deniz gören bir tepede, bir kumsalda, Boğaz manzaralı bir pansiyon odasında, bir arkadaşın evinde, Beşiktaş sahilinde, bir harabenin önünde, en sonunda Taksim’de bir barda buldum. Az önce sahnede Maşa ile aynı şarkıyı söyleyen kadın bir baktım ki yan masada bir arkadaşıyla oturuyor. Sahnedeki insanlar değişiyormuş. İsteyen kalkıp şarkı söyleyebiliyor yani. Bir etkinliğin içine dalmışım anlaşılan. Olya… Biraz konuştuk, masalarımızı birleştirdik: “Zazdrovya![9] Olya söylediği şarkının hüznüne rağmen çok neşeli ve daha konuşkandı. Arkadaşı Katya ise pek sessizdi. Şarkıyı söylemesini Olya’dan o istemişti zaten. Sormadım ama konuşmaların satır aralarından çıkardığıma göre eminim cephede birisi var. Belki de artık yok… İçeceğim bitmişti. Kalktım, eve giderken kafamda aynı melodi…

Telif hakkına sahip fotoğraf. Kaynak: Ertuğrul Evis

Pandemiden bir buçuk sene önce Natalya ve İgor isimli benden yaş itibariyle büyük Ukraynalı bir çiftle Likya Yolu’nda – tanışmış ve üç gün üç gece birlikte yürümüştüm. İgor’un bir turizm şirketi vardı, Natalya Şevşenko Üniversitesi’nde psikoloji doçentiydi. İletişimimiz kesilmedi. Tam pandemiye gelen Avrupa turumu onların da etkisiyle Kiev’den başlatma kararı almıştım. Gittiğimde Natalya, yeğeni Natalya ile -evet, o da aynı isme sahip- tanıştırdı beni. Akran olduğumuz için şehirden daha fazla keyif alacağımı düşünmüş ve bana refakat etmesi için yeğeninden ricada bulunmuştu. Genç Natalya ile kol kola Dinyeper kenarında -yine tabii ki ocak ayında çünkü her yere kendi mevsiminde gitmek icap eder- yürürken Kırım’ın işgalinden bahsedip vatansever hislerle ülkesini ve Kırım’ın Ukrayna toprağı olduğunu anlatmıştı. O günün ardından Viyana’ya, sonra Prag’a geçtim. Ki bana önerdiği İki Savaşçı filmini Prag’da çok hastayken izlemiş ve en son o zaman Viber üzerinden konuşmuştum. İletişimimiz çeşitli vesilelerle koptu ve arkadaşlığımız yarım kaldı ama teyzesiyle Rus saldırısı başladığı andan itibaren dört ay boyunca her gün konuştuk ki bu benim Japonya günlerime denk gelir. Dolayısıyla Ukrayna’daki savaşı çok yakından takip ettim binbir endişeyle. Daha önce bahsettiğim Andrei, Andrei ile aynı pansiyonda kalan Aleksei ve bizim İgor… Hepsi cepheye gitti. Sonradan teyzesinden öğrendim ki Natalya’nın bir erkek arkadaşı olmuş. Harkov’da bir hava saldırısında hayatını kaybetmiş. “…Smert’ ne strashna, s ney vstrechalis’ ne raz my v stepi…”[10]

Savaş yalnızca cephede kalmaz. Ülkenin kılcal damarlarında gezer. Ölüm hiçbir zaman tekil değildir. Her ölüm toplumsaldır. Ecelle gelen de bir kurşunla “sternumu parçalayıp mediyastine hasar vermeksizin arka vertebralarda radyal olmayan desplase bozulmalar” halinde gelen de… Savaş, yabancı memleketlerden gelen, bir çeşit gözlemci olan turistin “savaştan bahsetmeyeceğim” diye başladığı her yazıda kendini dayatıp ana konu yapar. Sevgiyle ve özlemle hatırlanan onca an, milyon dolarlık teknolojinin bir tetikle saçtığı ölümü doğrudan karşılayan bir adam için olduğundan, ölümün kendisinden daha ağır gelebilir bekleyen bir kadına. Bir nevi kargış babında hatta.

Şarkılar, şiirler de kendini bir lanet kılığında dayatır savaş gibi. Tyomnaya Noch’ ile bana olan tam olarak buydu. Parkası, şapkası, tabancası ve tüfeği ile hâlâ zarif ve güzel görünen Maria’nın aklına kim bilir nereden geldi bu şarkı? Ya da Katya neden bir bar etkinliğinde arkadaşından bunu dinlemek istemişti? Ben mi özellikle denk geldim, yoksa bu ruh hali yaygın ve bu nevi şeyler zaten denk gelinebilir şeyler mi bugünlerde Rusya’da, bilmiyorum. Yine de ülkeleri ve yılları aşan ortak bir kültürel zemine sahip toplumların, bir şarkıyla birbirine olan barışçıl mesajlarını taşıdığıma olan güvenim, hayatın hâlâ kıymetli olduğuna dair inancımı ikame ediyor. “Ama ancak laneti hırsla tırpanlayamamak koyuyor insana / öpüşler, yatağa birden yuvarlanışlar / sevgiyle hatırlansa bile hatta.”[11]

Şarkılar, şiirler, sanat insana bazen böyle davranabilir. İnsanın kendini manipüle etmek için bulduğu en etkili araçtır şarkı ve şiir. Vico’nun da dediği gibi “İnsanoğlunun ilk dili şiirdir.”[12] Eve doğru yürürken kafamda bu sefer dönen başka sözler. “Burada kalamazsın, başa dönemezsin / ama dön / Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!”[13] İnsan kendini en yabancı hissettiği anda kendi diline, kendi ülkesine, kendi evine, kendi şarkısına, kendi kalbine döner. Herhalde bu sebeple olacak beni sürüklemesi bu şarkının. Biraz da güneşsizlikten kaynaklı D vitamini eksikliği zihnimi bulandırdıysa işte size sebep. Bir anda içimde kendi ülkeme, insanıma, bana ait olan ve ait olduğum herkese bir özlem duydum. Eve, birkaç sokak yukarıya döndüm. “Evde / anlaşılmaz bir tını / bilmem nereden gelir / uykumdan? kanımdaki çakıldan? unutkanlığımdan?”[14]

Tesadüften bahsetmiştim az evvel. Bana sorarsanız insan anlam atfettiğinde yaşadığını hissediyor. Hayatta birbirinden bağımsız dediği tesadüfler arasında bağlar kurup avunuyor, evine giden bir yol bulabiliyor. Biraz sıcaklık hissedebiliyor. Büyüyor. Hiç savaşmasa bile, dünyada hiç kötülük görmese, yumruk sıkmamış, sinirden ağlamamış, koluna bir çimdik yememiş olsa bile bir savaş şarkısı ancak böyle ülkesini, evini hatırlatabilir insana. Sanki yıllarca sürgün mü kaldım bu ülkede? Hayır. Bir toplumun içinde lokalize olduğunuz zaman, hele bir de size benzer yanları varsa; sözgelimi bir yabancı kendi dillerini konuştuğunda onu sevimli bulup üstüne bir de küfür öğretiyorlarsa, küfrü duyup kahkahalara boğuluyorlarsa, aynı zamanda dillerini iyi konuştuğunda aynı yabancıdan şüpheleniyorlarsa, yani kim bizim dilimizi öğrenir ki düşüncesine dayanan birazcık aşağılık kompleksi varsa, biraz depresif ve aynı zamanda sıcakkanlıysa insan kolayca sempati ve empati besleyebiliyor. Arasında o toplumla yüz yıllık zaman, yüz yıllık yol olsa da alacakaranlıkta ardından koştuğu insaniyet onu o insanları anlamaya iter.

Telif hakkına sahip fotoğraf. Kaynak: Ertuğrul Evis

Yediğim içtiğim benim olsun, kısaca gördüğümü de anlatayım. Eve, Türkiye’ye dönüşüme az kalmıştı. “Giderayak işlerim var bitirilecek”.[15] Ziyaret edilecek birkaç önemli yer daha var.  Bizim Aşiyan Mezarlığı’nın bir nevi kardeşi sayılabilecek Novodeviçi Mezarlığı’nda yatan onlarca general, devlet başkanı, şair, sporcu, sinemacı vardır. Nâzım Hikmet’in de son istirahatgâhı buradadır Vera’sıyla birlikte. Gogol, Bulgakov, Eisenstein, Çehov, Mayakovski, Stanislavski de burada yatıyorlar. Son bir ziyaret gerçekleştirdim Novodeviçi’ye. Ardından Kremlin’de Korkunç İvan’ın mezarını da ziyaret ettim ama o sırada ziyarete kapalıydı. Ne hikmetse Tretyakov Galerisi’nde asıl görmek istediğim “Korkunç İvan Oğlunu Öldürüyor” isimli İlya Repin tablosu da birkaç senedir sarhoş bir adamın tabloya saldırması sebebiyle restorasyon altındaydı. Rus beyliklerini birleştiren ve tarihteki en önemli Rus figürlerden biri olan İvan’ın mezarını da ona dair en önemli eserlerden biri olan meşhur tabloyu da göremedim. Gerçi tüm bu mezarlar, tablolar, operalar, baleler, kafeler pek de anlam ifade etmiyor bana desem yeridir. Nitekim tüm varlığıyla bir medyum içerisine sıkıştırılmış ve yaşamayan bu, “hayatın soylu kesitleri” anlatmaya değer midir emin değilim.

Moskova’ya dair anlatılacak daha çok hikâyem var ancak bu yazıları en başından beri bir konsept içinde tutmak niyetindeyim. Bugünlerde ikinci yılını yeni geçmiş savaşı, güçlü görünenin tarafından içerilerden bir yerden anlatmak -ilk yazımı bilinçli olarak Viyanalar, vodkalar, başka memleketler gibi bambaşka vaatlerle başlatsam da- gezip gördüğümü anlatmaktan daha anlamlı geliyor bana. Güçlü olanı dahi yozlaştıran, ezen, kıran bir gerçeği kendi gözümden anlatmak zaten gidip görebileceğiniz operalar, baleler, binalar, galeriler ve bin bir çeşit güzelliklerin ötesinde bir vizyonu verecektir bugünlere dair. Zira insana dair olan her şey tüm canlılığıyla her zaman ayakta kalır. Müzeleştirilmiş her şey ise donuk bir sayhadan ibarettir: bir bina, bir kişi, bir opera, bir bale, bir galeri, bir film… Yaşamayan her şey bir fotoğraf gibi kalacaktır yaşamın içerisinde. Sonunda da bir hatıra gibi tırpanlanıp gidecektir. Ancak yaşam, yaşayıp giden her şeyin yüzünde dağlı bir anlatım bırakacaktır.

Ertuğrul Evis




[1] Mert Baykal’ın yönettiği Pardon filmine atıf. 00.23.00 – 00.24.00.

[2] Ahmet Mithat Efendi’nin Avrupa’da Bir Cevelan eserinden.

[3] State Kremlin Palace. Sovyet zamanı Parti kongre merkezi iken şimdi siyasi ve kültürel faaliyetlerin yapıldığı oldukça geniş, çok amaçlı bina.

[4] “Karanlık gece, bozkırdaki mermi ıslıkları”. Sözleri Vladimir Agatov, bestesi Nikita Bogoslovsky’e ait olan Tomnaya Noch’ (Karanlık Gece) isimli şarkıdan.

[5] “Sadece rüzgârın tellerdeki uğultusu, parlayan loş yıldızlar”. Age.

[6] Maşa, Maria’nın kısa, daha samimi, arkadaş/aile çevresince kullanılan halidir.

[7] “Karanlık gecede sen, sevgilim, biliyorum uyumuyorsun”. Age.

[8] “Biliyorum, ne olursa olsun, beni sevgiyle karşılayacağını”. Age.

[9] Rusçada “Sağlığa!” anlamına gelen ve Türkçedeki “Şerefe!” yerine kullanılan söz öbeği.

[10] “Ölüm korkutucu değil, bozkırda buluştuğumuz birçok zaman.”

[11] İsmet Özel’e ait olan Yıkılma Sakın isimli şiirden.

[12] Giambattista Vico. Karşı Aydınlanmacı İtalyan filozof. En önemli eseri The New Science olarak görülür.

[13] İsmet Özel’e ait Of Not Being A Jew isimli şiirden.

[14] Age.

[15] Nazım Hikmet Ran’a ait Giderayak isimli şiirden.

Yorum bırakın